Hazin bir son!
Ülkelerini büyük bir dehşet hapishanesine çeviren diktatörlerin ki Uday ve Kusay da bu diktatörlüğün birer parçasıydı- haksız, hukuksuz, adil olmayan emperyalist bir saldırıya ve işgale karşı bile direnme güçlerinin olmadığı dramatik şekilde ortaya çıktı.
Savaşın kaybedileceği anlaşılınca, sadece halkı tarafından değil, kendisine ölümüne bağlı olduğunu ilan eden komutanları tarafından da Saddam Hüseyin kolaylıkla terk edildi.
İbret verici bir tarih dersi.
Öyle ki, Amerikan ve İngiliz güçleri, şiddetli direniş nedeniyle savaşın sonuna kadar 5 bin nüfuslu küçük bir kasabaya (Um Kasr) bile giremedikleri halde, ülkenin başkentini neredeyse ellerini kollarını sallayarak ele geçirdiler.
Bağdat 10 adet tank tarafından teslim alındı. Ancak, gerçek anlamda bir teslim anlaşması bile yapılamadı. Ortada, böyle bir anlaşmayı yapacak kimse kalmadı. İhanet eden komutanlar ortadan kayboldu. Teslim olmayanlar kaçtı. Bağdat rejimi iskambilden bir şato gibi yıkıldı ve dağıldı. Ortada bir düzen kalmadı.*
Zalimlerin baladı
Um Kasr direnişi, ne kadar güçten düşürülürse düşürülsün bir halkın dünyanın en büyük ordularına karşı bile hukukunu savunabileceğini ortaya koyarken, Bağdatın düşüşü ise, ne kadar haklı bir zeminde olursa olsun bir zalimin, kendisinden daha zalim olanlara karşı, (halkı bir yana) ordusuyla birlikte bile savaşamayacağını gösterdi.
O nedenle, bugün devam eden direniş önemli de olsa, şu bilinmelidir ki; Irakta işgalcilere karışı esaslı, yaygın ve kitlesel bir mücadelenin gelişmesi, ancak Saddama rağmen yürütülmesi halinde mümkün olacaktır.
Bütün ülkeyi bir muhbir ağıyla ören, ihbarı sıradan bir insan davranışı haline getiren rejimin efendileri, bugün en yakınlarının bile ihanetine uğruyor.
Ancak, sıralanan bütün bu nedenler yine de olup bitenleri açıklamaya yetmiyor.
Irakta bugün yaşananlar, zengin bir tarihe ve uygarlık mirasına sahip olan bir halkın bile nasıl bütün değerlerini yitirerek, kişiliğini ve onurunu kaybedebileceğini de ortaya koyuyor. Kendisini yöneten zalimlerden ruhen kopan bir toplumun, yıllarca kişiliği ve onuru çiğnenmiş bir halkın nasıl düşürüldüğünü utanç verici şekilde tarihe sunuyor.
Kürtler, bir işgalci gücünü, insanlığın ve gezegenin geleceğini tehdit eden bir saldırganı kurtarıcı gibi karşılayabiliyorlar. Kürt kentlerinde ABDnin ulusal bayramı 4 Temmuz Bağımsızlık Günü kutlanıyor.
Umudun tükenişi her şeyi açıklar mı?
Kendi güçlerine dayanarak kurtulma umutları kalmayanlar, çareyi daha büyük efendiler aramakta buluyor.
Utanç verici bir durumla yüz yüzeyiz.
Daha kısa süre önce Sovyetler Birliği yıkıldığında dünyanın daha özgür ve demokratik olacağını söylemişlerdi. Hatta, bazı sol çevreler gerçek devrim günlerinin geldiğine bile inanmıştı.
Zaten kimimize (örneğin bana) göre revizyonist, kimimize göre bürokratik işçi devleti, bir kesimimize göre de sosyal emperyalist idi. Ama, hep birlikte yine de biliyorduk ki, o günlerde ne böyle bir işgal yaşanabilirdi (İran devrimi sırasında, Sovyetler Birliği savaş nedeni sayacağını açıklayınca ABD askeri müdahaleden vazgeçmişti) ne de dünya halkları kurtuluş umutlarını bu ölçüde yitirmişti.
İnsan neredeyse revizyonizm in gözünü seveyim diyecek!
Yeter mi?
Peki ama, bütün bunlar Irakta emperyalistlerle işbirliği yapan ya da Uday ve Kusayın öldürülmesini havaya ateş ederek kutlayan insanlara hak vermemiz için yeter mi?
Hayır!
Evet, eğer insanı insan yapan değerlerden onuru ve erdemi bir yana bırakmayacaksak, hayır!
O insanların söz konusu davranışları/eylemleri toplum psikolojisi ve siyaset sosyolojisi bakımından belki açıklanabilir ama, tarih önünde şerefli bir yerde oldukları söylenemez.
Çubuğu biraz daha bükerek söylemeden edemeyeceğim;
Uday ve Kusay, bütün kirli tarihlerine ve alçaklıklarına karşın, ABD askerlerine teslim olmayı reddedip saatlerce savaşarak şerefli bir şekilde ölmeyi bildiler. En azından havaya ateş etmediler. Yanlarında 14 yaşında bir de çocuk vardı.
Tarih çok acımasız. İnsanlığın böylesine düşürüldüğü günlere lanet olsun! (MY/NM)
* Örneğin, Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı sonunda teslim olduğunda, bunun anlaşmalardan gelen şartları vardı. İşgal orduları İstanbula girdiklerinde bile polis ve jandarma teşkilatı ülke genelinde korunuyor, padişah makamı, bakanlıklar vilayetler dahil bütün bürokratik aygıt işliyor, düzen devam ediyordu.