İllüstrasyon: Ehsan Ganji
“Sovyet deneyimi her şeyden önce bize neleri yapmaktan çok, neleri yapmamak gerektiğini gösterdi” diyor bianet’teki yazılarından tanıdığınız Hüseyin Şengül.
Hemen Kitap’tan yayımlanan “Sovyet Deneyimi ve Arayış” başlıklı kitabında, teori ile pratik arasında 70 yılda neler yaşandığını özetliyor; neden sorusunu sıkça sorup yanıt arıyor 300 sayfa boyunca. Cümle Vladimir İlyiç Lenin’in “Ne Yapmalı?” başlıklı kitabına diyalektik bir gönderme gibi. Daha iyi bir gelecek için neyi yapacağımızı bilmemiz kadar neyi yapmamamız gerektiğini de bilmek gerekiyor sanırım.
Hüseyin Şengül ile peşine düştüğü sorular üzerine konuştuk.
Gelecek için yanıt geçmiştedir, gibi bir yaklaşımla kaleme almışsınız "Sovyet Deneyimi ve Arayış"ı. Bu kitap bağlamında çok genel çizgileriyle gelecekte bizi ne bekliyor sizce?
Öncelikle İranlı şair Furuğ Ferruhzad’ın * “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla” dizesinin, kitabımı ve çöken sosyalizm sonrası düşün dünyamı özlü bir şekilde ifade ettiğini belirtmeliyim. Uçuşu unutmamalıyız.
“Gelecek için yanıt geçmiştedir” sözünü daha çok tarihçiler kullanıyor. Tarihin alanı geçmişe ait olduğu için, tarihçiler kendi ekollerini daha bir kıymete bindirmek niyetiyle ve geleceği geçmişin ardılı kılan bir yaklaşım yoluyla da tarihi ve dolayısıyla siyaseti aktüel hale getirmeye çalışırlar ki, bunun da bir anlaşılır yanı var.
Geçmiş bilinmeden bir gelecek tasavvuru yapmanın her şekilde yanılgıya yol açacağı kanısındayım. Ancak bu bağlamdan, geleceğin yanıtının da geçmişin bağrında saklı olduğu sonucu çıkmaz. Çünkü bugün, geçmişte olmayan birçok özelliği içinde taşıyabilir. Toplumların ve bireylerin bugünü hem geçmişi hem de geleceği içinde taşır. Bugün dünden devralındı ve yeni gelişmelerle, oluşumlarla bugün oldu ve bugünün kimi özellikleri yarına devrolunacak. Gelecek, bu anlamda bugünün içindedir.
Burada biraz felsefi bir yaklaşımla açıklamaya çalıştığım geçmiş-gelecek ilişkisine dair kitabımda şunu söylemeye çalışıyorum: Marx kapitalizmi tahlil etti, artı değer sömürüsünün ve yabancılaşmanın nedeni olan kapitalist üretim ilişkilerine karşı komünist toplum teorisini oluşturdu. 150 yıl boyunca sınıf çatışmaları devam etti, Sovyetler ve diğer sosyalist ülkeler kuruldu. 70 yıl sonra Sovyetler çöktü.
150 yıllık geçmiş bize şunu gösterdi: Kapitalizm birçok derin krizler yaşamasına ve pazar paylaşımı için iki büyük dünya savaşı çıkarmasına rağmen, kapitalizm kendini yeniledi. Marx’ın ve bir dönem Lenin’in de Avrupa’da beklediği devrimler olmadı. Genişleyerek yaşaması beklenen sosyalizm ise çöktü. Geçmişe baktığımızda Marx’ın kapitalizm tahlilindeki emek sömürü sistemi, yabancılaşma, meta ekonomisi, pazarın belirleyiciliği gibi birçok esas özellikler devam ediyor. Fakat Marx’ın proletaryası yok. Devrimin motor gücü olacak olan proletarya ve onun partisinin bugünün dünyasında bir karşılığı kalmadı. Toplumda sınıfların yapılarında değişimler oldu, yeni iş bölümleri ve buna bağlı olarak yeni kesimler oluştu. Sermayenin bileşenleri ve hareket alanları yeni özellikler kazandı. Buraya kadar geleceğin tamamen geçmişin içinde olmadığını ama geleceğin geçmişten de bağımsız değerlendirilemeyeceğini açıklamaya çalıştım.
“Sürekli büyüme ‘hastalığı’”
Gelecekte bizi ne bekliyor sorusu çok kapsamlı olup uzun uzadıya izahlar gerektiriyor. Dünya artık bu neoliberal uygulamaları kaldıramıyor. Eklemek istiyorum; belki birçoğuna saçma gelecek ama dünya artık bu kadar nüfusu da kaldıramıyor. Hemen buradan bir Malthusçu sonuç çıkarılmamalı. Yüzlerce milyon, hatta milyarlarca insan gerekli gıdadan, temiz sudan, barınma, sağlık ve eğitim imkanlarından mahrum. Devasa yıkıcılığa ve harcamaya mal olan silahlanma ve savaşa ayrılan payların bu alanlara harcanmasıyla, mevcut yoksulluk ve yoksunlukların giderilebileceği hesaplanmakta. Ancak uzun vadede bakıldığında sürekli büyüme ‘hastalığı’, kaynakları hızla tüketmekte. Daha iyi bir dünya mümkün ve bu, kapitalizmin aşılmasıyla ya da dönüşmesiyle oluşacak. Ancak 20. Yüzyılın kavram ve yöntemleriyle değil. Daha iyi bir dünyanın adı, bugünkü hipotezlere göre komünizmdir. Ancak komünizmin fosil yakıtlara bağlı bir dünyada gerçekleşebilme imkanları da ayrı bir inceleme konusu. Ancak bu gerçeklik bizleri egemenlere karşı mücadeleden alıkoymamalı. Umudun taşıyıcısı ve amacın mücadelecisi olmayı yitirmemeliyiz. Zalimi güldürmek ağır dokunur bana!
70 yıllık Sovyet deneyimini masaya yatırmak çok iddialı bir iş. Sizi böyle iddialı bir başlığı tartışmaya girmeye iten nedir?
“Sovyet Deneyimi ve Arayış” başlığı çok iddialı. Kitabın böylesine iddialı bir ada sahip olması, içerikten çok, konusunun çarpıcı bir adla ifade edilmesindendir. Doğrusu, başka nasıl bir ad koyarız üzerinde düşündük ve yine de bu adın uygunluğunda karar kıldık.
Yanlış anlamıyorsam sorunuz aynı zamanda bu kitabı yazma nedenleriniz nelerdir sorusunu da içeriyor.
Evet, bu başlığı atmanıza ne neden oldu da diyebiliriz?
Sovyetlerin çöküşü üzerine Türkiye solunda (belki dünyada da böyledir) genel olarak şu üç görüş var: 1) Sovyetlerin çöküşünü Stalin’e bağlayanlar; 2) Çöküşü Stalin sonrası Kruşçev yönetimine bağlayanlar; 3) Çöküşü emperyalistlere, dış güçlere ve bunlarla iş birliği yapan iç düşmanlara bağlayanlar.
Bütün bunların çöküşe şu veya bu ölçüde birer etken oldukları açık. Ancak bu iddiaların hiç birisi çöküşün nedenleri olamaz. Bana göre sosyalizmin çöküşünün asıl nedeni, teoriden kaynaklanıyor. Elbette teorinin uygulanması sürecinde birtakım yanlışlıklar yapılmıştır ama esas olan bu pratikler değildir. Bunlar birer sonuçtur. Önemli olan, bu sonuçlara hangi nedenlerin yol açtığını bulmak. Ben de kitabımda “acaba” diyerek teorinin bazı kısımlarını görüşlerim doğrultusunda sorgulamaya ve Marksizm’e hem reel sosyalizm deneyimi ışığında hem de değişen dünya koşullarında tekrar bakmamız gerektiğini ifade ettim.
Türkiye için belirttiğiniz olası nedenler üzerine tartışma bir yana dünya tarihi için böylesi önemli bir deneyimi için hem o yıllarda hem de sonradan yazılmış çok miktarda kitap, yapılmış çalışma var. Okuma ve araştırma listenizi nasıl hazırladınız?
Sovyet deneyimi üzerine yazmak, Sovyet toplumunun tarihini ve siyasal yapısını oluşturan Marksizm-Leninizm üzerine okumalar yapmayı önsel olarak gerekli kılar. Ayrıca bu bağlamda söz söyleyebilmek için tarih, ekonomi, siyaset, kültür üzerine birtakım okumalar da yapılmalıdır. Tabi ki bütün bu alanda neler okunduğu kadar, nasıl okunduğu da önemlidir.
Geçmişten beri sözünü ettiğim bu okumaları şu veya bu biçimde yapmaya çalıştım. Kaynakçada verdiğim ‘Marksist klasikleri’ daha önceden okumuştum. Böyle bir kitap yazmaya karar verdiğimde ki, bu yaklaşık 1 yıl önceydi, Sovyetlerin dağılışından sonra yazılmış veya daha önceden yazılıp da yayınlanamamış kitapları seçtim. Özellikle Anne Applebaum’un “Gulag”, Svetlana Aleksiyeviç’in “İkinci El Zamanı”, Larisa N. Vasileva’nın “Kremlin Kadınları”, Moshe Lewin’in “Sovyet Yüzyılı” gibi epeyi yararlandığım kaynaklardı. Konuya dair ulaşabildiğim makaleleri de ilave edeyim.
Bu konuda çok geniş bir külliyatın olduğunu, benim ise bunun küçük bir kısmını ancak değerlendirebildiğimi söylemeliyim.
Teori konusuna dönecek olursak, siz Marksist teoriyi bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kitabımda “Bilginin sarmal merdiveni” diye bir bölüm var. Bu bölüm hem kitabın özüne hem de benim dünya görüşüme dair bir bölümdür. Ben uygarlığın ve bilginin varlığını bir sarmal merdivene benzetiyorum. Filozofların, bilim insanlarının, sanatçıların, kaşiflerin bütün söyleyip ettikleri aslında birbirinin reddiyeleri veya tamamlayıcılıkları üzerine inşa edilmiştir. Örneğin kuantum fiziğine Newton fiziği sayesinde ve o yanlışlanarak ulaşılmıştır. Yanlışlanma, bilimin temel özelliğidir. Öteki türü dogmadır.
Felsefe tarihi filozofların birbirlerini reddiyeleri, eklemeleri veya bütünlemeleriyle dolu. Marx kapitalizmi analiz etmiş ve yeni bir dünyanın mümkün olduğunu hem sosyal bilimler açısından hem de diyalektik materyalist felsefi görüşüyle öne sürmüştü. Bu anlamda Marksizm bir kilometre taşıdır. Hala geçerliliğini koruyan görüşleri olduğu gibi eskiyen ve hatta yanlışlanan görüşleri de olabilir. Bu bakımdan ben Marksizm’i ne tümden reddediyor ne de tümden kabul ediyorum. Bütün mesele Marx günümüzün sorularına ne ölçüde cevap veriyor, bunu bulup çıkarmak. Yoksa bir reçete çıkarmak değil.
"İhtiyacı kim belirleyecek"
Hangi sorulara cevap arıyorsunuz?
Gazeteci, yazar. "Sivas Akpınar'ın Yazısız Tarihi", "Bir Gezi Bin Renk", "Narın ve Şarabın Harında" (şiir), "Sisyphos'un Kaderi" adlı kitapları var. Bir dönem 'Bizimkenthaber' adlı site dergisinde yayın yönetmenliği ve Gerçek Gazetesi'nde köşe yazarlığı yaptı. bianet ve Gazetemistanbul'da yazıyor. 1957 Sivas Akpınar köyü doğumlu. |
Kitap üzerine can alıcı soru bu olsa gerek. 300 sayfalık kitabın 70 sayfasında bu konuya ait. Marksist-Leninist teorinin ana hatlarını oluşturan devlet, iktidar, şiddet, sınıf, bürokrasi, mülkiyet, eşitlik gibi görüşlerini “acaba” diyerek sorgulamaya çalıştım. Elbette bu temel konularda bir karşı görüş veya alternatif görüş oluşturmak anlamında değil. Çünkü bunu yapabilmek belli bir birikimi gerektirir. Bu nedenle hadsizlik yapamazdım. Zaten çöküşten sonra bu alanlarda yazılan akademik makale ve kitaplar var. Ben de kendimce görüşlerimi belli bir teorik ve edebi düzeyde ifade etmeye çalıştım.
Örneğin Marx, komünist toplumun olmazsa olmaz özelliklerinden birisinin “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” der. Yani kişi yeteneğine göre çalışacak ama ihtiyacına göre de tüketecektir. İlk bakışta harika bir yaşam, harika bir toplum yapısı olarak gözüküyor. Buradaki asıl soru şudur: İhtiyacı kim belirleyecek? İhtiyacı toplumun o günkü ulaştığı teknolojik ve kültürel ortamına göre kişinin kendisi belirler. Yani ihtiyaç, öznel bir belirlenimdir. Bir başka deyişle kişinin maddi ve manevi gereksinimlerini belirleyen, onları talep eden bir irade, bir bilinç, kısaca bir özne vardır ki o da kişinin kendisidir. Peki bu durumda bütün kişiler veya çoğu daha iyi bir arabaya binmek, daha çok tatil yapmak, daha kaliteli giyinmek veya daha büyük bir evde oturmak isterse, ne olacak?
Bu durumda komünistler şunu ileri sürebilirler: Öyle bir aşamaya ulaşmış toplumun bireyleri kendine yetecek olanlarla yetinme kültürüne sahip olacakları için herkesin ihtiyacını karşılama mümkün olacaktır. Ben bu kanıda değilim. Bu tamamen bir eşitleme, bir toplum mühendisliği projesidir ki, insan denilen varlığın yeterince çözümlenemediği, anlaşılamadığı anlamına gelir. İşte bir tartışma konusu.
Sovyet deneyimi üzerine kitap ama dünyada bağlantılı olarak 1990 ile birlikte hızlı bir çözülme oldu. Türkiye’deki sosyalist mücadelenin içinden geliyorsunuz. Sizi nasıl etkiledi? Glasnost ve Perestroyka ilanı sırasında eler düşünmüştünüz?
Glasnost ve Perestroyka ilanının ne anlama geldiğini doğrusu yeterince kavrayamamıştım. Gorbaçov’un bu politik tavırlarının Sovyetlerde ileriye doğru atılmış güvenli adımlar olduğunu sanıyordum. Hatta SBKP Merkez Komitesi’nde Parti Sekreterliği için hep yaşlı insanların seçilmesi bayağı can sıkıcıydı. Örneğin Çernenko seçildi, kısa bir süre sonra öldü. Andropov seçildi, kısa bir süre sonra öldü. Zaten bunlardan önceki sekreter Brejnev neredeyse akıl sağlığını kaybetmiş olarak öldü. Gorbaçov’un 59 yaşında sekreter olması Partinin gençleşmesinin bir işareti olarak görüldü. Kısa süre sonra Gorbaçov’un adımlarının güvenli adım değil, tersine sistemi güvende tutmanın son bir çabası hatta çırpınışları olarak atılan adımlar olduğunu gördüm. Çünkü işe yaramamıştı. Yaklaşık iki yıl görevde kaldı ve bu iki yıl, düdüklü tenceredeki basıncın son raddesiymiş! Ben Sovyetlerin çöküşünden çok bu yapıyla özdeşleşmiş olan sosyalist/komünist dünya görüşünün bu bağlamda oluşan çöküş algısıyla sarsıldım! Çünkü sosyalizm, 20. yüzyılın belirleyicisi ve insanlığın umuduydu.
Fakat daha sonra bu haliyle mevcut sosyalist toplumların daha uzun süre umutları boşa çıkartmaktansa, iyi ki bir an önce çökmüş dedim. Çöküşün tek avunduğum tarafı bu.
Ancak neoliberal politikaların gemi azıya aldığı günümüze baktığımızda durumun dünden daha iyi olduğunu söylemek mümkün değil. Kapitalizm ve onun işbirlikçisi diktatörlükler, oligarşiler, otokratlar zulümlerine, sömürülerine ve doğanın katliamlarına daha fazla devam ediyorlar. Hemen hemen bütün iktidarlar insan haklarının, özgürlüklerin, adaletin üzerinde tepiniyorlar! Sol yanım bu olanlar karşısında vicdani ve onurlu duruşumun önde gelen dayanağıdır. Kitabımı da bu nedenle “Mazlumların ve mağdurların anısına” adadım. (HK)
* Furuğ Ferruhzad 1935’de Tahran’da doğdu. 1967 yılında, daha 32 yaşındayken bir trafik kazasında öldü. Daha çok hüzünlü şiirleriyle kadınları etkiledi. Şah döneminin despotluğuna karşı çıktı.