Yazarlık serüvenine tarihî romanla devam eden Merve Küçüksarp'ın yeni kitabı "Yasaklar Şehrinde Aşk" raflardaki yerini aldı.
Üç yıl önce "Hazan Vakti" romanıyla işgal yıllarındaki İzmir'i resmeden, gayrimüslim nüfusun şehirden göç etmesiyle yaşanan yaprak dökümünü anlatan Küçüksarp, okuru bu kez 1908 İstanbul'una götürüyor.
1908 yılı ki otuz iki yıllık istibdat dönemini sonlandırmak için anayasanın parlamenter sisteme göre değiştirilmesini isteyen İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin sahneye çıktığı tarih. Siyasal ve sosyal gelişmelerin hız kazandığı; olaylarıyla, krizleriyle, değişim süreçleriyle "modernleşme" sancılarının en yoğun hissedildiği dönem.
Roman çok kültürlü, çok dilli, çok sesli demografik ve sosyolojik çeşitliliğe sahip Grand Rue de Pera'da okuyucuyu yolculuğa çıkarıyor. Osmanlı'da modernleşme hareketleriyle şekillenen Cadde-i Kebir'de (İstiklâl Caddesi) yazarların, sanatçıların, siyasetçilerin, ecnebilerin uğrak yeri Pera Palas ve İttihatçıların meskeni Serkldoryan gibi tarihî yapılara uğruyor sık sık.
Yasaklar Şehrinde Aşk'ta eski bir nazır oğlu olan Halit Fikret ile büyük bir serveti ardında bırakarak yaşamına özgür bir kadın olarak devam eden Amelya'nın hikâyesi masalsı bir dille anlatılıyor. Yazar, uzun bir süre İttihat Terakki'de mesai yapan, daha sonra Prens Sabahattin'in siyasî meclislerinde pişen Halit Fikret karakteriyle, yaşadığımız coğrafyada hürriyet kavgasının kökenine iniyor.
Meşrutiyet'in ilânıyla 31 Mart vakasına kadar olan dönemde siyasal, sınıfsal, kültürel ve toplumsal değişimlerden esinle Yasaklar Şehrinde Aşk'ı yazan Merve Küçüksarp ile kadim Pera'nın bir mekânında romanı üzerine konuştuk.
Yazar Küçüksarp, erkek-kadın ilişkisinin bugün hâlâ ezen-ezilen ilişkisi olduğunu dillendiriyor: "Aslında roman Osmanlı'daki çokeşliliğe ve cariyelik/kölelik kavramlarına dair bir yorum getiriyor. Amelya, kadın hareketi açısından önemli bir kadın tipi. Kadın derneklerinde çalışıyor. Kişisel hürriyeti için de mücadele ediyor. Ama özgürlüğü için ağır bedeller ödüyor."
Ona göre, Halit Fikret ile Amelya aşkındaki gerilimin en büyük sebeplerinden biri özgürlük konusu: "Bugün bile hâlâ erkek ile kadın arasındaki ilişki ne yazık ki çoğunlukla ezen-ezilen meselesi. O yüzden Amelya, âşık olduğu adama çekinceli duruyor. Bizler Amelya'nın hürriyet mücadelesi bağlamında Osmanlı erkeğinin çelişkilerini de görüyoruz pek tabiî."
"Aşk hikayesi ekseninde tarihi İstanbul'u anlatıyor roman"
Körkütük ve Ab-ı Hayat. Bu iki kitabından sonra Hazan Vakti ile farklı bir türe, tarihî romana yöneldin. Yasaklar Şehrinde Aşk'ı nasıl tanımlarsın?
Tarihî bir aşk romanı diyebilirim. Aslında aşk romanı ifadesini kullanmayı çok sevmiyorum. Tabiî ki romanın merkezinde o dönemde yaşayan insanların aşkı var.
Bir aşk hikâyesi ekseninde tarihî İstanbul'u anlatıyor Yasaklar Şehrinde Aşk; İkinci Meşrutiyet'in ilânı ile 31 Mart vakası arasındaki siyasî gerilimi. Ama sadece bu değil.
Çünkü ben bir yazarım. Misyonum tarih kitabı yazmak değil ama olayların, ekonomik ve sosyolojik değişimlerin karakterlerim üzerinde yarattığı etkiyi anlatmak... Zaten bu romanın arka planında da bu var.
Her kitabı yazmadan evvel yazar elbette araştırma yoluna başvurur ama belli bir tarihsel dönemde geçen roman için araştırma daha bir önem kazanıyor olsa gerek.
Osmanlı'nın son dönemini konu alan aslında çok roman var. Onlarca roman İttihat ve Terakki'yi anlatıyor; hem Meşrutiyet öncesini hem de 1918'de İttihat Terakki'nin lağvedildiği sürece kadar yaşananları...
Bu romanlardan, 31 Mart vakasına kadar olanların neredeyse hepsini okudum.
Bunun dışında tarih kitaplarını inceledim. Bazıları nadir eserler olduğu için kütüphanelerde epeyce vakit geçirdim.
Dönemin gazete ve dergilerini de taradım. Roman için o zamanın tarihî dokusunu özümsemeye çalıştım. Tarihî bir roman yazıyorsanız eğer o dönemde kullanılan çatal-bıçak takımından kıyafetlere ve dönemin siyasî portresine dek her şeye hâkim olmak durumundasınız. İnsanların sosyal alışkanları, kültürleri, günlük ritüelleri, siyasî meseleler de buna dâhil.
İttihat Terakki, gizli bir örgüt olarak kuruluyor önce. Muhalefetteyken eşitlik, özgürlük, adalet mücadelesinin merkezi olmasıyla anıldığı kadar iktidar sürecinde köhne düzenin devamıyla, yasakçı politikalarıyla hayâl kırıklığı yaratmış, eleştirilmiş ama yalnız siyasî bir parti de değil! Bize biraz İttihat ve Terakki'den, o dönemin hâlet-i ruhiyesinden bahseder misin?
İttihat Terakki başta homojen bir grup değildi. İnsanları bir cemiyet çatısında birleştiren ülkü Abdülhamit'e karşı olmaktı.
Bunların arasında hem Mustafa Kemal gibi saltanata karşı olanlar hem de 'saltanat kalsın, farklı bir padişah gelsin' diye düşünenler vardı.
Bazıları adem-i merkeziyet, bazıları güçlü devletçi/merkeziyetçi yönetim hayalleri kuruyordu... İttihat Terakki düşünür, yazar, siyasetçi, gazeteci, edebiyatçı, asker gibi farklı ekolden, farklı sosyal sınıftan insanların bir araya geldiği bir cemiyetti.
Aslında çok da büyük değil; üç dört bin üyeliydi. Ama etkisi çok büyüktü. Fransız İhtilali'nin düşünürlerinden etkilenen Yeni Osmanlılar kuşağının mirasını taşıyan Ahmet Rıza'nın başında olduğu bilinen Paris ayağı vardı cemiyetin.
Bir de Selanik ayağı vardı. Selanik kolunu daha çok orta kademe askerler oluşturuyordu.
"Halit Fikret sistemin kaybedeni"
Daha önce Cemiyet'in en gizli toplantılarına katılan, sonra Sabahattin Bey'in siyasî meclislerinde pişen ve hâlâ idealist kimliğiyle tanınan Halit Fikret karakteri üzerinden bakacak olursak, İttihatçılar ile Ahrarcılar arasındaki gerilimin asıl sebebi neydi?
Başkahramanımız Halit Fikret'in çocukluk arkadaşı, aynı zamanda padişahın yeğeni olan Prens Sabahattin, sürgün olarak gittiği Paris'ten döndükten sonra tarihimizin ilk muhalif partisi olan Ahrar fırkasını kurduruyor.
İttihat ve Terakki'nin iktidarın dizginlerini eline almasından sonra beklentilerinin karşılanmadığını gören kalabalık bir kadro bu oluşumda yer alıyor.
Uzun bir süre İttihat Terakki'de mesai yapmış olan Halit Fikret de kadronun başını çekiyor. Zaten İttihat Terakki ile Prens Sabahattin arasındaki itilaf ilk kez Birinci Jön Türk Kongresi'nde çıkıyor ortaya. Prens Sabahattin, katı bir merkezî yapıdan ziyâde, yerel yönetimlerin güçlü olacağı bir adem-i merkeziyetçiliği savunuyor.
Bu iki görüş çatışa çatışa ilerliyor İttihat Terakki'de. Meşrutiyet ilân olduktan sonra ortak "düşmanın" sahnedeki rolü azaldığı zaman ise yönetim biçimi, gayrimüslimlerin hakları, hukuk sistemi konuları gündeme gelince aralarındaki görüş ayrılıkları artıyor.
İttihat Terakki'de meşrutî merkeziyetçilik fikri ağır basıyor. Hatta Balkan Savaşlarından sonra katı bir Türk milliyetçiliği güdüyorlar. Halit Fikret, İttihat Terakki'nin Meşrutiyet'in ilânından sonra onda yarattığı hayâl kırıklığıyla kendini bu fırkada, Ahrar'da buluyor. Tabiî bu buluşmada Prens Sabahattin'e duyduğu hayranlığın ve gönül bağının etkisi de büyük.
Peki Halit Fikret Ahrar'da aradığını bulabiliyor mu? Romanda okuyucuyu bir sürpriz bekliyor Halit Fikret'le ilgili...
Maalesef. Türlü hayaller kurduğu muhalif fırkanın da onun hayâlindeki gibi bir hürriyet getirmeyeceğini anlıyor. Hayallerinin gerçekleşmesi için gereken iklimin bu topraklarda görülmeyeceğini anlıyor. Ve başta Sabahattin Bey ve oradakiler arasında da uçurum büyüyor. Kendini yalnız hissediyor. Aslında bir anlamda sistemin tutunamayanı Halit Fikret. Evet, bu bağlamda okuru büyük bir sürpriz de bekliyor.
Romanla ilgili ipucu vermek istemem ama ben bu romanımda ne yapılırsa yapılsın, meşrutiyete de geçilse, ne kadar hürriyetçi de olunsa yönetime gelenlerin yine bildiğini okuduğu, yeni fikirlerin kurban edildiği, yeni ideallerin bir şekilde ortadan kaldırılıp eskinin hüküm sürdüğü, ta toprağın derinlerine kadar işleyen doğu geleneğini sorguluyorum.
Bunu da Halit Fikret'in hem düzenle, hem de babasıyla olan ilişkisi ve romanın sonundaki akıbeti üzerinden yapıyorum.
Roman kozmopolit yapısıyla Cadde-i Kebir'de, bugünkü İstiklal Caddesi'nde, Asmalı Mescid'de bizi yolculuğa çıkarırken; Pera Palas ve İttihatçıların meskeni Serkldoryan gibi tarihî yapıların içinde buluyoruz kendimizi sık sık. Pera Palas, Serkldoryan, Tokatlıyan ve diğer tarihî yapılar... Nedir buraların alâmet-i fârikası?
Öncelikle Serkldoryan'dan (Cumhuriyet'ten sonra adı Büyük Kulüp olarak değiştirildi) başlayayım. Burası 19. yüzyılın sonunda kuruluyor. İlk günlerinde gayrimüslimlerin uğrak yeri.
Fakat Meşrutiyet'in ilânıyla beraber yavaş yavaş Müslümanlar da gitmeye başlıyor. Özellikle de İttihat Terakki kadrosu. Serkldoryan 1915'e doğru İttihat Terakki'nin bir şubesi gibi oluyor âdeta. Cemal ve Talat Paşaların sürekli toplandığı bir yer. O dönemin en popüler mekânı.
Aynı şekilde Lebon pastanesi de. Keza o dönem bohemlerin ve şarkıcıların yaşadığı muhit olan Asmalı Mescid'i de, şarkıcılık yapan Amelya karakterinin yaşadığı yer olarak seçtim.
O dönemde en popüler otel olan Pera Palas da sosyal hayattaki önemli bir mekân. Tokatlıyan daha lüks olmakla birlikte önemli şahsiyetleri ağırlıyor: Refik Halid, Yakup Kadri buranın müdavimleri arasında.
Romanda 1900'ler İstanbul'unda Pera ile Mercan arasında iki başlı hayatı resmediyorsun. Bu iki muhit arasında nasıl bir ikilik var?
Bu çatışma aslında eski İstanbul ile yeni İstanbul; yani iki ayrı dünya arasındaki çatışma.
Bu iki dünyayı, Galata Köprüsü birbirine bağlıyor. Pera; sonradan yapılan, konsoloslukların, lüks otellerin, restoranların, kulüplerin olduğu, Müslüman ahalinin çıkmaya kolay kolay cesaret edemediği, daha çok gayrimüslimlere ait bir muhit.
Mercan'ın içinde yer aldığı eski İstanbul ise Müslüman ahalinin yaşadığı, daha mütevazı, yolları çeşmeleri kırık dökük yoksul mahallelerin yer aldığı bir bölümü şehrin.
"Amelya dinini değiştirmek zorunda kalıyor"
Romanın başkarakterlerinden Amelya'nın trajik bir hikâyesi var. Başından geçen onca badireden sonra bir gün serveti de Ayla'yı da ardında bırakarak yaşamına özgür bir kadın olarak devam ediyor. Hatta kadınların insânî koşullarda eşit haklarla yaşayabilmesi için kurulan bir dernekte çalışıyor, bir yandan. Şarkıcılıktan kazandığı parayı derneğe sığınan kadınlar için kullanıyor. Nedir bu topraklarda kadının "yazgısı"?
Kitapta anlatılan dönem 1908-1909. Tek başlık altında toplayamayacağımız, genel bir yargıda bulunamayacağımız kadar farklı kadın var. Keza Müslüman kadınlar için o dönemki sistem başka işliyor, gayrimüslim kadınlar için başka. Ekonomik ve sınıfsal farklılıklar da belirleyici tabiî.
Zengin kadınlar daha fazla hürriyete sahip, meselâ. Dolayısıyla kamusal alanda daha çok görünür oluyorlar. Bir de taşra ile şehirde yaşayan kadınlar arasında farklılıklar var.
Meselâ tarlalarda kadınlar erkeklerle birlikte çok rahat çalışabiliyor. Şehirde ise daha çok eve, yani özel alana hapis oluyorlar. Kadınların aidiyetlerine göre de özgürlük alanı değişebiliyor.
Romandan gidersek, ben bu "yazgıyı" Amelya ile Canfeda karakterleri üzerinden inceledim. Canfeda Amelya'nın aynadaki tersi gibi. Amelya gayrimüslim bir ailenin çocuğu olarak hür doğuyor, sonra saraya satılıyor köle olarak.
Daha sonra bir paşayla evlendiriliyor. Paşa öldükten sonra bütün serveti konağa bırakarak kendi hürriyetine kavuşuyor.
Canfeda ise tam tersi. Köleliği benimseyerek Halit Fikret'in babasının cariyesi olarak, Teşvikiye'deki konakta uzun süre kalıyor. İkisinin de hisleri aynı adamda birleşiyor, Halit Fikret'te. İkisi de ruhlarına aynı adamın aynasından bakıyorlar ve o aynada gördükleri kadın temsilleri birbirine tamamen zıt. Aslında roman bu iki karakter bağlamında Osmanlı'daki çokeşliliğe ve cariyelik/kölelik kavramlarına dair bir yorum getiriyor.
Roman çağlar boyu kitaplara, filmlere konu, şairlere, müzisyenlere esin olan, insanın biricik duygusu, kendini, hayatı keşfi, aynı zamanda coşkusu kederi yalnızlığı olarak da niteleyebileceğimiz aşk konusu üzerinden yükseliyor. Romanda Halit Fikret ile Amelya arasında nasıl bir ilişki var?
Aşk var! (Gülüyor...)
O dönem aşkı yaşamak hiç kolay değil. Müslüman kadınlar ve erkekler arasındaki aşktan zaten hiç bahsetmiyorum. İnsanların görüşüp birbirini tanıma olanağı çok kısıtlı.
Romanda Müslüman bir erkek ile gayrimüslim bir kadın arasındaki aşkın bile ne kadar zor olduğunu görüyoruz. Çünkü sürekli etrafları yasaklarla çevrilmiş.
Kadın ve erkeğin hürce aşklarını yaşamalarına, birlikte olmalarına dair türlü yasaklarla... Ki bu dönem, yani Meşrutiyet, kadınların nispeten dışarıda görünür olduğu bir dönemdir. Bilmiyorum, belki de bu yasaklar, imkânsızlıklar bu aşkı ve o dönem aşklarını daha tutkulu yapıyor.
Amelya'yı biraz daha tanıyabilir miyiz?
Amelya aslında kadın hareketi açısından önemli bir kadın tipi.
Kadın derneklerinde çalışıyor. Kadın dergileri için yazılar yazıyor. İttihat ve Terakki'de görev alıyor. Kişisel hürriyeti için de mücadele ediyor; meselâ din değiştiriyor...
Bunu bir dini diğerine tercih ettiği için değil, gayrimüslim kadınlar daha özgür giyinebildiği, kamusal alanda daha rahat var olabildiği, istedikleri yerde çalışabildikleri için yapıyor. Yani özgürlüğünün sınırlarını genişletmek adına yapıyor bunu.
Amelya'nın Halit Fikret'e çekimser kalmak istemesinin nedeni bu mu?
Halit Fikret ve Amelya, daha romanın başında karşılaştıkları eczanede birbirlerinden etkileniyorlar.
Ama Amelya ile Halit Fikret ilişkisinin çizgilerini belirleyen ve aralarındaki çatışmaları yaratan yine Amelya'nın hürriyet arzusu.
Amelya bu yüzden bir süre Halit Fikret'e bağlanmak istemiyor. Onun bir Osmanlı erkeği olarak kendi üzerinde tahakküm kuracağını düşünüyor.
Bugün bile hâlâ erkek ile kadın arasındaki ilişki ne yazık ki çoğunlukla ezen-ezilen meselesi. O yüzden Amelya bundan korkuyor. Bizler Amelya'nın hürriyet mücadelesi bağlamında Osmanlı erkeğinin çelişkilerini de görüyoruz pek tabiî. Eğitimli, bir paşa oğlu, son dönem Osmanlı aydını diyebileceğimiz bir insan Halit Fikret. Ama buna rağmen, Amelya'nın hür davranışları ve alışık olmadığı kadın figürü karşısında afallıyor.
Bir hikâye kurdun, karakterler yarattın: Halit Fikretler, Amelyalar... Ve bir gün romanının son cümleleri döküldü ellerinden. Ayrılık vakti geldi çattı. Romanını teslim etmek üzere yayınevine doğru yola çıktın... Ne hissettin o an?
O an değil belki ama yayınevine romanı teslim ettikten sonra büyük bir boşluk hissettim. İstiklal'de bir apartmanın merdivenlerine oturdum. Neredeyse ağlayacaktım...
Romanı teslim edene kadar defalarca okudum, eksik kalan bir yönü olabilir mi diye ama şimdi, roman basıldıktan sonra yani, elime alıp bakamıyorum bile.
Gelecekte okuyucuyu nasıl bir roman bekliyor?
Şimdilik tarihten devam... Bir sonraki romanım yine tarihî bir roman olacak. 1914 ile 1916 arasında. Belki buradaki ana karakterleri yan karakterler olarak göreceğimiz bir hikâye...
"İTÜ'de hayata değişik açılardan bakmayı öğrendim"Çocukluğunda, ortaokul yıllarında yazar olmak istiyordu. Sonradan gazetelere kültür-sanat alanında söyleşiler hazırlayarak yazarlık dünyasına adım atacaktı ama İstanbul Teknik Üniversitesi İşletme Mühendisliği bölümünde okudu. Evet, yazarlık düşünürken işletme mühendisliği... Ama geriye dönüp baktığında pişman olmadığını söylüyor Merve Küçüksarp. Aynı şekilde özel üniversitelerde de sınıfsal olarak birbirine yakın insanlar..." Küçüksarp, İTÜ'ye yolunun düşmesiyle oranın sosyal ortamının kendisine kattıklarına değiniyor geçmiş yılları anarak. "İTÜ'de Anadolu'nun farklı köşelerinden gelen, farklı sosyal ve ekonomik sınıflarda olan insanlar tanıma imkânım oldu. İTÜ'deki öğrenci profili edebiyat fakültesindeki öğrenci profilinden çok daha heterojen." Mühendislik eğitimi alırken orada hayata daha değişik açılardan bakmayı öğrenmiş. "Çünkü bir roman yazarken" diyor, "sadece edebiyattan beslenmiyorsunuz. Hayatın kendisinden de besleniyorsunuz. Bazen bir fabrika işçisini ya da plazada çalışan birini anlatırken o işin mutfağını da bilmeniz gerekiyor." |
(SE/PT)