KADINLAR GÜNÜ
Üç Oyunla Kadın Hakları

Çoğu zaman münferit olarak nitelendirilip görmezden gelinen 'kadına yönelik şiddet' gerçeğini, Sivas Devlet Tiyatrosu bu tiyatro sezonunda 3 oyunla sahneye taşıdı.
Sivas Devlet Tiyatrosu, sahnelediği "Batakhane Güzeli", "Gus ile Yemek Saati" ve "Ortak Ağıt" isimli oyunlarla,cinayetlerle sonuçlanan kadına yönelik şiddetin temel dayanağı olan erkek egemen toplumun kadına yönelik psikolojik baskısını eleştiriyor.
Sivas Devlet Tiyatrosu, tiyatro sezonuna perdelerini açtığı ilk oyun olan "Batakhane Güzeli"nde Osmanlı dönemindeki kabadayılık teması ile "erkeklik" rolünü insani değerler üzerinden tartışmaya açarken, "erkeklik" dayatması altında ezilen kadının yaşadığı psikolojik ve etnik şiddete de eleştirel bir bakış açısı getiriliyor. "Gus ile Yemek Saati" adlı oyunda ise şöhret duygusunun yarattığı travmanın kadını nasıl metalaştırdığını sahneye yansıtılıyor. Kayıp çocuklarını arayan binlerce annenin dramını mitolojik bir dille anlatan "Ortak Ağıt" adlı oyunla da, kadının annelik rolünün nasıl sömürülüp, baskı unsuruna dönüştürüldüğü sahneye aktarıyor.
Sahneledikleri 3 oyunun ana temaları farklı olmasına karşın, oyunların iç dramasında kadına yönelik şiddetin eleştirisinin yapıldığını dile getiren Sivas Devlet Tiyatrosu Müdürü ve Bölge Sanat Yönetmeni Abdullah Ceran şunları söyledi:
"Tiyatro sahnesi selamlaşma yeridir. Bir başka söylemle, tiyatro sahnesi gerçekle yüzleşmeye açılan perdedir. Dolayısıyla, tiyatronun toplumsal gerçeklerden soyutlanarak varlığını sürdürmesi çok zordur. Kaldı ki toplumsal gerçeklikler, ister oyun metni ile olsun isterse oyuncunun karakteri canlandırmasındaki davranış ve mimiklerle olsun, bir şekilde tiyatro sahnesine yansır.
"Kadına yönelik şiddet, artık, toplumsal yaşamdaki şiddet ve nefret kültürünün hangi boyutlara ulaştığının en önemli verisi haline geldi. Bununla beraber, kadına yönelik şiddet 'eşitlik ilkesini' de tartışmaya açan en büyük sorun. Bu koşullar içerisinde, bu yaşananlara sanatsal duyarlılıkla yaklaşmamak imkansız. Bu nedenle 3 oyunumuz da, ana temaları ayrı olsa bile kendi iç dinamiklerinde kadına yönelik şiddet eleştirisini barındırıyor.
"Sezonun ilk oyunu olan 'Batakhane Güzeli' ile geleneksel toplumun iç dinamiğinde kadının nasıl bir dışlanma unsuru olduğunu vurgularken,'Gus ile Yemek Saati' oyununda ise popüler dünyanın kadını etkisi altına alarak nasıl yabancılaştırdığını sahneye yansıttık.
"Bu sene Devlet Tiyatroları'nın ana tema seçimleri içinde yer alan DEMOKRASİ kavramı doğrultusunda, Dünyada ve Türkiye'de ilk kez 12 Ocak'ta sahnelediğimiz 'Ortak Ağıt' isimli oyunla da, kutsal annelik duygusu üzerinden kadınların tarifi olmayan acı ve baskılara nasıl maruz bırakıldıklarını göstermeye çalıştık."
"Kadınlarımızın tüm yaralarının sarılacağı temennisiyle"
"Ortak Ağıt" isimli oyunda, "Korkmuyorum yapacakları işkenceden. Anayım ben... Anlıyor musun anayım. Ben gidiyorum. Sağ ise oğlumu görmeye, öldüyse cesedini almaya..." repliği ile canlandırdığı karakterle, on binlerce annenin acısını yankılatan sanatçı Özge Günay 8 Martla ilgili olarak şunları söyledi:
"8 Mart her sene, bir tekerrürden ibaret mi olacak? Bugün halen kadına karşı şiddet, dünyada en yaygın, ancak en "az"la cezalandırılan suçların arasındadır. Eşit haklara sahip olmak yolunda verilen mücadelenin, bir gün kazanılması ümidiyle, 129 kadının ardından acıyla anılan, "soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen" bizim kadınlarımızın tüm yaralarının sarılacağı temennisiyle, 8 Mart Dünya Kadınlar, Dünya Emekçi Kadınlar Günümüz Kutlu olsun...
Kadın 21. yüzyılda tamamen metalaştırıldı
"Kâh konu komşu baktı bundan sonra bana, kâh şehrimdeki bir uzak akrabam. Böylece inceden inceye gözüktür olmuştur Gülperi'nin akıbeti. Zamanla serpilip boylandık tabii. Rahat bırakmadı. İnsanlar, akrabalar... Sulanalar, tacizler eksik olmadı" repliği ile "Batakhane Güzeli" oyununda kadınların, yaşadıklarını dile getiren sanatçı Burcu Ongun Altay, kadına yönelik şiddet hakkında şunları ifade etti:
"Kadın 21. yüzyılda tamamen metalaştırıldı. Dünyaya baktığımızda her yerde kadına şiddetin olduğunu görüyoruz bu sadece bizim ülkemize has bir şey değil. Evimizde ki kadınla şehirde ki ya da dışarıda ki kadının bir farkı yok baktığımızda. Eğitim okulla olacak bir şey değil. Birbirini anlamak, empati kurmakla ilgili bir şey. Parçası olduğunuz dünyaya bakıp yaşantınıza şükrederseniz o zaman diğer varlıkların değerini daha iyi bilir ve sorunu olabildiğince ortadan kaldırırsınız. Tamamen kirlenilmişliğin olduğu dünyada sizde hoşgörünüzü yitirirseniz, işte o zaman yaşanılmaz bir dünyada nefes almaya devam edersiniz."
Cinsiyet cinayetlerine dönüşen kadına yönelik şiddetin temel dayanağı olan kadına yönelik psikolojik şiddeti 3 faklı oyunla sahneye koyan Sivas Devlet Tiyatrosu'nun oyunlarını sergilediği tarihler şöyle:
* Ortak Ağıt: 8-9-10-29-30 ve 31 Mart
* Batakhane Güzeli: 15-16 ve17 Mart
* Gus İle Yemek Saati: 22-23-24 ve 27 Mart
Deprem bölgelerindeki özel bakımevlerinden haber yok

Dumanların isi tekelleşen yerel medya üzerinde

Eril söylemlerin "cinayet" mahalli: Sosyal medya
.jpg)
UMUT KOŞAN YAZDI
Ütopyayı umuda dönüştürecek tek şey: İyi Bir Yer…

İNTERNETTE SOHBET HİZMETİ VEREN ZELİHA:
"İşyerimde tacize uğradım, bu işte hiç değilse temas yok"

BİANET'E GELENLER - MART 2025
İletişim Yayınları'ndan 11 yeni kitap okuyucuyla buluştu

letişim Yayınları'ndan bianet'e gelen 11 yeni kitabı sizlerle paylaşıyoruz.
Yiğit Akın, Birinci Dünya Savaşı’nın toplumsal tarihine bakıyor; başka bir deyişle, savaşı salt askerî-siyasi boyutunun ötesinde, toplumsal bir olay olarak inceliyor.
Ölümünden yıllar sonra bir araya getirilen Hapishaneden Mektuplar, 1926-1937 yılları arasında Gramsci’nin kaleme aldığı, bilinen 489 mektubun tamamını içeriyor. Bir entelektüelin düşünce dünyasını, insani yönlerini en açık biçimde sergileyen mektupların her satırında küçük sevinçler ve kederler kadar derin ahlâki ve entelektüel yargılar da yer alıyor.
Cemal Erez ve Meral Erez’in titiz çalışmalarıyla, tamamı ilk kez Türkçe yayımlanan Hapishaneden Mektuplar, Antonio Gramsci’nin düşünsel mirasının önemli bir parçası…
Baba olacağını öğrenen Gündüz Vassaf, çocuğunun doğumuna aylar kala kaleme sarılır ve ona mektuplar yazmaya başlar... Yazılmalarının üzerinden 40 yıla yakın zaman geçtikten sonra nihayet gün yüzüne çıkan bu mektuplar, baba adayı Vassaf’ın iç dünyasını tüm samimiyetiyle ortaya koyuyor: Hamileliğin öğrenilmesinden ebeveynlik sorumluluklarını düşünmenin yarattığı baskılara, kendi anne-babasıyla ilişkilerini sorgulamasından çocuğunun geleceği için kurduğu hayallere, ilk ultrason görüntüsünden insanlık üzerine düşüncelere...
Güzin Yalın, Ziyafet’te bazen bir sofradan, bazen kaynayan tencerenin başından; bazen de iki arada bir derede ağza ancak bir lokma atılabilen sıkışık anlardan ve kalabalık zamanlardan yola çıkarak hayatın tam ortasına gelip kurulan öyküler anlatıyor: aşklar, ayrılıklar, yeni yeni heyecanlar, yalnızlıklar…
Gülhan Davarcı’nın kahramanları hayatın akışı içerisinde önemsizmiş gibi görünen ama aslında o akışa yön veren duygularla baş başalar: Bazen, her şey yoluna girecekmiş hissi veren, bazen de bir lekeymişçesine üzerimize yapışıp kalacağını gelişinden anladığımız…Duygular gibi kahramanlar da gelgitli, temkini elden bırakmadıkları anlarda coşkunun ya da karamsarlığın esiri etmiyorlar kendilerini, bir köşede başlarına gelecekleri kabullendikleri anlarda ise dünyanın hemen yok olacağına inanmış insanların o umutsuz gözleriyle bakıyorlar etrafa.
Joseph Wayne genişleyen ailesi için yeni yerler kapmak üzere Kaliforniya’ya taşınır ve burada bir çiftlik kurar. Babaları öldükten sonra diğer kardeşleri de aileleriyle birlikte buraya gelirler. Joseph kendisinin toprakla özel bir bağı olduğunu ve ölen babasının evin bahçesindeki ağaçtan kendisini izlediğini düşünür. Onları kuraklık ve kötülüklerden koruduğuna inandığı bu ağaca neredeyse bir put gibi tapar. İnsan iradesi, yalnızlık, inanç ve doğayla kurulan mistik bağ üzerine derinlemesine bir anlatı sunan Bilinmeyen Bir Tanrıya, Steinbeck’in edebi mirasında özel bir yere sahip.
Çok Şeker Armud, Christie’den ve Simenon’dan ilhamla yazılan, ama yaşadığımız memleketin tüm dertleriyle, ilginçlikleriyle karılan hikâyelerden müteşekkil; bunlar "cinai hiciv" denebilecek yeni bir türün örnekleri.
Mehmet Şenol, Ateş’in Güneş’i’nde Türkiye’de futbol-siyaset ilişkisinin sansasyonel bir tarihsel vakasını bir roman gibi anlatırken aynı zamanda Tek Parti döneminde siyasi elitler arasındaki mücadelenin kritik bir “muharebesini” ele alıyor. Bir tarafta, Cumhuriyet’in müesses nizamı karşısında, “politikacılar bankası” diye anılan İş Bankası Grubu, Denizcilik Bankası, Celal Bayar… Bir tarafta Galatasaray Lisesi merkezli seçkinler karşısında Peyami Safa’nın deyişiyle “Galatasaray’da cumhuriyet ilanı zamanı geldiğini” ileri sürenler...
Nurgül Certel, Türkiye’nin aşina olduğu fakat araştırma konusu olarak çoğunlukla gözden kaçmış bir hususu ele alıyor: Çokeşlilik. Suriye iç savaşının neden olduğu zorunlu göç sonrası, Suriyeli kadınlarla yapılan çokeşli evlilikleri yerinde gözlemlediği çalışmasında, bu evliliklerin taraflarından olan erkeklerin, çokeşli evlilikleri nasıl meşrulaştırdıklarını gösteriyor. Erkeklerin, “mağdur olana sahip çıkmak”, “çocuk sahibi (ağırlıkla erkek çocuğu) olamamak”, “sevgisiz ve geçimsiz evlilikler” gibi sebeplerle yapıldığını iddia ettikleri çokeşli evliliklerin diğer tarafları olan kadınların da sesi oluyor. Hem Türkiyeli “ilk eşlerle” hem de Suriyeli “ikinci-üçüncü eşlerle” yapılan görüşmeler neticesinde kadınların bu evliliklere nasıl ve neden “razı olduklarını/edildiklerini”, evlilik içi dinamikleri ve ilişkileri açıklama çabasının yanı sıra bu evliliklerin “aracılarını”, kadınların bir meta gibi pazarlık konusu haline getirilmelerini, kadınlar üzerinden kurulan çıkar ilişkilerini ve sağlanan kazançları da es geçmiyor.
Devrim öncesi Rusya’nın başkentinde, 20. yüzyılın başlarında geçen Petersburg, siyasi kaosun ve bireysel varoluş sancılarının gölgesinde bir baba-oğul çatışmasını merkeze alır. Senatör Apollon Ableuhov ve devrimci fikirlerle “zehirlenmiş” oğlu Nikolay’ın hikâyesi, Petersburg’un sisli sokaklarında, patlamaya hazır bir bomba metaforu etrafında şekillenir. Beliy, şehrin mimarisini ve atmosferini canlı bir karaktere dönüştürerek, mekânı hem bir dekor hem de bir anlatıcı olarak kullanır. Dilsel oyunlar, ritmik anlatım ve simgesel imgelerle zenginleşen Petersburg, Dostoyevski’nin ahlâki derinliğiyle Gogol’ün grotesk mizahını buluşturur. James Joyce’un Ulysses’i ile kıyaslanan bu başyapıt, modern roman sanatının kilometre taşlarından biri.
Klinik psikolog Jessamy Hibberd Sahtekârlık Sendromundan Kurtulmak’ta öğrencilerden üst düzey yöneticilere kadar geniş bir yelpazede çok sayıda insanı etkileyen bu durumdan sıyrılmanın basit ve uygulanabilir yollarını açıklıyor ve mağdurlara kendi kabiliyetlerine inanabilecekleri daha iyi bir gelecek için umut veriyor.
(VC)