Medico International’ın hazırladığı, “Hangi “güvenlik”ten söz ediyoruz? / Neden Türkiye “güvenli üçüncü ülke” olarak kabul edilemez” başlıklı uzman görüşü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) sunuldu.
Değerlendirme, Dünyada Demokrasi ve İnsan Hakları İçin Avrupalı Hukukçular Birliği (ELDH), Avrupalı Demokratik Avukatlar (AED), Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) ve Çağdaş Hukukçular Derneği'nin (ÇHD) üçüncü taraf görüşüne dayanıyor.
Deneysel araştırmalara dayanan uzman görüşü, Türkiye'nin, “güvenli üçüncü ülke” olarak tanınmış olmasının hem AB hem de uluslararası insan hakları hukuku ile nasıl tamamen çeliştiğini inceliyor.
Raporun nihai sonucu, “güvenli üçüncü ülke” etiketinin hukuki olmaktan ziyade siyasi olduğu: “Türkiye örneğinde, AB'deki başarılı sığınma başvurularının sayısını azaltmak amacıyla 'güvenli üçüncü ülke' kavramının genişletilmiş uygulaması, sonuçta sığınma hakkının tamamen kaybedilmesinden başka bir risk taşımıyor…”
“Güvenli üçüncü ülke” ne demek?
Uzman görüşünde, bu kavramın, genişletilmiş kapsamı ve uygulanmasının, Avrupa Birliği (AB) Yeni Göç ve İltica Paktı'nın ve Ortak Avrupa İltica Sistemi (CEAS) reformunun önemli bir bileşeni olduğu bilgisi yer alıyor:
“‘Güvenli üçüncü ülke’ kavramı uygulamada, bu ülke üzerinden seyahat eden kişilerin sığınma başvurularının kabul edilemez sayılması anlamına geliyor. Yani bu kişilerin sığınma talepleri dikkate alınmaz. Ancak 'sürgün edilenlerin' Avrupa sığınma sistemine erişimini etkili bir şekilde engellemek için üçüncü bir ülkeyi 'güvenli' ilan etmekten faydalanması, yeni bir yol değil.
2016 AB-Türkiye Beyannamesinde, Yunanistan üzerinden gelen herhangi bir üçüncü ülke vatandaşının geri dönüşüne temel oluşturan AB İltica Prosedürleri Direktifi'nin (AB APD) 38. Maddesi uyarınca Türkiye'nin 'güvenli üçüncü ülke' olarak nitelendirilebileceği öne sürüldü.
Hem o zamanın hem de bugünün koşulları gözetildiğinde yapılmış olan bu sınıflandırmanın, Türkiye'deki 'sürgünlerin' yaşanmış deneyimlerini merkeze alan bir değerlendirmenin sonucundan ziyade siyasi bir karar olduğu açıktır.
Zaten AB-Türkiye Beyannamesinin müzakere edildiği ve üzerinde anlaşmaya varıldığı dönemde, insan hakları örgütleri de bu yaklaşımı eleştirmiş ve Suriye'ye toplu sınır dışı etme gibi ağır hak ihlallerini belgelemişti.”
Türkiye, 1951 Cenevre Mülteci Sözleşmesi'ne üye ülke olmasına rağmen hâlâ Mülteci Sözleşmesi'nin uygulanabilirliğine ilişkin coğrafi sınırlamayı sürdürüyor ve bu nedenle Avrupalı olmayan vatandaşlar bu Sözleşme kapsamındaki koruma esaslarından yararlanamıyor. Buna bağlı olarak, Avrupa dışındaki ülkelerden gelen ve Türkiye'de koruma arayan kişilerin, farklı koruma türlerine veya oturum izinlerine başvurmaları gerekiyor.
“Koruma” türleri
Birincisi, Suriye vatandaşlarına yönelik Geçici Koruma Statüsü.
İkincisi, Şartlı Mülteci Statüsü ve Ek Koruma Statüsü.
Üçüncüsü, genel göç mevzuatına dayalı oturum izinleri. Ancak bu ikamet izinleri yasal anlamda bir koruma türü olarak nitelendirilmiyor.
Raporda, tüm bu koruma veya ikamet izinlerinin hiçbirinin, Mülteci Sözleşmesi kapsamında işaret edilen korumaya eşdeğer olmadığını altı çizildi:
“Ayrıca örneğin işkence mağdurlarının, cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddetten (SGBV) hayatta kalanların ve LGBTQIA+ topluluğu üyelerinin özel koruma veya kabul ihtiyaçları da yeterince dikkate alınmıyor. Belirli 'sürgün' gruplarına yönelik bu tür eksiklikler, uluslararası hukukta belirtilen ayrımcılık yasağını ihlal edebilir ve kişinin yaşamına veya özgürlüğüne yönelik bir tehdit oluşturabilir.”
Yasal hakları kullanma ve sosyal hizmetlere erişim
Raporda, göçmenlerin karşılaştıkları yasal sorunlar da anlatıldı:
“Kayıt işlemi tamamlanmayan hem geçici hem de uluslararası koruma başvuru sahiplerinin diğer yasal haklarını kullanmaları ve sosyal hizmetlere erişimleri de engelleniyor.
Bir tür statü elde etmeyi başaranlar veya kayıt sonrasında kendisine kimlik verilenler; teorik olarak Türkiye'de eğitim, sağlık hizmeti ve çalışma izni talep etme hakkına sahip. Ancak uygulamada bu hakları fiilen kullanmak son derece zordur.
Geçici veya uluslararası koruma rejimi altındaki kişiler, güvencesiz yaşam koşulları nedeniyle çoğu zaman geçimlerini sağlayabilmek adına kayıt oldukları illerden ayrılmaya ve daha büyük şehirlere taşınmaya zorlanıyor. Ancak atandıkları şehirden ayrılanlar, statülerine bağlı tüm sosyal haklara veya hizmetlere erişimlerini de kaybediyor.”
“İnsanlık dışı ve aşağılayıcı maddi koşullar”
Uzman görüşünde, “Türkiye'deki 'sürgünlerin' tam bir yoksulluk içinde olmasalar da çoğu zaman zor koşullarda yaşamaya zorlandığı” belirtildi:
“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadına göre AİHS'nin 3. maddesi uyarınca geri göndermeme ilkesi kapsamındaki yükümlülükler, AİHS'e taraf bir devletin, maddi koşulların insanlık dışı ve aşağılayıcı bulunması durumunda bir kişiyi bir ülkeye geri göndermesini engelleyebilir.”
“Ayrımcılık, nefret söylemi ve yabancı düşmanlığı”
Hukukçular, belirli bir grup insanın sosyal hizmetlere erişimden ayrımcı bir şekilde dışlanması ve zorunlu olmasına rağmen bu kişilere yeterli maddi koşulların sağlanmamasının da, uluslararası hukuka aykırı olarak ayrımcılık anlamına geldiğini ifade etti:
“Dahası, Türk siyasetinde ırkçı ve yabancı düşmanı söylemlerin kullanılması, giderek şiddete dönüşen göçmen karşıtı duyguların artmasına yol açmış ve birçok 'sürgün'ün kendini güvende hissedemeyeceği düşmanca bir ortam doğurmuştur. Bu durum, 'sürgün edilenlerin' nefret söylemine ve ırkçı şiddete maruz kalma riskine yol açarak güvenli üçüncü ülke statüsüyle potansiyel bir çelişki yaratmıştır.”
Geri gönderme ve “geri itme”
Raporda, bahsedilen “koruma” statülerinin de geri göndermeye karşı etkin bir koruma sağlamadığı belirtildi:
“Birincisi, koruma sağlanan veya oturma izni almayı başaran 'sürgünler', yine de statülerinin keyfi olarak iptal edilmesi ihtimaliyle karşı karşıya. Bu durumdan etkilenen bireyler, sonrasında bireysel riskleri veya Türkiye'de kalış süreleri de dahil olmak üzere kişisel koşulları tamamen göz ardı edilerek gerçek bir sınır dışı edilme tehlikesine maruz kalıyor.
İkinci olarak, Türkiye rutin olarak Avrupa dışındaki ülkelerin vatandaşlarını zorlayıcı 'gönüllü geri dönüşler' yoluyla uzaklaştırıyor; bu da pratikte, 'sürgün edilenlerin' ya kandırıldığı ya da örneğin Suriye’ye 'gönüllü geri dönüş' için onay formunu imzalamaya zorlandığı anlamına geliyor.
Üçüncüsü, Türkiye güvenlik güçleri, güvenlik arayan insanları sistematik olarak ülkenin Suriye ve İran sınırlarından geri itiyor.
Deprem
Uzman görüşünün son bölümünde, 6 Şubat 2023’teki depremlerin ardından göçmenlerin durumunun nasıl değiştiği hakkında bilgiler yer aldı:
“Ülke genelinde 50 binden fazla insanın öldüğü bu afette, 'sürgünler' de dahil olmak üzere yalnızca Türkiye’de tahminen 2,7 milyon kişi yerinden edildi.
Depremlere bağlı olarak genel anlamda göçmenlerin yaşam koşulları kötüleşti, giderek artan ırkçı saldırılar ortaya çıktı ve Suriyeliler -en azından başlangıçta- çadır gibi yardım dağıtımlarının dışında tutularak acil barınma imkânlarına erişimde zorluklar yaşadı.
Belirli bir grup insanın acil yardıma erişimden ayrımcı bir şekilde dışlanması, yine uluslararası hukuka aykırı olacak şekilde ayrımcılık anlamına gelir.”
Sonuç: Türkiye, Avrupalı olmayanlara “etkili koruma” sunamıyor
Uzman görüşünde, Türkiye’nin, ne Avrupa Birliği İltica Prosedürleri Direktifi (APD) ne Ortak Avrupa İltica Sistemi (CEAS) reformu kapsamında “güvenli üçüncü ülke” kriterlerine uyduğu sonucuna varılıyor: “Çünkü Türkiye, Avrupalı olmayan yabancılara 'etkili koruma' sunmuyor. Türkiye'deki 'sürgünlerin' koşulları sürekli olarak kötüleşmektedir ve bu durum yalnızca Suriye vatandaşlarıyla sınırlı değildir.”
Bu sonucu önceleyen faktörler, şöyle özetlendi:
· İlk olarak mevcut koruma statüleri ve izinler, 'güvenli üçüncü ülke' kavramının uygulanması için AB APD'nin 38(1)(e) bendi gereği Cenevre Sözleşmesi tarafından sağlanan korumaya eşdeğer değildir.
· İkinci olarak; Türkiye'de fiili koruma elde etmenin önündeki temel engel, Türkiye'deki 'sürgünler'in 'kimlik' için kaydolmasının giderek zorlaşması nedeniyle kayıt işleminin mümkün olmamasıdır. Başka bir deyişle, Türkiye'de gerçek anlamda bir “mülteci statüsü talep etme imkanı bulunmamaktadır.
· Üçüncüsü; işkence mağdurları, cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet mağdurları veya LGBTQIA+ topluluğu üyeleri gibi gruplar için özel koruma veya kabul ihtiyaçları yeterince dikkate alınmamaktadır. Belirli 'sürgün' gruplarına yönelik sistematik eksiklikler, öncelikle uluslararası hukukta belirtilen ayrımcılık yasağının ihlalini ve daha sonra ise yabancılara karşı yetersiz koruma gibi potansiyel olarak hayatı tehdit eden nefret suçları gibi koşulların ortaya çıkmasını sonuçlayabilir.
· Dördüncüsü, genel kabul koşulları da gerekli standartları karşılayamamaktadır çünkü Türkiye'deki 'sürgünler' tam bir yoksulluk içinde olmasa da genellikle oldukça kötü koşullarda yaşamak zorunda bırakılmaktadır. Her halde, 'sürgünlerin' temel haklarının sistematik ve ciddi şekilde ihlal edildiği bir ülkenin, fiilen 'güvenli' olarak değerlendirilebilmesi mümkün değildir.
· Beşincisi, ülkedeki olumsuz ekonomik koşullar nedeniyle 'sürgünleri' günah keçisi ilan etmek de dahil olmak üzere, Türkiye siyasetindeki ırkçı söylemlerin ülkede giderek daha da düşmancıl bir ortam yarattığı görülmektedir. Bu durum, nefret söylemine ve ırkçı şiddete maruz kalma riskine yol açmaktadır.
· Altıncı olarak, 'sürgünler'; 'kimliklerinin' keyfi olarak iptal edilmesi, sınır dışı edilme ve şahsi durumları gözetilmeksizin toplu sınır dışı edilmelere, zorlayıcı 'gönüllü geri dönüşlere’ veya geri itmeler nedeniyle gerçek ve ciddi bir geri gönderme riskine maruz kalmaktadır.
· Yedincisi, geri göndermeme ilkesinin yukarıda belirtilen sistematik ihlallerine ilişkin uygulamalarla bağlantılı olarak, Türkiye'deki göçmen karşıtı politika büyük ölçüde kitlesel tutuklama ve gözaltına dayanmaktadır. Tutuklular, hem yetersiz gözaltı koşulları hem de hukuki yardıma kısıtlı erişim nedeniyle rutin olarak temel haklarından mahrum bırakılmaktadır. Nihayetinde keyfi gözaltı riski, bireyin özgürlüğüne yönelik ciddi bir tehdit teşkil etmekte ve yine bireyin temel haklarını da ihlal etmektedir.
· Sekizinci olarak ise Şubat 2023'ün başlarında meydana gelen yıkıcı depremler, göçmen karşıtı duyguları ve 'sürgün edilenlerin' ayrımcılıkla dışlanmasını daha da açığa çıkarmıştır.
Araştırma hakkında: “Geri itme”ye karşı AİHM’e 32 başvuru
Dünyada Demokrasi ve İnsan Hakları İçin Avrupalı Hukukçular Birliği (ELDH), Avrupalı Demokratik Avukatlar (AED), Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) ve Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Temmuz 2022'de “geri itme”, yani herhangi bir ön prosedür olmaksızın Yunanistan topraklarından (kara ve deniz) Türkiye'ye geri gönderildiği iddia edilen mültecilere ilişkin olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) 32 başvuruda bulundu.
Sonrasında hukuki görüşle ilgili araştırmalarını genişlettiler, Eylül 2021 ile Haziran 2023 tarihleri arasında paydaşlar, avukatlar, STK'lar, gazeteciler ve araştırmacılarla toplam 38 görüşme yapıldı.
Araştırma öncelikle STK raporları ve gazete makaleleri gibi kamuya açık kaynakları; ikinci olarak resmi olmayan bazı konuşmaları ve son olarak mevcut uzman görüşüne katkıda bulunan bireylerin çeşitli akademik deneyimlerinin yanı sıra savunuculuk ve dava deneyimlerini içeriyor.
Uzman görüşü, Medico International (Almanya) tarafından tasarlanıp yayınlandı.
(AS)