Kuzey ve Doğu Suriye’de Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) kontrolündeki alanlara Türkiye’nin 5 Ekim’de başlattığı hava saldırılarında Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin (SOHR) aktardığına göre sivil yerleşim yerleri, barajlar, elektrik santralleri ve sulama şebekesi gibi kamusal tesisler kalıcı hasar gördü; en az 45 kişi hayatını kaybetti.
Arizona State Üniversitesi’nde Siyaset ve Küresel Çalışmalar Okulu’nun direktörü olan akademisyen Güneş Murat Tezcür ile Rojava’ya yönelik hava saldırılarının devam eden süreçte kara harekâtına evrilip evrilmeyeceğini, Filistin-İsrail savaşını ve Türkiye’nin son yıllarını konuştuk.
Rojava’nın inşası
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın Kuzey ve Doğu Suriye ile ilgili açıklamalarından sonra Türkiye’nin başlattığı hava operasyonunda elektrik santralleri, petrol kuyuları, su depoları gibi yapılar hedef alındı. Bu daha önce Türkiye'nin “açıkça” izlemediği bir yöntemdi. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uzun perspektiften almak gerekirse, Rojava şu an da YPG/YPJ’nin hakimiyetinde olan bir bölge. Kurulması, 2014’teki Obama hükümetinin o zamanki İslam Devleti saldırılarına karşı oradaki Kürt güçlerine destek vermesiyle oluyor. Yaklaşık dokuz senelik bir süreçten bahsediyoruz. 2014 Eylül’ünde Kobanî de tamamen kuşatma altındaydı. ABD müdahalesinden ve Kobanî’nin “düşmesi” gündeminden sonra elbette savaşın rengi değişti ve bunun Türkiye siyasetine de yansımaları oldu.
Şimdi baktığımızda ise Rojava’nın, oradaki Kürt yapısının hayatta kalmasının aslında en büyük sebebinin Amerika Hava Kuvvetleri’nin bölgeye sağladığı destek olduğunu görüyoruz. ABD’nin bölgedeki asker sayısı cüzi ama hava kuvveti belirleyici. Türkiye, bu desteğin verilmemesi konusunda ABD’yi zorluyor tabii ki. ABD 2019’da, Trump başkanken, bölgeden tamamen çekilmeye kalktı ve sadece Demokratlar'dan değil, Cumhuriyetçiler'den de tepki görünce çekilmekten vazgeçti.
Türkiye ise son yıllardaki operasyonlarıyla bölgenin bir kısmını aldı ve o günden beri de bu ilişkiyi zorluyor. Bu zorlamalar elbette ABD cephesinde bazen sert karşılık buluyor. Yakın dönemde Türkiye’nin dronunu düşürmesi gibi.
Öte yandan Rojava, güncel politikalarına baktığımızda ABD’nin çok da önceliği olan bir bölge değil şu anda. Ama ABD’nin bölgedeki hava kalkanı olmasa Türkiye'nin bölgeye girmesini engelleyecek fazla faktör yok. Bu olmadığı için Türkiye bir şekilde bölgenin elindeki gücü ve kaynakları minimize etmeye çalışıyor, diye düşünebiliriz bunu.
Uluslararası destek
ABD dışındaki ülkelere baktığımızda da Rojava’ya verilen uluslararası destek azaldı mı sizce?
Batı solunda tabii ki Rojava’ya karşı hâlâ bir sempati ve destek var. Ama Filistin meselesinden de gördüğümüz gibi insanların bir halka, bir mücadeleye sempati duyması sonucu değiştirmiyor. Son tahlilde askeri güç belirleyici oluyor. Evet, Rojava bundan beş-altı sene önceki gibi Batı medyasında öne çıkan bir olgu değil. Böyle olsa bile, son tahlilde bunun da kısıtlı bir etkisi oluyor. Askeri güç olmadığı sürece bir şekilde kaba kuvvet daha baskın geliyor reel politikada. Filistin davası bunun en büyük örneği sanırım bu bağlamda.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) Rojava’da en az 10 sivilin, toplamda ise 45 kişinin hayatını kaybettiğini duyurdu. Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler bağlamında bu kayıpları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Filistin ve İsrail savaşından dolayı bu tartışma şu anda çok güncel tabii ki. Hamas 7 Ekim'de İsrail'deki çeşitli yerleri basıp insanları öldürdüğünde buna doğrudan “terörizm” deniyor, ki bence de terörizm, doğru. Ama bir devlet orantısız güç kullandığı zaman aslında bu tanımlar biraz daha muğlak bir alana çekilebiliyor. Çünkü devletlerin argümanı çoğu zaman “Biz sivilleri hedef almıyoruz, oradaki silahlı militanları hedef alıyoruz.” Ama işte o bölgede siviller varsa onlar zarar görüyor ve muğlaklık tamamen orantısız güç kavramıyla ortadan kalkıyor.
Bir devlet direkt ve kasıtlı bir şekilde sivilleri hedef aldığı zaman savaş suçu işlemiş olur ama pratikte çoğu zaman böyle de olmuyor. Gerçekleşen şey, orantısız güç oluyor. Bu şiddetin örneği en çok ABD’nin 2017 senesinde Rakka operasyonunda, İslam Devleti’ne karşı yürüttüğü operasyonda öne çıkıyor. Musul'da da öne çıktı. Silahlı militanlara saldırdığınızda etrafındaki sivilleri de öldürüyorsunuz. Ve buradan argüman geliştiriyorlar. Collateral damage (ikincil hasar) Türkiye’nin kendini savunmak için kullandığı en önemli argümanlardan biri. Birçok devlet gibi. Ve bunun birçok devlet açısından bir bedeli yok elbette.
“Bazı insanların hayatları daha değerli”
Orantısız güç kavramını biraz daha açabilir misiniz?
Biraz felsefe açısından yaklaşmak gerekirse, insan hayatı evrensel bir olgu olarak düşünülüyor çoğu zaman. Bütün Birleşmiş Milletler sözleşmelerinde de vurgulandığı gibi ancak son tahlilde gerçeklik bu değil. Bazı insanların hayatları çok daha değerli. Bu da hem dünyada, hem de yerelde güç dengelerini yansıtan bir durum ortaya çıkarıyor.
Örneğin, Filistin'de çok fazla insan öldürülüyor; ama onların ölümünün yarattığı etki bir İsrailli’nin öldürülmesininin yarattığı etkiden çok daha az. Uluslararası kamuoyunda en azından durum böyle. Bu bazen insanların ten renklerinden, bazen dinlerinden, bazen de konuştukları dillerden kaynaklanıyor. Söz konusu durumu Ortadoğu coğrafyasında zaten çıplak bir şekilde görebiliyoruz, 2003 Irak işgalinden beri belki de. Son 15 yıl içerisinde 10 binlerce insanın öldüğü coğrafyadan bahsediyoruz ve Ortadoğu’da insanların ölmesi dünya kamuoyu ve toplumsal hareketler açısından da aslında kanıksanmış durumda. Aynı şeyi Rojava ve Kürt coğrafyası için rahatlıkla söyleyebiliriz tabii ki.
Operasyonlardan önce Hakan Fidan'ın Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne bir takım ziyaretleri olmuştu. Bu ziyaretleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
KDP uzun zamandır Türkiye ile işbirliği halinde. 2017 referandum krizinde bu ilişki biraz sekteye uğradı; ama bir şekilde tekrar tamir edildi. Barzani'nin hakim olduğu bölge açısından düşünürsek Türkiye özellikle Duhok ve Erbil'de önemli rol oynayan bir ticari partner. Ve İran ile Bağdat hükümetine karşı dengeleyici bir unsur da.
Türkiye'nin Behdinan bölgesinde (Türkiye-Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin hemen güneyi) özellikle çok ciddi operasyonları var. Türkiye, savaşı Botan’dan Behdinan’a getirdi diyebiliriz bu açıdan. Bu da Barzani hükümetinin tepki verdiği bir olgu değil. PKK bir hareket olarak bir Kürt hareketi ve KDP de bir Kürt hareketi ama bu demek değildir ki her zaman ortak bir paydaya sahipler. Bu nedenle de Türkiye içinde PKK’ye, Rojava'daki YPG'ye karşı yürütülen savaşta Barzani ailesinin pozisyonu genelde Türkiye’ninkine yakın oluyor. Özellikle 2007’den beri gelişen süreçte, Bush hükümeti zamanındaki kırılmadan sonra, Türkiye'nin Barzani ailesiyle jeopolitik çıkarları aslında pek çok şekilde örtüşüyor.
Barzani ailesi bu saldırıları kanıksamış durumda. Türkiye’nin daha kapsamlı bir operasyon yapmasına yanaşmıyor olabilirler ama Türkiye'nin orada yürüttüğü savaş elbette Barzani yönetiminin bilgisi dahilinde gelişiyor ve Barzani hükümeti Türkiye'den daha çok PKK’ye tepki veriyor: "Sizin buradaki savaşınızdan bir zarar görüyoruz ve bu yüzden de sizin burada olmamanız lazım."
Muamma
Saldırılar kara operasyonuna mı zemin hazırlıyor?
Bunu öngörmek çok kolay değil. Özellikle 7 Ekim saldırılarından sonra Pandora’nın kutusu açıldı ister istemez. ABD tabii ki hâlâ en etkin aktör Ortadoğu'da; ama hegemon aktör olup olmadığı da biraz tartışmalı. Çünkü aslında Obama’dan beri ABD’nin asıl stratejisi biraz daha Pasifik’e yönelmek, özellikle Çin'e odaklanmak. Rusya'nın Ukrayna'yı işgali bunu biraz sekteye uğrattı ama Ortadoğu her zaman geri plana itilmeye çalışıyor, çünkü ABD artık askeri olarak bölgede kalmak istemiyor. Böyle olduğu için de yarım ağızlı bir şekilde önem verilen bir bölge artık Ortadoğu.
7 Ekim saldırıları sahadaki bu durumu değiştirdi elbette. Biden, İsrail’e gitti örneğin, oradan Ürdün’e geçecek. Ortadoğu siyaseti ABD açısından önemli hale geliyor ama bunun artçı yansımalarını öngörmek kolay değil. ABD açısından İsrail önemli bir müttefik ama öte taraftan da Suudi Arabistan ile İsrail ilişkisi var. Burada Türkiye'nin oynayacağı rol bir arabuluculuk olur mu, ABD Suriye'de ne kadar kalmak ister, bunların hepsi muamma. Ama elbette ABD hava kalkanını bölgeden tamamen çekmezse Türkiye'nin kapsamlı bir kara operasyonu yapması çok muhtemel değil.
Bu denkleme bir de Filistin-İsrail savaşı eklendi.
ABD kamuoyunda üç farklı tutum var Filistin-İsrail meselesiyle ilgili. Birincisi çok da şaşılmayacak şekilde Cumhuriyetçi Parti ve Evanjelist Hristiyanların tutumu. İsrail barbarlık karşısında demokrasiyi ve medeniyeti temsil ediyor minvalinde bir bakış açısı: “7 Ekim’deki terörist saldırıların karşısın sonuna kadar İsrail’i desteklemeliyiz.” Bunun sonu Gazze’de her türlü etnik temizliğe kadar da olan politikaların da desteklenmesine çıkıyor.
Biden hükümetinin politikası biraz daha farklı. Hamas’ı bir terör örgütü olarak ele alıyorlar ama Gazze’nin İsrail tarafından kalıcı işgaline çok fazla destek vermiyorlar. Bu da elbette biraz ABD solunun tutumundan kaynaklanıyor. ABD solu son 15 yıldaki değişimle birlikte İsrail’e daha eleştirel bakan bir yerde konumlanıyor. Demokrat Parti’nin sol kanadı Hamas’ın bir sonuç olduğu argümanını ortaya koyuyor. Bu tutuma göre, İsrail'in Filistin'e karşı uzun zamandır yürüttüğü işgalci, kolonyal politikaların bir yansıması, bir sonucu çünkü zaten Hamas.
İsrail günlerdir Gazze’yi bombalıyor ve büyük ihtimalle kara operasyonu yapacak. Oradaki Hamas altyapısını yok edip eskiden olduğu gibi tamamen Gazze’yi abluka altına almaya çalışabilir. Bu da statükoyu tekrar canlanması olabilir. Fakat diğer tarafta da Hizbullah ve İran var. Hamas’ı yok ettiklerinde Gazze’yi kim yönetecek? Ciddi bir bilinmezlik ortaya çıktı. Ama tecrübeyle sabittir ki bazen, çok güçlü gördüğümüz saldırılar aslında uzun vadede çok da fazla değişim yaratmayabilirler. Tüm bu senaryoları düşündüğümüzde de Filistin meselesinde kalıcı bir çözüm çıkması çok muhtemel görünmüyor.
Güçlü olan ve haklı olan
Hakan Fidan’ın İsrail’i “hırsızlıkla” itham etmesi, insanlara Afrin sürecini hatırlattı. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Uluslararası siyasette haklı olanın oturduğu temel bir ahlâki argüman var mıdır, yoksa haklı olmasının en büyük nedeni onun güçlü olması mıdır? İsrail’in hem Batı Şeria hem de Gazze üzerindeki hakimiyeti, uluslararası hukuk açısından son derece sakıncalı. 1967’den beri de değişen bir şey yok. Yerleşimci sayısı sürekli artıyor ve Filistinlilere çok kısıtlı bir yaşam alanı bırakıldı. Güçlü olan haklı olmasa bile bir şekilde otoritesini empoze edebiliyor. Ve tabii ki yeni argümanlar geliştiriyorlar: “Biz Filistinlilere barış yapma şansı verdik, 90’lı yıllarda Oslo Süreci vardı, sonra terör saldırıları ortaya çıktı.”
Türkiye açısından baktığımızda da yıllardır sırtını yasladığı argümanın paralellik gösterdiğini görüyoruz. Çatışma ve çözüm süreçlerinden, sürecin nasıl bitirildiğinden dem vuruyorlar. 2015’ten sonraki sert çatışma süreci için de açıkça söylemek gerekiyor ki, Kürt silahlı hareketi başarılı olamadı. Durum böyle olunca, Türkiye güçlü olduğu bütün dinamikleri Kürt coğrafyasına bir şekilde empoze edebilir hale geldi. İnsanlara siyasi-ahlâki bir okuma bazen daha cazip gelebiliyor; ama olan biten bu.
Rasyonel mi gelmiyor size bu durum?
Rasyonelliğin ötesinde çok da karşı tarafı ikna edici bir argüman değil. Kadim bir tartışmadır bu, kolonyalizm süreçlerinde o kadar çok şiddet uygulamalısın ki hakim gücü bir şekilde taviz vermeye zorlayasın. Bu tavır bazen başarılı olur ama bazen de ters teper. Çünkü çok fazla şiddet uygularsan karşı taraf provoke olur ve İsrail’in yaptığı gibi son derece acımasız politikalarla sana daha fazla zulüm edebilir. Ve ne yazık ki bu şiddet sarmalı, siyasetin yönünü değiştirmeyebilir.
Kürt meselesi uzun süre dünya kamuoyunun gündemdeydi; ama özellikle 2017’den sonra bunun aynı şekilde ele alındığını söylemek kolay değil. Belki 2019’da Trump’ın Suriye’den çekilme hamlesi ciddi bir kamuoyu yarattı. Son üç-dört yıla baktığımızda Kürt meselesinin tamamen geri planda kaldığını görebiliriz. Filistin savaşı da şu an Türkiye’ye bu konuda daha fazla manevra alanı sağlayabilir. Erdoğan’ın arabulucu olması da olmayacak bir gelişme değil.
Çok olumsuz bir tablo çizmek istemiyorum ama baktığımızda hem Türkiye'de hem Ortadoğu coğrafyasının son 20 yıldaki gelişmeler pek iç açıcı değil. En az bir-iki nesilin doğrudan etkilendiği gelişmelerle insanların bütün gençlik hayalleri, demokrasi mücadelesi bir anda sekteye uğrayabiliyor. Yeni bir mücadele akımı ya da dalgası ortaya çıkana kadar da on yıllar geçebiliyor.
Türkiye’deki entelektüel alan
Seçimlerde de ciddi kırılma noktası yaşandı elbette. Türkiye, bir ileri iki geri yürüyerek otokrasinin kanıksandığı bir ülke olma yolunda hızla ilerliyor. Thucydides ve Machiavelli’den, itibaren tartışılan bir konudur, gücü elinde tutanın haklılığı. Ortadoğu siyasetine baktığımızda da bu sonuca varabiliyoruz. Gücü olmayanlar da o hegemonyayı kabul etmek zorunda kalıyorlar. Hegemonyayı kabul etmediklerinde ise çok sert bir şekilde karşılık görüyorlar. Kürtlerin gördüğü karşılık gibi.
2011’deki Arap ayaklanmaları zamanında Mısır'da, Tunus'ta, hatta Suriye'deki çok korkunç savaşlar başlamadan önce birçok insan sokak protestolarında kendilerini daha mutlu ve özgür hissetmişler ve refah düzeyi yüksek ülkelerde yaşayacaklarını düşünmüşlerdi. Şimdi tüm bu ülkeler çok daha kötü durumda. Buna Türkiye de dahil.
Türkiye’yi eklemişken burada belki şunu da söylemek gerekiyor: Özellikle 2005’den 2015’e kadar olan süreçte Türkiye’de entelektüel alan çok genişti. Çok fazla çalışma yürütülüyordu ve insanlar tartışıyordu. Gazeteler ve televizyonlar da böyleydi. Kendi açımdan baktığımda Türkiye’de son sekiz yılda o entelektüel ortamın tamamen ortadan kalktığını düşünüyorum. Evet bazı insanlar hâlâ iyi tartışmalara alan açacak şeyler yazıp-çizebiliyor; ancak bu da daha kapalı bir ortamda oluyor. 2015’ten sonra şiddet tamamen kendini gösterince otokrasi ile beraber hepsi ortadan kalkmış oldu. Bu çok üzücü bir durum.
Güneş Murat Tezcür hakkında
Akademisyen.
Arizona State Üniversitesi’nde Siyaset ve Küresel Çalışmalar Okulu’nun direktörü.
Akademik çalışmaları özellikle siyasi şiddet ve kimlik, demokratik mücadeleler ve sosyal hareketler üzerine. Diğer çalışma konuları yanında, insanların kitlesel düzeyde şiddet eylemlerine katılmaları sorunsalı üzerine de çalışıyor. Çalışmaları önde gelen birçok uluslararası akademik dergide yayımlandı.
Oxford Handbook of Turkish Politics adlı eserin editörlüğünü üstlendi.
DTPs Baptism of Fire
(TY)