Bu yıl Brezilya’nın Belém kentinde gerçekleşen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği 30. Taraflar Konferansı’na (COP30) pek çok devletten, şirketten ve sivil toplum kuruluşundan temsilciler katıldı.
COP30’u farklı kılan ise tüm bu organizasyonun yanında alternatif olarak konumlanan Halkların Zirvesi (Cupula dos Povos) toplantıları oldu.
Zirve, Brezilya’daki yerli halk örgütlerinin yanı sıra uluslararası iklim hareketlerinin de katılımıyla, yerli toplulukların hak taleplerinin, ekolojik yıkımın, madencilik ve orman tahribatının yanı sıra baraj projelerinin yol açtığı sorunların ele alındığı dinamik bir politika üretim alanına dönüştü.
Zirvede bir çıktı olarak Halkların Deklarasyonu da yayımlandı.
Belém’deki deneyimi yerinde gözlemleyen ve hem COP30’u hem de Halkların Zirvesi’ni yakından takip eden İklim Adaleti Koalisyonu Belém Delegasyonu Üyesi Ecehan Balta ile COP31’de örülebilecek Halkların İklim Zirvesi’nin imkânını konuştuk.
“Halklar Zirvesi’nde hükümet politikaları sert biçimde eleştirildi”
Halkların Zirvesi’nin Lula’nın politikalarına bakışı nasıl ve ona yönelttikleri eleştiriler nelerdi?
Halkların Zirvesi, Lula hükümetine ne “karşıt” ne de “destekçi” basit bir blok olarak bakıyor; daha çok “eleştirel dayanışma” konumunda duruyor. Bolsonaro döneminin ekolojik yıkımı ve otoriterliği düşünüldüğünde, Lula’nın yeniden seçilmesi özellikle yerli halklar, kent yoksulları, sendikalar ve köylü hareketleri için somut bir nefes alma alanı açtı. Ormansızlaşmanın yeniden geriletilmesi, Amazon’daki yangınların azaltılması, Yerli Halklar Bakanlığı’nın kurulması gibi adımların kıymeti bizzat hareketler tarafından da teslim ediliyor. Ama aynı anda, bu hükümetin bir sermaye düzeni hükümeti olduğu, tarım tekelleri, madencilik, enerji ve altyapı şirketleriyle girilen uzlaşmaların Amazon’u ve diğer biyomları hâlâ ciddi tehdit altına soktuğu da çok açık. COP30 boyunca petrol ve gaz arama faaliyetlerinden otoyol ve liman projelerine kadar pek çok başlıkta hükümet politikaları sert biçimde eleştirildi; Munduruku ve diğer yerli halkların COP alanına giden yolu bloke ederek Lula ile yüz yüze görüşme talep etmesi bunun en somut örneklerinden biriydi.
Lula’nın COP30’u “Hakikat COP’u” olarak adlandırması, “COP30 sizin katılımınız olmadan mümkün olmazdı” diyerek Halkların Zirvesi’ne teşekkür etmesi, toplumsal hareketleri meşrulaştıran önemli bir jestti; ama hareketler açısından bu sözler, hükümeti daha cesur adımlar atmaya zorlamak için kullanılan bir basınç noktası. Zirvenin sonunda yayımlanan Halkların Deklarasyonu, iklim kriziyle mücadelede “piyasaya dayalı çözümleri”, karbon piyasalarını ve doğanın metalaştırılmasını açıkça “sahte çözümler” olarak niteledi; Lula’nın en büyük “vitrin projesi” olan Tropical Forests Forever Facility (TFFF) fonu da bu çerçevede hedefe alındı.

DEM PARTİ İZMİR MİLLETVEKİLİ’NDEN NOTLAR
Brezilya-Belém’den #COP30 izlenimleri
“Ne karşıt ne destekçi: Eleştirel dayanışma”
TFFF, kâğıt üzerinde tropik ormanların korunmasına kaynak yaratmayı amaçlayan, 25 milyar dolarlık kamu sermayesiyle 100 milyar dolarlık özel fonu “kaldıraç” yapmayı hedefleyen dev bir mekanizma; ülkelerin koruduğu her hektar tropik orman için yıllık 4 dolar ödeme, ormansızlaşma hâlinde ise ağır parasal cezalar öngörüyor.
Öte yandan bu fon, doğayı bir finansal varlığa, ormanı da küresel fon piyasaları için uzun vadeli bir getiri aracına dönüştürüyor. Halkların Zirvesi’nin eleştirisi tam da burada düğümleniyor: “Doğayı koruma” söylemiyle açılan kanal, aslında doğanın ve yerli halkların yaşam alanlarının finansallaştırılması için yeni bir otoyol olabilir. Deklarasyon bu yüzden, TFFF gibi araçların şeffaflık, demokratik katılım, doğrudan fayda ve iklim adaleti ölçütleriyle sınanması gerektiğini söylüyor ve mevcut haliyle TFFF’yi yeterli görmüyor.
Lula hükümeti Halkların Zirvesi’ni maddi olarak da destekledi; kamusal alanların tahsisi, lojistik ve ulaşım desteği, kimi programların ortaklaştırılması gibi başlıklarda devletin payı vardı. Bu destek, otoriteryen sağ iktidarlara kıyasla önemli bir fark yaratıyor; zirvenin ölçeğini büyütüyor, uluslararası katılımı artırıyor. Ama aynı zamanda kooptasyon endişesini de beraberinde getiriyor. Belém’de gördüğümüz tablo şuydu: Lula’nın meşruiyet verdiği bir Halkların Zirvesi var; ama bu zirve TFFF gibi “yeşil finans” araçları da dahil olmak üzere hükümetin amiral gemisi projelerini yüksek sesle eleştirmekten geri durmuyor.
“Halkların Zirvesi” nasıl bir örgütlenme yapısına sahip?
Halkların Zirvesi aslında COP vesilesiyle “bir anda” kurulmuş bir platform değil; Brezilya ve Latin Amerika sosyal hareketlerinin onlarca yıllık birikiminin üzerine oturan, en az iki yıllık bir hazırlık sürecinin ürünü. MST (Movimento dos Trabalhadores Rurais sem Terra/Topraksız Kırsal İşçiler Hareketi), La Via Campesina, madencilik karşıtı MAM (Movimento pela Soberania Popular na Mineração/Madencilikte Halk Egemenliği Hareketi), baraj mağdurlarının hareketi MAB (Movimento dos Atingidos por Barragens/ Barajlardan Etkilenen İnsanların Hareketi), Dünya Kadın Yürüyüşü, Dünyanın Dostları, kent yoksullarının örgütleri, yerli halkların bölgesel ve ulusal ağları, sendikalar ve gençlik örgütleri ana sütunları oluşturuyor.
Zirve, altı tematik eksen etrafında örüldü:
- Yaşayan topraklar ve gıda egemenliği
- Tarihsel adalet, çevresel ırkçılıkla mücadele ve şirket gücüne karşı direniş
- Adil ve halkçı geçiş
- Baskılara karşı demokrasi ve halkların enternasyonalizmi
- Adil kentler ve yaşamaya değer periferiler
- Halkçı feminizm ve kadınların direnişi.
Bu eksenler hem programı hem de sonuç bildirgesini şekillendirdi. Bu bileşenlerin önemli bir kısmı Brezilya siyasetinde zaten aktif; sadece COP zamanlarında ortaya çıkmıyorlar. MST’nin toprak işgalleri ve agroekoloji deneyimleri, MAB’ın baraj projelerine karşı mücadeleleri, yerli halk örgütlerinin demarkasyon ve toprak hakları mücadelesi, kent hareketlerinin barınma ve ulaşım hakkı kampanyaları Lula hükümetini günlük olarak zorlayan, ona sınır çizen dinamikler. COP30, bu dinamiklerin Amazon merkezli küresel bir vitrine taşındığı an oldu.
“Etkileri, temsili demokrasi kanallarından çok sokak gücünde”
Hükümetle bağlar çok katmanlı. Bir yandan kabinede Marina Silva ve Sônia Guajajara gibi doğrudan sosyal hareketlerden gelen, kişisel tarihleri MST, yerli hareketler ve ekoloji mücadelesiyle iç içe olan isimler var. Diğer yandan aynı hükümet kırsalda tarım tekelleriyle, madencilikte büyük şirketlerle, enerji alanında fosil ve hidroelektrik lobileriyle güçlü ittifaklar kurmuş durumda; bu ittifaklar Kongre’de de ağırlığa sahip. Marina Silva’nın kendi ülkesinde, ordu ve tarım lobisiyle uğraşmak zorunda bırakılması, petrol arama projelerine karşı sınırlı manevra alanına sahip olması bu çelişkiyi gösteriyor.
Halkların Zirvesi bileşenlerinin doğrudan “karar alma mekanizmalarında” kurumsal bir koltukları yok; ama sokakta, kampanyalarda, seçim süreçlerinde, yerel yönetimler düzeyinde çok ciddi bir baskı gücü var. Belém’deki 70 bini aşkın katılımla yapılan yürüyüşler ve son deklarasyon, COP başkanına resmen teslim edildi ve müzakerelerde referans metinlerden biri olma iddiasıyla ortaya çıktı. Etkiyi bu anlamda, temsili demokrasi kanallarından çok, toplumsal meşruiyet ve sokak gücü üzerinden tarif etmek daha doğru.

Greenpeace’ten COP30’da Afşin-Elbistan mesajı
COP31’in Türkiye’de gerçekleşecek olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? “Greenwashing” (yeşil aklama) kavramı bu bağlamda değerlendirilebilir mi?
COP28’in Birleşik Arap Emirlikleri’nde, COP29’un Azerbaycan’da, COP31’in ise Türkiye’de yapılacak olması tesadüf değil; iklim zirveleri uzun süredir petrol ve gaz gelirlerine dayalı otoriter ya da otoriterleşen rejimlerin “vitrin” alanlarına dönüşmüş durumda. Türkiye’nin COP31’e ev sahipliği hakkını, Avustralya ile aylar süren diplomatik bilek güreşinin ardından alması da büyük ölçüde jeopolitik pazarlıkların, prestij ve yatırım çekme hesaplarının ürünü. Bu açıdan bakınca çelişki çok açık: Fosil yakıtlara, mega projelere, otoyol ve havalimanı yatırımına, maden ve taş ocaklarına, kanal ve HES projelerine dayalı bir “büyüme” modelini sürdüren, aynı zamanda ifade özgürlüğünü, toplanma hakkını ve yerel demokrasi kanallarını sistematik olarak kısıtlayan bir rejim, “iklim diplomasisinin merkezi” olmak istiyor. Bu, en yalın haliyle yeşil aklamanın bir biçimi: İklim zirvesi, içeride ve dışarıda rejimin imajını parlatmanın aracı hâline getiriliyor.
COP31’in Türkiye’de yapılması bize şunu gösteriyor: UNFCCC süreci teknik bir müzakere alanı olmaktan çoktan çıktı; sermaye fraksiyonları arasındaki güç dengelerinin yeniden kurulduğu, “yeşil büyüme” ve “iklim sermayesi” için yeni pazarlar açan bir alan hâline geldi. COP28’de 2456 fosil yakıt lobicisinin akredite olmuş olması, COP29 ve COP30’da da benzer şekilde lobicilerin pek çok iklimden etkilenen ülke delegasyonundan daha kalabalık olması bunun çıplak göstergesi.
“Çelişki çok açık”
İdeolojik düzeyde COP’lar, iklim krizini sınıfsız, tarihsiz, çatışmasız bir “ortak sorun” gibi anlatan, krizin sorumluluğunu fosil şirketler ve emperyalist ülkelerden uzaklaştıran, çözümü de piyasa mekanizmalarına ve teknolojik inovasyona havale eden bir çerçeveyi yeniden üretiyor. Paris Anlaşması’nın bağlayıcı olmayan ulusal katkı beyanları, karbon piyasaları, “doğa temelli çözümler”, bugün TFFF gibi dev fonlar bu ideolojik mimarinin temel taşları.
Yeşil aklama (greenwashing) tam da bu noktada devreye giriyor. Şirketler ve devletler, iklim zirvelerine sponsor olarak, yeni “yeşil finans” araçları açıklayarak, sembolik orman projeleri ve net sıfır emisyon taahhütleriyle sahneye çıkarak kendi karnelerini aklamaya çalışıyorlar; ama aynı anda fosil yatırımlarını, maden projelerini, savunma harcamalarını, sınır militarizasyonunu büyütmeye devam ediyorlar. COP30’da TFFF’nin Amazon’daki yerli halklar ve sosyal hareketler tarafından “doğanın finansallaştırılması” olarak eleştirilmesi, fosil lobicilerin zirveyi doldurması ve sivil toplumun “şirketlerin ele geçirdiği COP’lar” uyarısı bu çelişkinin artık gizlenemediğini gösteriyor.
COP31’de Türkiye’de Halkların Zirvesi kurmanın olanaklarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de bir Halkların Zirvesi hangi yerel talepleri öne çıkarır?
COP31, Türkiye’deki tüm ekoloji mücadelelerinin, sendikaların, kadın ve LGBTİ+ hareketinin, Kürt özgürlük hareketinin, kent yoksulları ve göçmen örgütlerinin uluslararası iklim adaleti ağıyla buluşabileceği, kendi sözünü küresel sahneye taşıyabileceği bir moment yaratıyor. Belém’de Halkların Zirvesi nasıl iki yıllık bir hazırlığın, 1100’ü aşkın örgütün ve 70 bini aşkın katılımcının buluştuğu bir süreç olduysa, Türkiye’de de COP31 ancak böyle bir “halkların süreci” ile anlam kazanabilir.
Belém deneyiminin bence en kritik dersi şu: Halkların Zirvesi sadece COP’a paralel birkaç gün süren bir etkinlik değil; yıllara yayılan, ülkenin her yerindeki mücadeleleri birbirine bağlayan bir sürecin doruk noktasıydı. Bizim için de esas soru “Antalya’da, İstanbul’da kaç panel yaparız?” değil, “COP31’e kadar ülkenin dört bir yanında nasıl kalıcı bir iklim adaleti ağı kurarız?” olmalı.
Halkların Zirvesi benzeri bir yapı Türkiye’de de kurulabilir; ama bu ancak çok geniş ve gerçekten çoğulcu bir bileşimle mümkün. Ekoloji örgütleri ve yerel direnişler (madene, HES’e, termik santrale, taş ocağına direnen köyler, ormanlarını savunan mahalleler), işçi sendikaları ve meslek örgütleri, kadın ve LGBTİ+ hareketi, kent yoksulları, göçmen ve mülteci örgütleri, tarım kooperatifleri, gençlik hareketleri ve tabii ki Kürt hareketi buna dahil edilmeden “halkların zirvesi” lafzı içi boş bir slogana dönüşür.
Somut olarak COP31’e giden süreçte şunlara ihtiyacımız var: Ülke çapında yerel iklim adaleti forumları ve meclisleri; bu meclislerden beslenen bir ortak deklarasyon ve talep seti; yerelleri Ankara-İstanbul-Antalya hattına bağlayan kalıcı koordinasyon yapıları ve COP31 sırasında yalnızca bir “merkez şehirde” değil, çok sayıda kentte eş zamanlı forumlar, yürüyüşler, kültürel-siyasal etkinlikler. Belém’de çocukların ayrı bir Halkların Zirvesi bildirgesi yazması, kadın ekseninin başlı başına bir siyasal odak olması, uluslararası dayanışmanın çok güçlü kurulması gibi unsurları Türkiye’de de yaratmak mümkün.

#COP31 Türkiye’de: Siyasi irade için samimiyet sınavı
Şu anda Türkiye’de ekoloji ve iklim adaleti alanında çalışan pek çok ağ COP31’i bir “takvim olayı” değil, uzun soluklu bir kampanyanın parçası olarak tartışıyor. İklim Adaleti Koalisyonu, yerel ekoloji dernekleri, “Toprağımızı Vermiyoruz” hattında yükselen maden ve tarım arazisi savunmaları, sendikal iklim komisyonları, kadın örgütleri ve göçmen dayanışma ağları arasında temaslar giderek sıklaşıyor.
Kafamızdaki taslak üç düzlemde şekilleniyor. Birincisi, Türkiye’nin ekolojik yıkım haritasını COP31 hazırlık sürecinde görünür kılmak: Akbelen’den Kazdağları’na, İliç’ten Munzur’a, kömür havzalarından nükleer ve fosil gaz projelerine kadar tüm dosyaların halkların zirvesi sürecine kendi sesiyle dahil olması. İkincisi, emek ve adil geçiş eksenini güçlendirmek: termik santral işçilerinin, maden işçilerinin, enerji ve ulaştırma sektöründeki emekçilerin yeşil dönüşümün yükünü sırtlanmak zorunda bırakılmadığı, güvenceli bir geçiş rejimini birlikte tartışmak. Üçüncüsü, kadınların, LGBTİ+’ların, göçmenlerin ve Kürt halkının deneyimlerini iklim adaleti söyleminin merkezine çekmek; yani COP31 sürecini geniş anlamda bir demokrasi ve adalet mücadelesiyle eklemlemek.
“Sokakta yükselen talepler çok somuttu”
Belém’de COP30’un resmî gündemi küresel iklim politikalarıydı ama sokakta yükselen talepler çok somuttu: Demarkasyon, toprak gaspına son, barajlar ve madenlere karşı yaşam alanlarının savunulması, nehir taşımacılığı işçilerinin hakları, barajlardan etkilenen halkların adalet talebi, Quilombola topluluklarının toprak mücadelesi…
Türkiye’de kurulacak bir Halkların Zirvesi de kendi yerel gerçekliğinden yola çıkmak zorunda. Bu, bence en az şu başlıkları içerecektir: Yeni kömürlü termik santrallerin durdurulması ve mevcutların kapatılması; fosil yakıtlara ve otoyol-havalimanı furyasına dayalı ulaştırma modelinin terk edilmesi; altın ve metal madenciliğinin, taş ocaklarının, HES ve JES projelerinin yaşam alanlarını yok eden niteliğine son verilmesi; tarım topraklarının, meraların ve su havzalarının rant projeleriyle parçalanmasına karşı “toprağın ve suyun kolektif hak” olarak tanınması; deprem bölgesinde inşaat sermayesinin rant iştahına teslim olmayan, iklim ve afet adaletini gözeten bir yeniden inşa perspektifi; orman yangınları, seller ve sıcak dalgaları karşısında kamusal, demokratik ve yerel toplulukları güçlendiren bir afet yönetimi sistemi.
Buna ek olarak, Türkiye bağlamında savaş politikalarının ve militarizmin ekolojik yıkımla doğrudan bağlantısı, Kürt coğrafyasında orman yakmaları, baraj ve askeri üs projeleri, mayınlı alanlar gibi başlıkların da iklim adaletinin parçası olarak ele alınması kaçınılmaz. Aynı şekilde, kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik şiddetin derinleşmesi ile bakım krizinin iklim kriziyle kesiştiği noktalar, mültecilerin ve göçmenlerin kırılgan konumu, gıda güvencesizliği ve yoksulluk da yerel talepler setinin içinde yer almak zorunda.
Sonuç olarak
Belém’deki Halkların Zirvesi Deklarasyonu, sahte çözümlerden koparak iklim adaletine dayalı köklü bir dönüşüm çağrısı yapıyordu: Fosilden çıkışı, adil geçişi, tarihsel borcun ödenmesini, yerli halkların, işçilerin, kadınların ve ezilenlerin gerçek katılımını temel alan bir dönüşüm. COP31 Türkiye’de yapılacaksa, bizim görevimiz de bu sahte çözümleri ifşa edip, halkların kendi sözünü ve kendi örgütlenmesini öne çıkarmak olacak.
Ecehan Balta hakkında

ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde lisans derecesi aldıktan sonra, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora çalışmasını tamamladı.
Kadınların güçlendirilmesinden üreme sağlığına, istihdamdan kırsal “kalkınmaya” çeşitli alanlarda projeler yazıyor ve araştırmalar yürütüyor.
Praksis Dergisi Yayın Kurulu üyesi, Yerküre Yerel Çalışmalar Bilimsel Araştırma Kooperatifi kurucularından. İklim Adaleti Koalisyonu içerisinde mücadele yürütüyor. (ÇTY/TY)












