Aydınoğlu, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin 16 Nisan'da AB'ye üye olmasıyla yeni bir sürece girecek olan Kıbrıs sorunun çözümünde de iki "formül" görüyor: "Ya o ordu, o yabancı topraklardan kuvvet yoluyla çıkarılır ya da geri çekilmesi karşılığında, o ordunun ülkesine ciddi bir taviz verilir."
Aydınoğlu, Birleşmiş Milletler'i (BM) by-pass ederek Irak'a saldıran Amerika Birleşik Devletleri'nin AB ve Türkiye ile ilişkileri, AB'nin geleceği ve Türkiye-AB ilişkilerindeki belirleyici konuların ne olduğu ve bundan sonra ne olacağı hakkındaki sorularımızı yanıtladı:
Türkiye "işgalci" konuma düşmez
16 Nisandan sonra Kıbrıs sorununda da yeni bir süreç yaşanabilir. "Güney Kıbrıs'ın tam üyeliği halinde Türk tarafı dışarıda kalacağı için Türkiye AB'ye göre 'işgalci' olarak görülebilir" değerlendirmeleri yapılmıştı. Türkiye'nin buna vereceği yanıt ne olabilir?
Bu 'işgalci' sözcüğü bence bir propaganda terimi. Bir bakıma olayı bilinçli bir şekilde dramatize etmek için kullanılıyor. O kadar gürültü koparılıyor ama, Kıbrıs sorununun 18 Şubat'a kadar çözülmeyeceği belliydi; 16 Nisan'a kadar da çözülmeyecek. Bunu herkes biliyor. Muhtemelen 16 Nisan'dan sonra bu 'işgalci' sözcüğü fazla kullanılmayacak.
Uluslararası politikada bir gelenek vardır. Tarafların ellerinde fazla koz yoksa, kendi kamuoylarına yönelik bir 'megafon diplomasisi' gereği, böyle dramatik sözcükler kullanılır. Tabii şurası açık ki Kıbrıs sorunu, tarafların değil, en başta Türkiye'nin çözemediği bir sorun. Çünkü ortada, kendisine ait olmayan topraklara otuz yıl önce yerleşmiş bir askeri güç var. Askeri işgallerin yol açtığı sorunların çözümü için iki genel formül vardır. Ya o ordu, o yabancı topraklardan kuvvet yoluyla çıkarılır ya da geri çekilmesi karşılığında, o ordunun ülkesine ciddi bir taviz verilir. Son bir yıldır Türkiye'ye, 'Kıbrıs'tan çık, biz de sana takvim -AB'ye katılma takvimi- verelim' deniyor. Epey küçük bir karşılık tabii. Bu durumda da sorun çözülmüyor. Ama tabii Irak savaşı sonrası yeni kurulan stratejik dengelerde, Türkiye'nin bu kararlılığı devam edebilir mi, orası da ayrı sorun.
AB yöneticileri bile AB'nin geleceğini kestiremez
16 Nisan'dan sonra AB'nin genişlemesi için bir adım daha atılacak. Sizce bundan böyle daha büyük bir yapı olacak olan AB ile ABD ilişkilerinin alacağı boyut ne olacak?
Bu konuda pek fazla fikrim yok. Ama şu anda AB yöneticilerinin bile bu soruya ortak bir cevap veremeyecekleri kanısındayım. AB oluşum süreci, hiç beklenmedik bir biçimde büyük bir sarsıntı içine girdi. Bundan daha dört beş ay öncesine kadar, Giscard D'Estaing'in başkanlığındaki "Avrupa Konvansiyonu komisyonu", AB'nin geleceğinin en önemli olgularından biri olarak kabul ediliyordu, şu anda ise kimsenin konuştuğu yok. AB için şu momente önemli olan, Alman-Fransız işbirliğinin nasıl devam edeceği konusu.
AB içinde bu işbirliği, 'eşitler içinde birinci' formülüne uygun bir şekilde varlığını sürdürebilir. Ya da bir diğer alternatif: İngiltere-ABD'nin de kendisine önerdiği gibi- hızla Euro'ya katılıp, AB'yi gevşek ve olabildiğince geniş bir ekonomik birlik sürecine yönlendirir. Bu yönelişlerin hangisinin öne çıkacağını, güç ilişkileri ve uzun tartışma ve mücadeleler belirleyecek. Bu iki yönelişinse, Avrupa'nın ABD ile ilişkilerinde nasıl farklı sonuçlar yaratacağı meydanda.
Türkiye'nin tercih şansı yok
ABD'nin Irak'a saldırısıyla birlikte yaşanan gelişmeler Türkiye'nin ABD'den de uzaklaşabileceği izlenimi yarattı. Türkiye'nin AB ile ilişkilerinde de yıllardır net bir sonuç alınmadı. Bunu da dikkate alarak Türkiye'nin alabileceği tavır size göre ne olacak?
Bir defa son yaşanan gelişmeler, yani tezkerenin reddedilmesi ve 60 bin Amerikan askerinin Türkiye üzerinden Irak'a girişinin önlenmesi, tesadüfi bir durum. AKP'yi yıpratmak isteyen güçler, yani MGK ve silahlı kuvvetler, bu büyük kararın tüm sorumluluğunu onun üzerine yıkmak istediler. Gerçekten de bir islamcı partiyi yıpratmak için, ona, Suudi sultanların bile göze alamadığı bir şeyi yaptırtmak iyi bir fırsattı. Tabii birkaç AKP milletvekili bu oyuna 'hayır' deyince, tezkere reddedildi. Bir diğer deyişle, AKP'yi yıpratmak için işler biraz fazla gerildi ve koptu. Sonra hasarı tamir etmeye çalıştılar ama iş işten geçmişti. O yüzden, belli taktik hesaplar yüzünden ve istenmeden varılmış bu durumun, ne kadar önemli olursa olsun, Türkiye'yi stratejik bir tercihe iteceği kanısında değilim. Türkiye'nin öyle bir tercih şansı yok.
Öte yanda unutmamak gerekir ki, AB hala kelimenin yaygın anlamında bir blok değil. Henüz o anlamda bir çekim unsuru olarak ortaya çıkmadı ve belki de hiç çıkmayacak. Zaten tarihsel olarak Türkiye'nin, sadece AB ile değil, Batı Avrupa'nın büyükleriyle de çok yoğun ve özel ilişkileri var. İngiltere ile, Fransa ile, Almanya ile... Yine Türkiye, bu ülkelerden hiçbirinin 'nüfuz bölgesi' içinde de değil. ABD ile ilişkilerine gelince, onlar da Avrupa ile ilişkiler uğruna bir kenara atılamayacak derecede önemli. Son otuz-kırk yılın Türkiye-AB ve Türkiye-ABD ilişkilerine bakıldığında, Türkiye'nin her iki 'blok'la da hayati ilişkileri olduğu görülür. Sosyalist sistemin çöküşü, jeostratejik dengelerin değişmesi de Türkiye'yi bu konuda farklı davranmaya iten bir durum yaratmadı. Bir küçük fakat anlamlı örnek: TÜSİAD bir yanda büyük bir hevesle AB'cilik yaparken, yine büyük bir iştahla ABD yanında savaşı savundu. Bu bile Türkiye'nin bu iki merkez arasında tercih yapma konumunda olmadığının bir göstergesi. Tabii benzer tutumda AB ülkeleri de vardı, ama onların AB üyesi olduklarını unutmamak gerek.
AB'nin sınırları Yunanistan'a kadar
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler son yılların en fazla tartışılan meselelerinden. Sizce bu tartışmaların ardındaki temel belirleyici olan unsurlar neler?
Türkiye'nin AB projesi içindeki yeri, 'farklı', 'özel bir komşu' olarak nitelenebilir. Gerçekten de Türkiye, birliğin çevresindeki kimi ülkelerden farklı bir konumda. Fas, Beyaz Rusya ya da Ukrayna da AB'nin coğrafi komşuları, ama birlikle ilişkileri Türkiye'ninkinden farklı. Bu özellik, hem tarihten kaynaklanıyor hem de bugünden. Birlik üyeliğine -AB dilinde kullanılan sözcükle tam üyeliğe- gelince, Türkiye bence uzun vadede bile bu projede yer almayacak bir ülke. Ekonomik gelişme düzeyi, politik yaşamı, politik kültürü, çeşitli tarihsel ve kültürel faktörler ele alındığında, Türkiye gibi nisbeten büyük bir ülkeyi uzun vadede AB içinde düşünmek bana olanaksız geliyor. AB, bugüne kadar pek çok genişleme deneyi yaşadı, ama bunlarda, Türkiye gibi bir ülkeyle nasıl genişleyeceğinin ipuçlarını bulmak imkansız. Sözün kısası AB'nin sınırları sözde bugün de tartışılıyor ama bence o sınırlar belli. Orta Avrupa ve Yunanistan'da bitiyor.
Peki bunun değişmesi ihtimali yok mu?
Düne kadarki AB projesi itibariyle böyle bir ihtimal yok. Ancak dünya tarihinin çok özel bir döneminden geçmekte olduğumuz düşünülürse, gelecek için -bu konuda bile- beklenmedik şeyler yaşanabileceği söylenebilir. Tabii tam da bu yüzden, kesin öngörülerde bulunmak olanaksız. Bir bakıma I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı ve Berlin Duvarının yıkılışı gibi çok önemli bir noktadayız. Bu gelişmelerin AB süreci üzerindeki etkileri, daha Irak'ın işgali başlamadan görülmeye başlandı. Bundan sonraki gelişmelerse, AB projesine yepyeni bir içerik verebilir. O yüzden pekala Türkiye'yi, hatta Suriye'yi bile bu proje içinde düşünebiliriz. Irak'ın ABD egemenliği altındaki uzun vadeli konumu dikkate alınırsa, AB pekala, Suriye aracılığıyla ABD ile komşu olmak isteyebilir. Ama tabii bu sadece bir spekülasyon.
Ya gevşek ortak Pazar, ya da ABD rakibi
ABD'nin Irak'a saldırısını da göz önüne alarak AB ile olan ilişkileri hakkında bir öngörüde bulunabiliyor musunuz, sizce iki kıta arasındaki ilişkilerde ne yönde bir değişim olabilir?
Berlin Duvarı yıkıldığında Mitterrand ve Thatcher, Alman Birliği'nin gerçekleşmesi için uzun bir süreç öngörüyorlardı. Buna göre Doğu Almanya, batısıyla değil, Birleşmiş Avrupa ile birleşecekti. Bunun içinse en az on yıllık bir süreyi öngörenler bile vardı. Oysa on bir ay içinde her şey olup bitti ve Alman birliği gerçekleşti. Benzer şekilde bu Irak savaşının da, ABD ve Avrupa arasında bu düzeyde bir bölünme yaratacağını çok kimse beklemiyordu.
Daha iki ay önce Chirac ve Schröder'e seslenen The Economist, özetle: 'nasıl olsa bu savaşa katılacaksınız, biraz üslubunuza dikkat edin' diye tavsiyede bulunmaktaydı. Yine üç buçuk ay kadar önce yeni yıl mesajında Chirac, Fransız ordusuna 'savaşa hazır ol' çağrısını yapmıştı. Ama olaylar bambaşka bir şekilde gelişti. Birkaç ay önce Birleşmiş Milletlerin, altmış yıl öncesinin Cemiyet-i Akvam'ına dönebileceğini pek kimse düşünmüyordu. Bu, kriz -ve tabii savaş- dönemlerinin tipik bir özelliği. O koşullarda hiç bir şey öngörüldüğü gibi olmaz ve bu durum, özellikle de ülkelerarası ittifakların oluşumu için söz konusu. Örneğin bu savaşta ABD yanında yer alan ülkelerin, birkaç yıl sonra nasıl bir konum alacakları üzerine bugünden fazla şey söylemek olanaksız. Tabii bu konuda İngiltere bir istisna. Çünkü sadece İngiltere için, ulusal (ve emperyalist) bir devlet politikasından söz edilebilir.
Oysa eğer İspanya'da sosyalistler, İtalya'da da sol ittifak iktidarda olsaydı, bunların Blair gibi davranacaklarını düşünmek gerçekten zor. Büyüklü küçüklü bir dizi AB hükümetinin pozisyonunu, ülkelerinin stratejik yöneliş ve çıkarlarıyla açıklamak mümkün değil. Elbet Fransa ve bir ölçüde Almanya için de farklı bir durum var. Ama bu farklılığın analizi için henüz erken. İlerde muhtemelen Irak'ı işgal harekatına Fransa'nın niye katılmadığı, pazarlıkların hangi aşamasında anlaşmazlık çıktığı konuları biraz daha iyi ortaya çıkacak. Şimdiden Fransız petrol devi TOTAL'in, ambargo kalktıktan sonra uygulamaya girmesi düşünülen petrol işleme sözleşmelerinin geçerli sayılıp sayılmayacağı konuşuluyor. Bütün bu nedenlerle şu aşamada, AB ve ABD arasında bir çatlaktan değil, stratejik gücünü iyice artırdığı bir dünyada ABD'nin, pek çok şey gibi AB'nin oluşum sürecini de etkilemesinden bahsedebiliriz.
Bu durumda ise hipotez olarak iki genel yöneliş söz konusu: Birisi, İngiltere'nin de merkezinde yer alacağı ve ABD'nin nicedir rüyasını gördüğü gevşek ve geniş bir Avrupa Ortak pazarı; diğeri ise, Almanya ve Fransa öncülüğünde AB'nin, ABD ile her alanda yarışan bir kıtasal büyük güç olarak ortaya çıkışı. Tabii nükleer silahlara ve kendisini dünyanın her yerine 'komşu' yapacak uçak gemilerine sahip olarak...