Bugüne kadar hayatının 701 gününü vicdani retçi olduğundan karakol ve cezaevlerinde geçiren Osman Murat Ülke, bu kez de 17 ay 15 günlük 'cezasını' çekmek üzere cezaevine davet ediliyor. Ülke de, Türkiye'nin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin talebini karşılamak ve vicdani ret konusunda düzenleme yapmak zorunda olduğunu söylüyor.
Türkiye'de Vicdani Red'dini açıklayarak militarizme karşı bir hareket başlatmış biri olarak, bu karşı duruşunuzdan ötürü 701 günlük bir mahpusluk süreci yaşadınız. Davanızı AİHM'e taşıdınız ve AİHM kararları iç hukuk kurallarından sayılmasına rağmen, sizin tekrar cezaevine gönderilmeniz durumu gündeme geldi. Bu nasıl oldu?
Eskişehir Askeri Mahkemesi 1999'da aldığım son iki mahkumiyete dayanarak, o zaman verdikleri cezaları toplayıp bana 17 ay 15 gün hapis yatmak üzere teslim olmam için bir çağrı gönderdi. Oysa ben o cezaları zaten yatmıştım, tahliyemden ötürü belki bir haftalık bir açık ya var ya yok. İşin ilginci bu çağrının Haziran 2007'de çıkması. Yani AİHM kararının
kesinleşmesinin üzerinden bir yıldan fazla geçmiş ve Türkiye, bana 99 ve öncesi verilen hapis cezalarından ötürü mahkum olmuş. Yani aslında bir gün bile yatacağım yok. Dahası, Türkiye, AİHM kararlarının uygulandığını denetlemekle yükümlü Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'ne bana ve benzer durumda olanlara karşı hala süregiden ihlali sonlandıracak bir düzenlemeyi yapmakta olduğunu söz konusu çağrı çıkmadan iki hafta önce bildirmiş.
Yani Türkiye ayak sürümekle kalmıyor, kabul ettiğini söylediği ve zaten imzası gereği kabul etmekten başka şansı da olmayan bir hükmü açıkça ihlal ediyor. Galiba Louizidou kararından sonra Türkiye'nin AİHM ve dolayısıyla
Avrupa Konseyi ile böyle ters düştüğü ilk ve tek vaka da bu.
Türkiye, yurtdışındaki gibi vicdani ret konusuna olumlu yaklaşım sergileyen bir ülke değil. Böyle bir ülkede vicdani retçi olmak nasıl bir durum?
Askerlik, Türkiye'de 20'lerden bu yana milli kimlik kurgusunun en temel bileşenlerinden biri. Böyle bir ülkede milliyetçi kabullerle açıktan ters düşen her politik duruşun işi zaten çok zor. Ama vicdani retçi buna ek olarak ordunun iktidarını korumak için başvurduğu daimi tahakküm pratiğini temelden sorgulatacak bir duruş içinde. Buna bir de her başı sıkıştığında muhaliflerini gayet dolayımsız biçimde yok etmekte beis görmeyen bir geleneği eklersen soru sanki kendi kendine yanıtlanıyor gibi.
Yaşadığınız hayat, diğer insanlarınki gibi "normal" seyrinde gitmiyordur. Resmi kurumlarla hiçbir bağınız yok. Siz, bu süreci yaşamaya başladıktan sonra hayatınızı nasıl devam ettirdiniz?
Maddi zorluklar, şunlar bunlar oldu, oluyor tabi, ama her şeyden önce tek bir eyleme, vicdani redde, sıkışıp kalmış olmak, ötesine geçip hayatın içinde yeniden konumlanamamak çok sıkıntı verici. Kimse dünyaya tek bir şey yapmak için gelmez.
İnsan kolektif bir mücadelenin parçası olursa bu tür sıkıntılar da daha katlanır olur, hatta kaldıraç işlevi bile görür. Ama maalesef şu ya da bu nedenle böyle bir devamlılığı yaratamadık.
Askerlik müessesesi bu ülkede yaşayan her erkeğin borcuymuş gibi lanse ediliyor. Oysa her yerde askerlikle ilgili farklı uygulamalar var. İsrail'de kadınlar da askere alınıyor örneğin. Neden, bir ülkede askerlik gibi bir kurum her şeyin üstünde görünür?
Başta da işaret ettiğim gibi, askerlik bu ülkede öncelikle ideolojik bir araç. Herkesin yerine göre babası, kardeşi veya ocağı olan ordu, bu denklem içinde hem kendi konumunu, hem de biçimlendirilecek zihinlerin konumunu başka türlü inşa edemezdi. Meşruiyetin inşasında askerlik gibi bir öğeye bu kadar yük binince, çatlakların da orada çıkması bir yerde kaçınılmazlaşıyor. Güney Afrika'daki Apartheid rejimi buna çok iyi bir örnektir. Doğal efendi olarak atananların, yani beyazların, bu tahakküm mekanizmasının taşıyıcısı ve ortağı olmayı reddetmesi, çelişkiyi beyaz toplumun içine
taşıdı.
Böylece az sayıda itaatsiz beyaz, görmezlikten gelinmesi olanaksız bir gösterge işlevi gördüler ve kutsiyet atfedilen askerliği başka bir ışıkla yıkayarak beyaz toplumun bütün değerler silsilesini tartışmaya açtılar.
Sizin gibi vicdani reddini açıklamış diğer insanlar bugün ne durumda? Vicdani reddin Türkiye'deki durumu nedir? Vicdani reddini açıklayan kişi sayısı fazla mı, yoksa açıklanmıyor mu?
Birçok vicdani retçi, devletin mutlak olarak nüfuz edemediği çatlaklarda yaşamını sürdürüyor. Ama yanlış anlaşılmasın. Bu çatlak dediklerim daracık şeyler değil. Bu toplum baştan aşağı böylesi geniş ve hareketli çatlaklarla kaplı ve kolay kolay da devletin zorla yaratmaya çalıştığı saydam ve kolay idare edilir kıvama gelmeyecek.
Diğer yandan vicdani retçiler için de durum hiç iç açıcı değil. Vicdani ret her ne kadar bireysel bir gerekçelendirme ve iç
hesaplaşmayı gerektirse de, doğal olarak militarizme karşı ortak bir vektöre sahip. Bu vektör bir hareketin nüvesi olarak işlevini ancak kısa bir süre için görebildi ve sonra maalesef Türkiye'de 80 sonrası bütün radikal sistem karşıtı hareketlerin yüzleştiği çıkmazlar altında kaldı. Burada üç eksenin kesişmesi tabloyu ağırlaştırıyor: Birincisi, doğrudan toplum nezdinde toplumsal ve politik sorumluluğun bir değer olmaktan çıkması; ikincisi, hala bu değerle hareket edenlerin güçlü bir balyozla toplumla bağ kuramayacak derecede ezilmiş olması ve kanalların yeniden açılmaması için devletin her daim teyakkuz halinde olması; üçüncüsü de, kendi hiyerarşik ve araçsallaştırıcı pratiğinin eleştirisini yapan hareketlerin, bunun yerine kolektif sorumluluğu yaşatılabilecekleri farklı modeller koyamamış olması. Yani daha
kestirme söyleyecek olursam, vicdani retçiler ya da antimilitaristler birçok başka muhalif küme gibi, bilindik araçlardan mahrum olmanın yanı sıra, bir halatın ortaklaşa nasıl çekileceği bilgi, deneyim ve anlayışına sahip değiller artık.
Vicdani retçi sayısı 90'ların ilk yarısında 30'u aşmıştı. Bu sayı bugün bir çekim merkezinin yokluğunda ağır ağır artarak ancak 60'ı bulabildi. Tabi bunda öne çıkmış birkaç vicdani retçinin yaşadığı ağır ve belirsiz süreçlerin de etkisi büyük. Vicdani retçi olmayı tartanlar haliyle bedel ve örgütlülük arasındaki orantısızlığı görüyorlar ve kararlarını buna göre veriyorlar. Her halükarda bu ülkede politik-apolitik muazzam bir asker kaçağı kitlesi olduğunu bir veri olarak akılda tutmakta yarar var.
Peki, basının tutumu nedir?
Basın, hem ordunun dümen suyunda militarizmi yeniden üreten, hem de hegemonik militarizm sonucunda sürekli kendi sınırlarına çarpan bir konumda. Elbette yeniden üretime karar veren patronlar ve sınırlarına mahkum edilip icabında hapse giren veya işini kaybeden de basın emekçileri. Ama bu kutupları ayrıştırabilsek de, basının bir bütün
olarak süregiden dengeden zarar gördüğünü ve zaman zaman bunu kırmaya yönelik refleksif çıkışlarda bulunduğunu da kaydetmeli.
Maalesef basın, militarizmin kendi üzerine kapaklanacağına kani olmadıkça bu konuda aktif bir rol üstlenerek riske de girmeyecektir. Dünyanın her tarafında, belirli ülkeler tarafından yürütülen savaşlar var. Savaşlar da orduları ayakta tutmak için devam ettirilen bir süreç. Siz bu durumu nasıl görüyorsunuz? Vicdani red, savaşlara karşı duruşta etkili olabilecek mi?
Bir orduyu felç etmek, dayandığı insan gücünün belli bir yüzdesini yekvücut bir kitle olarak mobilize edip ona karşı ayaklandırmaktan geçmiyor. Bu, öncelikli olarak sayılara dayalı bir süreç değil. Vicdani retçi, Güney Afrika örneğinde de belirttiğim gibi, bir gösterge işlevi görür. Yani açıkça tartışılamayanı, savaşın tabulaştırdıklarını, tekrar su yüzüne taşır. Topluma bireysel vicdanda yansımasını bulan sorularla özdeşleşme, kendine bakma olanağı sunar.
Hatta kemikleşmiş ama artık güncel soru ve sıkıntılara yanıt sunamaz hale gelen genel kabuller karşısında toplumu kendine bakmaya resmen zorlar. Savaş karşıtı kitlesel bir duruş ve etik bu göstergelere ihtiyaç
duyar, ama elbette bu göstergeler tek başına kitleselliği doğuramaz da, yerini de tutamaz. (UB/NZ)