Bu yıl, Ermeni Soykırımı’nın 109. yıldönümü.
Bugün, soykırıma maruz kalan Ermenilerin torunlarının çocukları, dördüncü kuşağı temsil ediyor.
Dördüncü kuşağın gelecek nesillere aktaracağı miras, soykırımla yüzleşmenin yönünü belirliyor.
Her ikisi de İstanbul’da doğup büyüyen ve eğitim hayatlarına Ermeni okullarında başlayan Aren (27) ve Zepür (27) ile Türkiyeli genç bir Ermeni olmanın onlar için ne anlama geldiğini konuştuk.
Türkiyeli genç bir Ermeni ne demek?
Aren: Türkiye'de genç bir Ermeni olmak birçok problemi beraberinde getiriyor. Ben İstanbul’da doğdum ve büyüdüm. Ermeni okullarına gittim, ta ki dershaneye kadar. Lise eğitimimin sonlarına doğru kafam bir şeylere basmaya başladı ve şunu dedim: Bir dakika, bu ülkede Ermeni olarak kendimi bazen ya koruma altına almalıyım ya da ismimi saklamalıyım. Sonra aklıma küçükken yaşadıklarım gelmeye başladı yavaş yavaş. Annemin dışarıda ona “mama” değil de “anne” dememi istemesi, babaannemin de ona “yaya” demememi istemesi gibi.
İnsanların sizinle tanıştıktıklarında verdikleri tepkiler garip olabiliyor, bazıları egzotik meyve gibi yaklaşıyor size, bazıları ise ardı arkası gelmeyen sorular soruyor: Ermenistan’dan ne zaman geldiniz, ülkende dershane yok muydu, niye burada sınava giriyorsun ve tabii soykırıma inanıyor musun gibi sorular. Ermenistan’dan geldiğimizi sanmaları gibi komik sorulara komik yanıtlar veriyorduk biz de. Ben burayı tercih ettim, babam çok zengin, gibi yanıtlar verip gülüyorduk. Şansıma, bir Ermeni arkadaşım daha vardı dershanede.
Kürtlerle arkadaşlık
Üniversiteye başladığımda, tabii ki Kürtlere yöneldim. Arkadaş çevremi Kürtlerden oluşturdum. Çünkü onlarla hem bu konuları konuşabiliyordum hem de okulda bir şey olduğunda beni koruyacaklarını biliyordum.
O yüzden Türkiye'de genç Ermeni olmak, gerektiği yerde ismini saklamak, gerektiği yerde hemen dili değiştirip arkadaşlarınla Ermenice konuşmak, böylelikle birbirini uyarmak gibi hayat kurtaran taktikler öğretiyor sana. Yani biraz saklanmak, bazen çok rahat bir şekilde ortaya çıkmak, bazen de suyun üzerinde yavaşça yürümek ama kendini belli etmeden o köprüyü geçmeye çalışmak aslında. Sürekli havayı koklamak ve ona göre pozisyon almak… İsmimin anlamını sorduklarında havalı bulanlar oluyor; ama risk altında olabileceğimi düşündüğüm bir ortamdaysam ismimin Ermenice değil, Farsça ya da İbranice olduğunu söylüyorum.
“Acının dili”
Ermenice biliyorsunuz anladığım kadarıyla, evde mi konuşuluyordu, kendiniz mi öğrendiniz?
Evet biliyorum. Bana Ermeniceyi öğreten anneannem ve okulum oldu. Annem ve babam çok az Ermenice biliyor. Anneannem çok iyi biliyor, çünkü İstanbul'da bir Ermeni okulunda okumuş. Çok gariptir ki aynı şansa annem sahip olamamış, doğduğu memleketi Erzincan'da Türk okullarında okumuş. Anneannem bizimle evdeyken Ermenice konuşurdu, yani ağzımızından ilk çıkan kelimeler hep Ermenice olmuş. Onun tüm telefon konuşmaları veya kız kardeşiyle konuşmaları Ermenice ve Fransızcaydı. Bazen Türkçe bir soru sorduğumda bilerek cevap vermediği zamanları hatırlıyorum. Özellikle nisan aylarında, yaşadığı yastan dolayı Türkçe konuşmayı reddederdi anneannem. Hatta bir kez şey demişti: “Acının dilinde konuşmak istemiyorum.”
Evde Türkçe yerine Ermenice konuşulsun ister miydiniz?
Çok isterdim, çünkü dilinizi konuşabilmeniz aslında varlığınızı güçlendiriyor. Ama imkânlar dahilinde aslında bu, elimizde olmamış. Ben ve abim de kendi aramızda Ermenice konuşuyoruz; ama yazmakta da okumakta da bazen tökezlediğimi hissediyorum. Evdeki günlük sohbetlerimizin Ermenice olmasını çok isterdim. Dili konuşmamaya, kullanmamaya başladıkça kültürümüzden de uzaklaşmış oluyoruz. Bayramda kiliseye gittiğimizde duayı da ilahiyi de anlayamıyoruz. Bu kötü hissettiriyor. Zaten şu an en iyi ihtimalle İstanbul’da Ermenice konuşan 30-40 bin civarı insan vardır. Bizden sonraki nesile aktaramama ihtimali de korkutucu ve üzüntü verici. Dilini kaybettiğinde kültürünü, kiliseni, düğün ve cenaze ritüellerini kaybetmeye başlıyorsun. 2015 ve öncesinde Ermeni dili ve kültürünü yaşatmaya yönelik çalışmalar vardı Türkiye’de, şu an hiçbir yerde denk gelemiyorum buna.
“Dilini ve kimliğini koru, bir arada ol”
Politik olmayan Ermeni gençler sanırım daha da uzağında kalıyor kültürün, değil mi?
Tabii ki. Cemaatten uzak bir hayat kuran çok arkadaşım var. Sadece Ermeni olduğunu biliyor, o kadar. Politikaya dair bir çabası da yok. Ermeni toplumunun politikliği de başka bir tartışma konusu. Ne yazık ki çok çabuk asimile oluyoruz. Çünkü tehlikeye çok açığız. Kurtuluş'ta, Bakırköy'de, Yeşilköy'de veya Kadıköy'de büyümediyseniz hayata bir-sıfır geriden başlıyorsunuz. Mesela bazı Ermeni arkadaşlarımın asker eğlencesi yapmasını hazmedemiyorum. Politik biri değilsen, o ikilemi kafanda kuramıyorsun. Hrant'ın öldürülmesiyle politize olan bir Ermeni gençliği vardı, bu ne kadar acı bir olay olsa da bize bir çıkış yolu da göstermişti bence: Dilini ve kimliğini koru, bir arada ol.
Türkiye’de yaşamak, burada kalmakla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Türkiye'de kalmak istemiyorum. Ama Türkiye’de yaşayan her genç gibi artık burada bir gelecek göremememle alakalı bu. Bu sıkışmışlığın üzerine bir de Ermeni olmak ekleniyor tabii. Hem ekonomik hem de politik olarak her yerden sıkıştırılmış bir neslin kurbanı gibi hissediyorum. Ermeni genç olmanın ek şöyle bir yükü de var tabii ki: Askere gitme gibi bir yükümlülüğümüz var. Askerde büyük bir ayrımcılığa maruz kalıyoruz ve zaten en düşük rütbede görev alıyoruz. İstesek bile devlet memuru ve polis olamıyoruz, avukat olsak savcı olamıyoruz. Ermeni olduğun eşit yurttaşlık hakların elinden alınıyor. Her yerde bununla yüzleşmek zorundayız.
Askerlik
Askere gittiniz mi?
Ben bedelli askerlik yaptım; ama olağanüstü zorluklar yaşadım. Benim şanssızlığım, askerliğimin nisan ayına, soykırım zamanına denk gelmesi. Sevag Balıkçı'nın 24 Nisan'da askerde öldürülmesi bir tesadüf değildi. Büyük bir korku yarattı bizde bu ölüm. 2007'de Hrant öldürüldü, aradan dört yıl sonra, tam da soykırım gününde Sevag'ın ölüm haberini aldık. Ve bu haberi bir de Paskalya’da aldık. Hiç tanımadığım biri için çok üzülmüştüm.
Herhangi bir zorlukla karşılaştınız mı askerde?
Şöyle bir anım olmuştu askerde. 24 Nisan'dan birkaç gün önce bizi bir yere toplamışlardı. Komutan aranızda imam var mı, diye sordu. Üç-dört kişi öne çıktı ve komutan onlardan “şehitlik mertebesini” anlatmalarını istedi. Ben de bunu mu dinleyeceğim, deyip arkalara doğru “sıvışmaya” çalıştım. Zaten arkalarda oturan insanlar vardı. Sigaramı yaktım, içiyorum. 300 kişinin içinden komutan bir kişiyi seçti. Beni. Ayağıma vurdu, sigarayı attırdı, “Kalk ayağa” dedi ve “Sen şehit olmak istemiyor musun?” diye sordu. Bana anında ter bastı.
Şehit olmak istiyor muyum, istemiyor muyum? Bir yere bakıyorum, bir yukarıya bakıyorum. Cevap veremedim. İkinci bağırışında 150 kişi dönüp bana baktı. Daha çok terlemeye başladım. Üçüncü bağırışında jeton düştü bende. Aptallaştım çünkü soykırım tarihinin yakınlığı zaten geriyordu beni. Hiç düşünmeden bir anda “Ben şehit olamıyorum komutanım,” dedim. Nasıl yani, diye sordu. “Ben Ermeniyim komutanım,” dedim. Askerliğin bitmesine beş gün kalmış, iki gün sonra 24 Nisan. 20 gün boyunca saklandım ve nihayet 300 kişiye ifşa olmak zorunda kaldım. Ama sonra komutan durdu, şöyle bir baktı bana ve sarıldı. Dedim ki herhalde bitti, geçmiş olsun. Sonra çok garip bir şekilde bana “Ya biz Osmanlı'da vatanı beraber savunmadık mı?” dedi. Savunduk komutanım, dedim.
“Biz kimseyi öldürmedik”
Aradan bir-iki saat geçti, askerlerden biri dedi ki “Komutan seni çağırıyor, kamuflajını giy”. Tamam geçmiş olsun Aren dedim, film şimdi başlıyor. Bana sorular sormaya başladı, siz düğünlerinizi nasıl yapıyorsunuz, cenazelerinizi nasıl kaldırıyorsunuz, vaftiz diye bir şey var mı? Sonra konu bir şekilde 1915'e geldi. İşte olmuş diyor, öldürülmüş diyor, karşılıklı olmuş diyor, tek biz mi öldürdük, diyor. O esnada içimden şunu söylemek geçiyor: Atalarımı öldürdün ama bak işte yeteri kadar öldürememişsin, ben hâlâ buradayım. En son bana define sormaya başladı, altın maltın diyor. Bilmiyorum deyip geçiştirmiştim.
Künyeler dağıtıldığında da herkes ne olduğunu anlamaya başlamıştı zaten, çünkü herkesin künyesinde “M” yazıyor, bende “H” harfi var, Hıristiyan olduğumu künyede belirtmişler sağ olsunlar. Askerliğimin bitmesine üç gün kala her gün dua ettim, her gün soğuk soğuk terledim. Her boşlukta anne ve babamı arayıp iyiyim merak etmeyin deme ihtiyacı duydum. Ki onlara ne yaşadığımı anlatamadım zaten endişelenmesinler diye. Askerliğim bitmiş, sivil bir şekilde arkama bakmadan gidiyor ve “Her şey bitti,” diye düşünüyorken komutan yine durdurdu beni. Yanıma geldi, sarıldı. Sarılırken kulağıma şöyle bir cümle fısıldadı: “Biz hiç kimseyi öldürmedik, öldürseydik sen burada olmazdın.” Çok haklısınız, deyip bavulumu alarak hızlıca uzaklaştım oradan.
24 Nisan’ın kişisel olarak sizin açınızdan önemi nedir?
24 Nisan benim için birçok şey ifade ediyor. Tek bir cümle ya da tek bir duygu değil burada size aktarabileceğim. Türkiye'de olduğum için her şeyden önce endişe ve kaygıyı hatırlatıyor. 24 Nisan benim için hâlâ Türkiye'de varlığımı gösterebilme mücadelesinin en özel günlerinden biri. Bunun yanına 19 Ocak'ı da koyabiliriz belki, bilmiyorum. Üzerimizdeki baskının en fazla, en yoğun olduğu bir dönemde bile çıkıp etimizle, kimliğimizle, dilimizle, kültürümüzle hâlâ burada olduğumuzu söylüyoruz. Kayıplarımızı, atalarımızı en azından mum yakarak anabiliyoruz. Kalabalık bir şekilde acımızı ve yasımızı yaşamak, adalet talebimizi dile getirmemiz ise hâlâ yasak. Bu yüzden de en çok bitmeyen, 109 yıldır süren bir yası ifade ediyor sanırım 24 Nisan.
“Gerçek tektir ve evrenseldir”
27 yaşındaki Zepür ise Türkiyeli genç, kadın bir Ermeni olarak görece şanlı olduğunu; ancak Ermeni olduğu için zaman zaman tedirginlik yaşadığını söyledi.
Zepür, kendisinin ve ailesinin hikâyesini, 24 Nisan’ın onun için anlamını şöyle anlattı:
“İlk öğrendiğim dil Ermenice. Dört yaşında anaokuluna başladığımda Türkçe öğrendim ve sonrasında herhangi bir zorluk da yaşamadım. Şu an Türkçeye de hakimim. Lisede Ermeni okuluna devam ettim. Sanırım biraz şanslıyım, şu ana dek negatif bir şeyle karşılaşmadım. Tersine, insanların ilgisini çekti ismim. Ailemden de bu konuda herhangi bir kısıtlama gelmedi veya tembih edilmedim. Dışarıda, çok rahat bir şekilde otobüste, takside ‘mama’ diyebildim anneme. İleride çocuğum olursa bu geleneği ben de sürdürmek istiyorum, çünkü kısıtlamanın da başka bir korku doğuracağını düşünüyorum. Ben zaten Türkiye’den gitmek isteyenlerin aksine, burada kalmak istiyorum. Bence varlığımızı burada sürdürmemiz gerekiyor.
“24 Nisan elbette yaşamlarımızdaki en önemli başlıklardan biri. Gerçek tektir ve evrenseldir ya, 24 Nisan’da yaşananlar da onlardan biri. Gerçeği değiştiremezsiniz. Bize anlatılanlar var ve çok uzak bir geçmişten bahsetmiyoruz. Hikâyelerimiz de acılarımız da hâlâ taze. Unutulacak şeyler değil bunlar, ki en azından unutulmamayı hak ediyor. Annem Hataylı, Antakya Ermenisi. Anne tarafımın hikâyesi bana çok güç verir mesela.
Musa Dağ Direnişi
“Gerçek anlamıyla bir direniş, Musa Dağ Direnişi. Antakya’daki Musa Dağ’ın eteklerinde yaşayan köylülerin büyük bir kısmının, 1915’te ata yurdunda kalıp direndikleri bir hikâye bu. Aile büyüklerimiz, yani savaşmak isteyenler dağa çıkmış. Büyüleyici bir hikâye bu, çünkü bence dağ onları korumuş. Yanlarına belli başlı gıdalar almışlar; buğdaydır, ettir, sudur. Keşkek yapıp yemişler, zaten çok besleyici bir yemek keşkek. Ve bu direniş, bir zaferle sonuçlanmış. Sanırım en az kaybı orada vermişiz. Kalanların bir kısmı gemilerle Port Saïd Limanı'na, Mısır'a gönderilmiş geçici olarak. Sonrasında göçler başlamış. Lübnan, Suriye, Amerika ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerine gitmek zorunda kalmışlar. Bu kısmı biraz üzücü tabii.
“Babam da Dersim Ermenisi. Onun bir de 1938 travması var. Çok net bir şekilde hatırlıyor babam 1938’de anlatılanları, kara trenlerle Kütahya'ya zorunlu bir göç hali. Ortalık biraz durulunca geri dönme hikâyeleri var; ama tabii Dersim'e yerleşmeye cesaret edemedikleri için Elazığ'a dönmüşler. Onların travmaları bizlere de geçiyor tabii ki. Bu çok üzücü. Şanslı olduğumu, insanların ismimi ilgi çekici bulduğunu söyledim; ama merak edilmek çok da masum olmuyor bazen. Onu hissedebiliyorum. Sadece siz bilir ve hissedersiniz ya, o his işte. Zaten yeterince kayıp verdik, bazılarımızın ailesi tamamen, bazılarımızın ailesinin ise büyük bir kısmı silindi dünya üzerinden. Umarım başka kayıplar vermeyiz ve bir arada kalırız.” (TY)