* Fotoğraf: Berge Arabian
Rita Ender ile buluşup, yeni kitabı “Aile Yadigarları” üzerine konuştuk.
İletişim Yayınları'ndan çıkan kitap, Ender'in Türkiyeli otuz genç Yahudi'yle aile yadigârları üzerine söyleşisinden oluşuyor.
“Aile Yadigarları” kitabını sadece Yahudi gençlerle söyleşilerle oluşturdunuz. Yahudilik ile aile arasındaki ilişki nasıl?
Kitapta altını çizmeye çalıştığım yer ile başlayayım: Bir Yahudi ile evlenmenin özgürlük olduğunu söyleyen Yahudi de, Yahudi olmayan biri ile evlenen Yahudi de, eşcinsel olduğu için Türkiye’de alışılagelmiş bir evlilik töreni yapamayan Yahudi de, anne ya da babasının yalnızca biri nedeniyle Yahudilik aktarımına sahip olan Yahudi de, Yahudilikten istifa eden Yahudi de, her gününe İsrail’i kutsayan dualarla başlayan Yahudi de, günlerini İsrail’i protesto ederek geçiren Yahudi de, bütün bu konular üzerine bir dakika düşünmek istemeyen Yahudi de, Yahudi olma durumunu bir şekilde tam da o durumun içindeyken yaşıyor.
Bu anlamda aynı şekilde, “aile” kurumunu toplum dayatması olarak açıklayanlar da, ailenin “kutsal”lığını dini bir baskı olarak görenler de, aileyi önemseyip Yahudilikle işi olmadığını söyleyenler de, Yahudiliğini aile ile yaşıyor ya da ömrünün bir noktasında öyle yaşadı. Çünkü Yahudilik ailede, aileyle paylaşılarak yaşanıyor. Hatta sanki aile ile başlıyor ve ailedeki bireylere önemli anlarda üstlenilmesi için farklı roller veriyor. Mesela, siz bir törenle evleniyorsunuz fakat o törende yalnız sizin ve eşinizin değil; anne, baba ve yakın akrabalarınızın yani ailenizin bir rolü var. Bu rol gereği onlar da o gün sinagoga şapka veya kipalarıyla geliyorlar.
Mesela siz bir erkek bebeksiniz, 8 günlükken dedenizin kucağında sünnet ediliyorsunuz. Dedenizin o günde bir rolü var. Şabat sofralarında ailece yemek yeniliyor, davet ediliyorsunuz. Sizin orada bir rolünüz var. Ya da bütün yaşamınızı bunlardan uzakta sürdürüyorsunuz, ama bir gün ölüyorsunuz ve cenazede ailenizin nerede oturacağını hahamlar gösteriyor. Bu çalışmayı yaparken aile ve Yahudilik arasındaki bu ilişki üzerine çok düşündüm. Ve kitapta yer alan pek çok kişinin; Şabat sofraları, Sefarad yemekleri, evlilik törenleri gibi Yahudilikle bağlantılı anlar ve anılar üzerinden de ailelerine bağlı olduklarını gözlemledim.
Röportaj yaptıklarınız geniş bir yelpazede yer alıyor. Ancak bu anlatıya Kapalıçarşı’dan başlıyorsunuz. Zanaatleri konu aldığınız “Kolay Gelsin” kitabınızda da önemli yeri olan bir mekandı.
Giriş yazısında anlattığım gerçek bir hikâyeydi. Bir zamanlar Yahudi bir adamla evli olan bir kadının bir yadigâr yaratma-devretme hikâyesi. Bu kadın, Yahudi olan torunu bir çocuk sahibi olduğunda (yani torunu anne olduğunda) ona bir kolye armağan etmek istedi. Yıllar önce eşinin ona armağan ettiği ve üzerinde İbrani harfleriyle “ben sevgilinim, sevgilim benim” (ani le dodi vedodi li) yazan kolyenin aynısını. Bu kolyeyi İstanbul’da yaptırmak mümkün olur mu diye düşünülürken Kapalıçarşı’ya gidildi. Ben de gittim. O sırada da Çarşı’nın ne kadar sembolik olduğunu ve ayrıca ne kadar çok sembol barındırdığını bir kez daha fark ettim.
Kapalıçarşı bir yanıyla eski aile yadigârlarının da “düştüğü” yerlerden biri. Öte yandan örneğinizde olduğu gibi, yadigârın yeniden üretilebildiği bir yer de…
Evet, üstelik üretim; yeniyle, gelecekle ilgiliyken; yadigâr geçmişle ilgili. Ve Çarşı’da bulunanlar aslında, doğal olarak birileri tarafından satılması istenen eşyalar, müşterisini bulması hedeflenen nesneler. Bu yönüyle Kapalıçarşı’daki bir dükkânın vitrininde yer alan gümüş bir mezuza da konuşmadan bazı şeyleri anlatabilir. Fakat bu kitapta söyleşi yaptığım bazı kişilerin yadigâr olarak seçtiği ve anlattığı şeyler, hiç de vitrinde yer alacak cinsten değildi. Mesela Yoel Levi, dedesinin evinde ve Şabat sofralarında balık kılçıklarını atmak üzere kullanılan bir çanağı anlattı. Mesela Selin Estroti İpeker ile Virna Estroti Zavaro anneannelerini anarken elle tutulabilir bir şeyden söz etmediler, yadigâr olarak kendilerine “en kıymetlimiz” diye tanımladıkları anneannelerinin yemeklerini seçtiler ve armi de tomat gibi yemekleri anlattılar.
Objeler arasında sadece eski objeler mi yadigâr oluyor?
Genelde insanlar “yadigâr”ı duyunca, geçmişe dönüyorlar. Belki kelimenin de ağırlığı ile eskiyi arıyorlar. Hatta İzel Levi Coşkun sahip olduğu en eski olan objenin hikâyesini anlattı. İzel, kendi evine ailesinin evinden, kendi geçmişinden yalnızca bir eşya seçmiş ve getirmiş. Anneannesinin bir kutusunu getirmiş. Bu kutuyu anneannesinden almasının sebebi ise, kutunun anneannesinin evinin en eski objesi olmasıymış. Anneannesi “ooo bu kutu ben doğduğumda da vardı” dermiş, İzel de bu nedenle, kendisine anneannesinin yadigârı olarak bu kutuyu seçmiş. “Asırlık” olarak nitelendirdiği bu kutunun bir gizemi olduğunu da söylemişti. Demişti ki; “Kutu, aslında görmek istemediğimiz fakat bizim için önemli olan şeyleri sakladığımız bir yerdir. Bizim için önemli olanı bir şeyi, onun içinde saklıyoruz. Dolayısıyla burada saklamaktan kaynaklı bir gizem de var.”
İnsan böyle bir kutuyu sahiplenmeyi yani ailesinden bir yadigarı ne zaman seçer?
İnsanın hayatında geçiş dönemleri oluyor. O dönemlerde sanki bir şekilde farklılaşıyorsun, yenileniyorsun, kendinle tanışıyorsun. Varlığını sorguluyorsun, sahip olduğun değerler üzerinde daha çok düşünüyorsun. Ayrılık anlarında, ölüm karşısında, evlilik kararında, göç edişlerde, hamilelik sürecinde… Fiona Faraci Petridis mesela hamileliği boyunca kendisine şunu sormuş: “Ailemden bana ne kaldı ve ben çocuğuma ne aktaracağım?” Yadigârlar sanırım en çok bu ve bunun gibi aktarım zamanlarında seçiliyor.
Röportaj yaptığınız kişileri hangi kriterlere göre seçtiniz?
Öncelikle Türkiyeli Yahudiler üzerine olan bir kitabın içinde farklı dünya görüşüne sahip insanların olmasını istedim. Farklı meslek sahiplerinin, farklı sosyal sınıfa ait kişilerin olmasını istedim. Yalnızca Sefarad Yahudilerinin değil; Karay ve Aşkenaz Yahudilerinin de bulunmasını istedim. Aynı zamanda Türkiyeli olup artık Türkiye’de yaşamayan kişilerin ve Türkiye’nin farklı illerinde doğmuş, aileleri farklı illerde yaşamış kişilerin bulunmasına özen gösterdim. Çünkü göç, Yahudiler açısından her zaman güncel bir konu. Ve çünkü bir zamanlar, Van’da da, Adana’da da bir Yahudi yaşamı vardı ve bu durum bir masaldan ibaret değildi. Objeler kadar gerçekti. Ayrıca bu kitapta, kendi yadigârlarını aynı eve taşıyan bir çiftin, aynı kişiden devralınan bir yadigârı paylaşan kardeşlerin ve hem Reysi’nin hem benim ailemden birisinin yer almasının anlamlı olacağını düşündüm.
Evli çift röportajında “yadigarın” sadece çocuk ya da toruna kalmadığını da görüyoruz.
Evet, Sibel Horada Coşkun ve İzel Levi Coşkun’a birbirlerinin ailelerinden yadigâr edinip edinmediklerini de sormuştum. Edinmişler. Sibel’in anneannesi İzel’e, Varlık Vergisi döneminde Sibel’in büyükbabasının ödemiş olduğu vergiye ait makbuzları vermiş. İzel’in anneannesi de Sibel’e bir kolye armağan etmiş. Fakat bu devir üzerine Sibel şöyle söylemişti:
“Transfer oluyor: Benim anneannem ona veriyor, onun anneannesi bana veriyor. Tabii ki çocukluğunu bir aileyle geçirmek ve çocukluğundaki o objeyle ilişkin önemli. Bugün bana gelmiş bir x nesnenin muazzam bir hikayesi olabilir ama o hikayeyi İzel’in bu kutuyla ilişkisini anlatması gibi anlatamam. Çünkü onda çocukluğunda kurduğu ilişki, gizem, onu yeni kurduğu eve taşıma istediği var. Bu, başka bir şey.”
Sahiden de başka.
Yurtdışına gidenler için yadigâr çok daha fazla anlam taşımıyor mu? Hatırlananlar arasına ailenin yanı sıra o şehir, ülke de eklenmiyor mu?
Evet. Söyleşileri yaparken ben de bu duyguyu hissettim. İnsanlar gittikleri yerlerden, uzaklardan yadigârları üzerine konuşurlarken kendi çocuklarını, genelde anneanne, babaanne ve dedeleriyle paylaştıklarını ve bu paylaşımın yapıldığı mekânları düşündüler. Örneğin Avi Haligua İstanbul’dan Kanada’ya taşınmış biri olarak bu duygularını çok açık ifade etti. Avi, İstanbul’undan Vancouver’a giderken, anneannesi ve dedesinin evinde duran bir tabloyu da götürmüş ve Kanada’daki kendi evine asmış. Aile yadigârı olarak seçtiği bu tabloyu anlatırken şöyle söylemişti: “Bu tablo benim için, geçmişim ve köklerim demek. Haliyle bunun önemli bir kısmı da Yahudi. Bana daha çok yitip giden bir şehri ve çocukluğumu hatırlatıyor.”
Yitip giden o şehrin uzaktan nasıl gözüktüğünü sorduğumda da şöyle cevap verdi:
"Bana kalırsa geçen 40 senede sadece ben yaşlanmadım, pek çok şeyin yok oluşuna da tanıklık ettim. Tabii biraz sübjektif olacak ama; diğer kuşaklara kıyasla pek çok maddi cismin ve manevi kavramın yok oluşuna tanık olduğuma inanıyorum. Bu kadar kısa sürede bu kadar büyük bir değişim bana fazla geldi. Bir şeylerin büyümesinden çok çöküşünü izledim gibi hissediyorum. Tabii her yok oluş bir varoluşun da başlangıcı ama benim dünyadaki kısıtlı zamanım bu döngünün kötü tarafına denk geldi diye düşünüyorum. Kanada’ya gelmek benim için bu hayata kazık atmak anlamına geliyor.
"Burada "şeyler" yok olmuyor, değişimin hızı ve çapı midemi bulandırmıyor. Öte yandan fırtınalı denizlerde kaptanlık eden her gemici gibi, bu gölde biraz sıkılıyorum. Galiba buraya sadece grandpapanın tablosunu değil, karmaşasını da taşıdım... Yani tabloda köklerimi; yani kendimi görüyorum. İnsan kendi dışında ne görebilir ki? Bu tablo beni İstanbul’uma götüren bir tılsım... İstanbul’a ve çocukluğuma… Sanırım çocuğum olursa ben de bunu yadigâr edeceğim."
Bu hatırlama toplumdan ve tarihten de kalmıyor mu insana? Mesela Yahudi toplumu açısından sizin bir önceki projelerinizden “Las Ultimas Palavras” Türkiyeli Yahudilerin genç kuşağındaki Yahudi İspanyolcasını yad ediyordu. Ya da soykırım da yad edilenler arasında değil mi?
Tabii ve aynı zamanda bu kuşak açısından bir öğrenme hali de var. Çünkü toplum ve önceki kuşaklar her zaman acıyı anlatarak aktarmıyor.
Vedat Levent ve Işıl Demirel’in hikâyelerinde bu durum gözüküyor. İki aile de Trakya Olaylarını yani yaşadıkları pogromu genç kuşaklara detaylarıyla anlatmıyorlar. Edirne’de yaşananları Vedat’ın anneannesi yalnızca bir defa Vedat’a anlatıyor. Bir daha hiçbir şekilde bu konudan konuşulmuyor. Vedat sonradan Trakya bölgesini gezerek olanları daha iyi anlıyor. Işıl’ın hikâyesinde ise, Işıl anneannesinin cenazesinde duyduğu bir söz üzerine araştırmaya başlıyor, ailenin kimi üyeleri bu araştırmadan tedirgin oluyor ama kendisi konuyu kazıya kazıya ortaya bir kaçış hikâyesi çıkartıyor.
Deniz Bensusan da kendisi ile söyleşi yaptığım sırada başka türlü bir keşif yolculuğundaydı: Yahudi İspanyolcası üzerine kendi aile ağacı üzerinden ilerleyen bir belgesel çekiyordu. Aile ağacı onu bir noktada Selanik’e götürmüştü ve bir kişi dışında, oradaki tüm akrabalarının toplama kampında öldüğünü öğrenmişti.
Sadece Edirne değil, bugünkü Türkiye topraklarındaki Yahudi geçmişi de kitapta yer alıyor. İçinden geçtiği tarihin yükü ile birlikte… Diğer şehirdekiler İstanbul’daki Yahudi toplumundan ne kadar farklı?
Hala biraz farklı ama bu fark gittikçe azalıyor çünkü İstanbul ve İzmir dışındaki şehirlerde genç kalmadı. Dolayısıyla buralardaki Yahudi yaşamı bitti, bitiyor. Ankara, Adana, Antakya, Bursa’da doğup İstanbul’a gelenlere, İstanbul’daki Yahudi yaşamı ile kendi şehirlerindeki Yahudi yaşamı arasındaki farkları sordum. Çoğunlukla küçük şehirlerde insanların daha samimi olduğu, ilişkilerin daha sıkı olduğu ve yardımlaşmanın daha fazla olduğunu söylediler. İstanbullular sanki biraz burnu havada kişilerdi onlar için.
İstanbul’da doğup anne tarafı Vanlı olan Barzi Berk Alevi’nin anneannesi sanırım kitabın en farklı portresiydi. Barzi anneannesini şöyle tarif etmişti:
“Benim anneannem başörtülüydü. Türkiye’de başörtülü Yahudi hiç yoktur. Anneannem değişik bir kadındı. Hiç konuşmayan ama inanılmaz otoriter biriydi. Karşısında kimse bacak bacak üstüne atamaz, kimse sigara içemez, kimse yüksek sesle konuşamaz, kimse birbirine kızamazdı. Kardeşimle biz biraz sesimizi yükselttiğimizde 'anneannenin yanındayız' diyerek hemen bizi sustururlardı. Bir de, bizim evde şöyle bir durum vardı; annemlerin maddi durumu 80'lerin başında kötüydü ve ilk evlendiklerinde anneannemin evinde anneannemle beraber yaşadılar. Ben 7-8 yaşıma gelene kadar orada yaşadık. Ev sürekli kalabalıktı. Bizim evde hep 10-15 kişi vardı. 3-4 kişi kaldığımızı hiç hatırlamıyorum. Hep kazanlarla yemek pişerdi. Normal bir tenceremiz yoktu, ocakta hep kazan olurdu. Yani, hep kalabalık bir yaşamları var ve bu yaşam içinde yaptıkları, korkuları, inançları tamamen geldikleri yere göre şekillenmiş.”
Her Yahudi’nin ailesi ve Yahudiliği ile yüzleşmesi farklı değil mi?
Öyle. Kitabın önsözünde Freud’dan örnek vermiştim. Freud, 1931 yılında Viyana Hahambaşısı David Feuchtwang’a yazdığı mektupta şöyle söylemiş: “ Ruhumun derinliklerinde bir yerde, kalbimin kuytu bir köşesinde fanatik bir Yahudi olduğumu hissediyorum. Önyargısız ve tarafsız olma yolunda gösterdiğim tüm çabalara rağmen, kendimi bu şekilde yakalamam doğrusu beni çok şaşırttı. Bu yaşa gelmişken buna karşı ne yapabilirim ki?”
Freud gibi, bu konu üzerine düşünen insanların kendilerini yakalama anı olabiliyor, oluyor. Okuduğum başka biyografilerde, anılarda da buluyorum bunu. Kişiler hayattaki duruşlarını, en büyük kavgalarını veya kişilik özelliklerini bir anda Yahudilikleriyle ilişkilendirebiliyor.
Örneğin Amerikalı ünlü yargıç Ruth Bader Ginsburg’un hikâyesinde de benzer bir yaklaşım vardı. Ruth Bader Ginsburg’un mesleki başarısı ve doğru soruları sorabilme kabiliyeti, Yahudiliği ile ilişkilendiriliyordu. Ruth Bader henüz eşinin soyadını almamışken, çocukken ailesinin evinde de Pesah bayramı kutlanıyor. Özel bir sofra kuruluyor, ailece bir araya geliyor ve o sofra etrafında o bayrama özgü yemekler yeniliyor. Yemeğe başlamadan önce Yahudilerin Mısır’dan çıkış hikâyesini anlatan bir metin-dua okunuyor. Bu okumayı geleneğe göre bir çocuk soru sorarak başlatıyor. Ailenin en küçük çocuğu yani Ruth soruyor: “Bu akşam diğer akşamlardan neden farklı?”
Biyografisinde, yargılama sürecindeki sorgulamalardaki başarısının, bu soruyu sorması ile ilgili olabileceği ileri sürülüyordu. Belki doğru belki yanlış, ama yıllar sonra insana böyle bir ilişki kurduruyor olması bile epey düşündürücü. (SK/ÇT)