Bu sene Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günü’ne geçtiğimiz son 13 yıldan farklı bir atmosferde giriyoruz.
Bugün 13 yıldır, ilk defa, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tek partilik iktidarı, 7 Haziran seçimleri ile sona erdi.
13 yıl ve son üç döneme baktığımızda, Türkiye medyasının da uzun bir yol kat ettiğini, yapısal dönüşümlere uğradığını görüyoruz.
“Askeri vesayet”, “havuz medyası”, “mahpus gazeteciler”, “alo Fatih”, “baş belası Twitter” Türkiye medyasında kilit sözcükler haline geldi.
Bugün geldiğimiz noktada, basının özgürlüğü açısından nereden nereye geldiğini, AKP iktidarı sürecinde nasıl bir dönüşüme uğradığını, İPS İletişim Yayınları’ndan çıkan İfade Özgürlüğünün On Yılı 2001-2011 kitabının yazarları Emek Çaylı ve Gülsüm Depeli ile konuştuk.
Gerçekten de AKP öncesinde medya özgür müydü? Havuz medyası ilk defa mı ortaya çıktı? Medya sahipliği çoğulcu muydu?
Bu sorulara cevap aradık. Son 13 yılın fotoğrafını çekmeye çalıştık.
AKP öncesi medya nostaljisi
Son 13 yıla baktığımızda ifade özgürlüğünün en büyük tehdidi ne oldu? Özellikle AKP döneminden bahsedilirken “12 Eylül’den bile beter gibi cümleler kurulabiliyor. Bunu birçok gazeteci de dile getiriyor. AKP öncesi medyada durum nasıldı? Çoğulcu, özgür bir medyadan söz edebiliyor muyduk?
E.Ç.: Her şeyden önce bir kavrayış olarak “özgürlük”le siyasal ve toplumsal kültürümüzün ciddi anlamda sorunu olduğu kanısındayım. En basit biçimiyle “başkasının özgürlüğünün başladığı yerde benim özgürlüğüm biter” akıl yürütmesi ile çerçevelenmiş özgürlük kavrayışımızın sofistikeleşememiş olmasının temel belirleyeni, devlet-yurttaş ilişkisinin, birincisinin hegemonyası doğrultusunda bir denge içinde kurulagelmiş olması.
Devlet paternalizmi, hikmetinden sual olunmayan koruyucu, kollayıcı, gerektiğinde cezalandırıcı bir baba figürü olarak yurttaşlarına “hem severim hem döverim”ci kudreti benimsetiyor.
" İnsanlar ikiye ayrılır; özgürlüğü sevenler ve ondan nefret edenler. Özgürlük nefreti baskıcı devlet babanın ödipal sendromlu yurttaş-evlatlarının kendilerini içinde buluverdiği bir duygu." |
Böylesi bir kudretle çepeçevre sarılıp sarmalanmış, güçsüzleşmiş ve teslimiyeti özümsemiş “çocuk yurttaşlar” için özgürlük, baba devletin meşruiyet vizesi verdiği şeyleri kapsamakla tariflenen, kolaylıkla gözden çıkarılacak, hatta varlığı ve yokluğu bir olan, adını anmanın çok da hayırlı kabul edilmediği bir kavram.
O nedenle “hain evlatlar” daha çok sahipleniyor onu. Hal böyle olunca cinayetler, katliamlar, her türlü baskı ve şiddet “devletin bir bildiği vardır elbet” duygusuyla karşılanıyor, özgürlük talepleri sükunet ve sınırsız biat ile bertaraf edilmek suretiyle marjinalleştiriliyor.
Onlarca insan anayasal haklarını kullanarak barışçı protesto eylemleri yaparken öldürüldüğünde, fiziken ve ruhen yaralandığında “kamu malı”nın bu canlardan daha kıymetli addedilmesi de bu yüzden.
Hani şu meşhur “insanlar ikiye ayrılır” kalıbını kullanarak açıklayacak olursak: İnsanlar ikiye ayrılır; özgürlüğü sevenler ve ondan nefret edenler. Özgürlük nefreti baskıcı devlet babanın ödipal sendromlu yurttaş-evlatlarının kendilerini içinde buluverdiği bir duygu.
Ona sahip olmamanın ya da onu elde edememiş olmanın yoksunluk hissiyle karışık bir nefret bu. Söz dinlemeyen öteki yurttaş-evladın talep ederek, söke söke elde ettiği özgürlük denen şeyden en az devlet babası kadar nefret ediyor.
Bu nefret, saptırılmış dinsel dogmalardan, düşman tayin edici, ayrımcı, cinsiyetçi ideolojilerden beslenen, kolaylıkla faşizme evrilebilen fikirlerle örülmüş bir zihniyet dünyasından besleniyor ve kendini otoriteryan olanın zorbalığında ifade ediyor.
Zorbanın gizli çekiliğine kendini kaptırmış vaziyette, yaşama ve yaşatma üzerine kurulu özgürlük sevgisine karşılık ölümü ve öldürülebilir hayatları tayin etme yetkisini arzulayan özgürlük nefretini onaylıyor “makbul yurttaş”.
Bu makbul yurttaşlar o nedenle darbeleri sever, darbe olmazsa başka vesayetler bulur, onu sever.
Bugün yaşanan özgürlük tehdidinin o nedenle aslında bugün yaşanmadığını, özgürlük nefretinin her daim, nerede bir otoriterleşme bulduysa kendine hareket alanı bulduğunu ve hep pusuda beklediğini söylemek mümkün.
Özgürlük, olağanüstü hallerde, hukukla birlikte askıya alınabilecek bir istisna olarak kavrandığında özgürlüklerden değil özgürlük illüzyonundan söz edebiliyoruz.
İfade özgürlüğünün en büyük tehdidi olarak iktidar
G.D.: İfade özgürlüğünün en büyük tehdidi bizzat iktidar oldu, her ne kadar şu anda seçim sonrası belirsizlik içinde olsak da, hala devam ediyor buna.
12 Eylül ile ilgili karşılaştırma hakkında ne söyleyebilirim? Ben 12 Eylül döneminde çocuktum fakat bugün baktığımda şöyle düşünüyorum. 12 Eylül Darbesi direnme ve itiraz kültürü olan bir toplumsallığı elbette çok ağır ve açık şiddet yoluyla bastırdı.
Üzerimizdeki ölü toprağının en büyük sebebidir darbe, siyasi ve toplumsal olarak bugünlerimiz o darbenin üzerine oturuyor.
Bugünkü şiddet ortamı ile karşılaştırdığımızda, 12 Eylül darbesinin, o şiddetin ve toplumsal yaşamda yarattığı tahribatın çıplak gözle izlenebilir olduğunu söyleyebiliriz. O açık şiddetti; sokaktaydı, cezaevlerindeydi, evlerdeydi, direnen bedenlerdeydi. Öldürüyordu…
Ama bence şimdiki şiddet daha teknolojik, daha yayılmacı… Cop değil ama gaz, su... Mesele mesafe değil, korunamıyorsunuz.
Sadece bedene değil, bedenin diğer duyularına ve duygulara ulaşıyor. Evinize, varlık/benlik alanınıza sokuluyor…
Bedenimiz acımıyor ama canımız çok yanıyor. Zihnimiz ve eleştirel kanallarımız acımıyor ama sağlıklı olduğundan değil, uyuştuğundan. Bize bir şey olmuyor… Öyle sanıyoruz. Algı kapasitelerimizle ve eşik değerlerimizle oynuyor. Hatta öldürmeden öldürüyor.
Bu yeni şiddet deneyimi özellikle 2001 sonrası Güvenlik Toplumu uygulamaları ile biçimleniyor. Korkuyu, tehdit duygusunu süreklileştirmek üzerine kurulu. Türkiye özelinde bu şiddet 1980 Darbesi’nin çıplak şiddetine benzemiyor ama onu hiç hafife almamalıyız bence.
Çünkü bence iktidar mekanizmalarının giriftleştiği, zorbalığın şiddet kapasitesini ve kontrol sahasını genişlettiği, mikro ölçeklere kadar incelttiği bir dönemdeyiz.
Egemenin baskısının boyutları toplumsal algı düzeyinde yaratılan yeni tekniklerle ve manipülasyonlarla örtülüyor; baskının toplumsal algı süzgecinde izlenebilir olmayacak derecede içselleştirildiğini görüyoruz.
Bu benim için toplumun düşünüm ve itiraz reflekslerine dönük sinsi bir ideolojik işlemleme. Kolektif soruların, hayallerin, kaygıların saldırı ile güçten düşürüldüğü bir toplumsallıkta, bireyler sıklıkla tekil ve yalnızlar.
Bu insandaki politik umudu ve ufku da, algı açıklığını da çölleştiriyor. Dolayısıyla ben de bu dönemin, saydığım nedenlerle, çok çok ağır baskılar getirdiğini düşünüyorum.
"Çoğunlukçu ve özgür bir medyadan söz edemiyoruz tabi ama önceden medyanın itiraz ve muhalefet etme alanları dar da olsa vardı, öyle bir umut vardı.Ama içinden geçtiğimiz dönemde medyayı tanımlayan ve niteleyen temel unsurlar dahi yapısal hasar aldı." |
Bu süreçte medyanın serüveni de dikkat çekici tabi. Daha önceki tarihsellikte çoğunlukçu ve özgür bir medyadan söz edemiyoruz tabi ama önceden medyanın itiraz ve muhalefet etme alanları dar da olsa vardı, öyle bir umut vardı.
Eleştirilebilir de olsalar, en azından mesleki ilkeleri ve tanımsal çerçeveleri vardı; bu tanımlar hem gazeteciliği, hem medya etiğini hasbel kader güvenceye alıyordu. Ama içinden geçtiğimiz dönemde medyayı tanımlayan ve niteleyen temel unsurlar dahi yapısal hasar aldı.
Kamu hizmeti yayıncılığı ve medya, endüstri ve sermaye olarak medya, devlet ile ilişkileri açısından medya gibi kategorik izlenebilir kodlar bambaşka biçimler aldı.
Medyanın yapısı ile ilgili, Cumhurbaşkanı karşısında ağlayan ve ezilip büzülen medya patronları ile ilgili şunu söyleyeyim: En temel ve mikro ölçekte bugün haber bile artık klasik anlamıyla haber değil; doğrudan iktidar kontrolünde oluşturulan içerikler, gizli izlemeler/dinlemeler, binbir çeşit komplo vb. teknikleri ile üretilen tehdit içerikleri, siyasi ve ekonomik pazarlıklar ve vaatler sonucu iktidarın talebi doğrultusunda hazırlanan ısmarlama yalanlar vs…
İktidar medyasında haber diye bunlar dolaşımda artık. Habercilik pratiği büyük oranda iktidara “embedded” ilişkilerle yürüyor. Haberin ne olduğunu tartışmaya ise gerek bile duyulmuyor, sorumlu habercilik çağrısına kimse meyletmiyor adeta.
Bu çok kötü bence. Bir de şu var. Belki bugün toplum medya üzerinden kopan gürültülü paylaşım savaşları sayesinde, haber diline akseden sivri tarafgirlik kodlarını eskiye göre daha net ayırt edebiliyor, söylemsel ayrımları daha iyi görebiliyor.
Artık hemen herkes haberin nesnel olmadığını bilecek, söylemde “kimin konuşmakta olduğunu” çözümleyebilecek kadar “farkındalık sahibi” gibi. Böyle bakınca pek “yanlış bilinç” içinde gibi görünmüyoruz (!).
Bu bizi medya okuryazarı yapar mı? Sorular bitmez ama haberin niteliğine ilişkin talebi olmayan bir izleyici kitlesinin, tükettiği bilgiyle ilişkilenme biçimi sorgulanmalı. Diğer bir deyişle izleyici de geçirdiği yapısal değişim açısından sorgulanmalı diye düşünüyorum.
AKP iktidarında adım adım dönüşen medya
2002’den 2015’e üç dönem geçirdi AKP. Erdoğan’ın kendi tabiriyle “çıraklık” “kalfalık” ve “ustalık” dönemlerindeydi. Bu dönemlerde AKP’nin medya ile kurduğu ilişkiler farklılık gösteriyor muydu?
G.D.: AKP hükümeti ile birlikte medyaya dönük tutumun 2002-2015 arası 13 yıllık dönemde adım adım bugünlere geldiğini düşünebiliriz. AKP’nin 2002-2006 arası dönemi birçok olumlu adım ve vaatlerle ilerliyor görünüyordu aslında.
Hükümetin AB Uyum yasaları, askeri vesayeti geriletme, barış görüşmeleri ve demokratik bir toplum vaatleri vardı… Politik samimiyet ve takiyye şüphesi ile sınanıyorlardı sıklıkla gerçi ama iyimserlik de belirgin bir duyguydu.
"2004’ten itibaren dönemin Başbakanı Erdoğan’ın medyaya dönük azar ve ayar niteliğinde sözleri var.O yıllar değişim umutları vardı, esintiler ılımandı, herhalde o ifade biçimleri evvela kendisinin fevriliğine ‘’Kasımpaşalılığı’’na verildi." |
Bu atmosferde medya ile ilişkiler nasıldı? İlk yıllar çok göze görünür değil ama aslında 2004’ten itibaren dönemin Başbakanı Erdoğan’ın medyaya dönük azar ve ayar niteliğinde sözleri var.
O yıllar değişim umutları vardı, esintiler ılımandı, herhalde o ifade biçimleri evvela kendisinin fevriliğine ‘’Kasımpaşalılığı’’na verildi.
Baskılar diyeceğiz ama Türkiye’de medyanın dünden bugüne kısa tarihi içinde sol sosyalist medyanın ve Kürt medyasının yaşadığı baskılar hiçbir zaman durmadı hatta yavaşlamadı. Onu söylemek lazım.
Ama AKP iktidarı döneminde başka bir yön kazandı bu baskılar. AKP 2007 genel seçimlerinde ikinci kez iktidar olunca, medyaya dönük yeni tehditler ve baskılar cephesi açtı: Muhalif medyayı vuran rüzgar anadamar medyayı da hedefine alacak şekilde genişledi; gazetecilere dönük darp ve baskılar, gözaltılar, davalar, medya patronlarına çekilen ültimatomlar, baskınlar vs. anadamar medyada da çoğaldı.
Bu, olağan koşullarda iktidar ile bildik denge ve çekişmelerle ilişki kurmaya alışmış sermaye medyası için bocalatıcı olmalı. O bocalamanın biraz da isyan tonundaki ironik örneğini yakın zamanda Hürriyet’in “Sayın Cumhurbaşkanı’na Sesleniyoruz” yazısında gördük.
Neyse, 2007 ve sonraki yıllarda hükümet medyayı kontrol altına alma ve belirleme adımlarını yoğunlaştırdı; büyük medya patronları baskıya, tehdide, büyük maddi cezalara uğramaya başladılar.
Medya mülkiyet yapıları devlet tarafından el koymalar yoluyla dönüşmeye başladı, ilk 2007 yılında TMSF ATV ve Sabah’a el koydu.
13 yıllık süreçte medya açısından ikinci temel dönemeç 2010 Referandumu ve 2011 Genel seçimleri sanıyorum. O süreçten sonra gündelik yaşamın muhafazakarlaşması ve toplumsal baskının yoğunlaşması anlamında iktidarın toplumsal yaşama nefes almadan saldırdığını biliyoruz.
Roboski var, Reyhanlı var, bitimsiz kürtaj yasağı tartışmaları var, alkole ilişkin söylem ve düzenlemeler var… Dahası da var, bunlar aklıma ilk çırpıda gelenler. Bunların birikimi sonraki yıllarda Gezi’de patladı.
Medyaya baktığımızda aklımıza örneğin 2011 Roboski (Uludere) katliamının haberini vermeye korkan medya kanalları geliyor, o haber yaklaşık 14 saat gecikmeyle, bin bir temkinle yayına girmişti.
Sonra 2013 Gezi sürecinde aynı şey yaşandı. Taksim’de direniş ve polis şiddeti yaşanırken, merkez medya olabildiğince uzaklara bakıyordu. Bir kanal penguen belgeseli gösterdiği için dalga konusu oldu.
Gezi’de dönemin Başbakanının hükümet yanlısı medya kuruluşlarının patronlarına bir alo mesafesinde durduğunu gördük; haberin içeriği ve niteliği Başbakan’ın “alo Fatih”ine bakar oldu. Onun azarları karşısında özürler dileyen ve ağlayan medya patronlarını duyar olduk. Asli mesleği habercilik olmayan bu kişiler haber etiği, habercilik sorumluluğu için bu mahcubiyeti duymayacaklardı elbette…
Yapıdaki büyük dönüşümler haberi ve habercilik deneyimlerini de doğrudan belirler; bu deneyim –öldürdü dersek ümidimiz biter - ağır yaraladı.
Aynı Başbakan’ın twitter için bela, Gezi direnişçileri için çapulcu, terörist, haysiyetsiz sözlerini diline pelesenk ettiğini biliyoruz. Gezi döneminde yüzlerce gazetecinin gözaltına alındığını, onlarcasının darp edildiğini ve işten atıldığını biliyoruz.
Gezi medya içinde öyle bir rüzgara yol açtı ki, işten atılanlar yanında çalıştığı kurumu protesto ederek istifa eden ve internet mecrasında kendi muhalif alanlarını açarak direnmeye çalışan gazeteciler de çok oldu.
Medya içinde muhalif ve iktidar net şekilde ayrışıyordu. Yine bu dönem Üniversitelerin İletişim Fakülteleri’nden işinden atılan akademisyenler oldu.
Medya kuruluşları açısından kimi medya kuruluşlarının artık ortak iktidar sermayeli havuza birikmesinin, dolayısıyla ‘’havuz medyası’’nın oluşumunun ilk dönemeci bence Gezi’dir, keskin virajı ise 17-24 Aralık yolsuzluk ‘tape’leri oldu.
17-24 Aralık 2013 yolsuzluk tape’leri sürecinde iktidar düşman tanımını bir kez daha genişletti, ‘’teröristlik’’, ‘’çapulculuk’’ tabirleri yanına bir de “darbeci” eklendi. Ki o darbeciler en son 7 Haziran 2015 seçiminde “seçim yoluyla hükümeti devirmek” şeklinde darbe planları yapıyordu (!).
Devamında iktidar kendi medyasının sınırlarını iyice belirginleştirdi; medyanın dünyalıklarını iktidarın sadık kulu medya patronları arasında dağıttı. Son sermaye paylaşımı ve düzenlemeleriyle birlikte artık “havuz medyası” bileşenlerinde muhalif gazetecilerin nefesine dahi yer kalmadı.
Medya emekçileri davalardan, gözaltılardan, darp gibi baskılardan sonra artık yeni bir baskı biçimi olarak her an işten atılma, hedef gösterilme korkularıyla yaşamaya başladı.
Velhasıl 2014 sonrası o Başbakan artık Cumhurbaşkanı oldu; büyük patron bir kez daha terfi etti ve gazetecilere “öyle bırakmam sizi” diyerek parmak sallamaya devam ediyor. Tüm bu gelişmeler (yıkıcı gerilemeler) ışığında Esra Arsan medyanın 2014 itibarıyle geldiği noktayı “büyük teslim oluş” olarak kayıtlara geçmeyi ve unutmamayı öneriyor. Çok haklı.
1990'ların üzerinde yükselen "çıraklık dönemi"
E.Ç.: bianet’in medya gözlem raporlarından yola çıkarak Gülsüm ile birlikte hazırladığımız İfade Özgürlüğünün On Yılı kitabında 2001-2011 yılları arasında bakmıştık. 2001 hem 11 Eylül saldırısı ve sonrasında küresel düzlemde hakimiyet kazanan radikal İslamcı terör tehdidini, hem de takip eden sürecin politik ajandasını belirleyecek olan güvenlik siyasetini işaret ederken bu manzarayı bütünleyecek şekilde ılımlı İslam’ın Ortadoğu’ya bir demokrasi modeli olarak sunulması için büyük bir imkan olarak görülen AKP iktidarının da habercisiydi.
Devletlerin terör korkusu gerekçesiyle düşünce özgürlüğünü sınırlayıcı önlemler alması ile karakterize olan yeni milenyumun ilk yıllarında Türkiye de halihazırda 90’ları deneyimlemiş bir ülke olarak bu sürece çok kolay adapte oldu.
Hatta adapte olmanın ötesinde medyada olağanüstü hal ilan etmenin gündelikleştiği, sıradanlaştığı bir yasaklar ülkesi olma yolunda emin adımlarla ilerledi. Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Basın Özgürlüğü indeksinde 2002 yılında 99. sırada iken 2011 yılında 148. sıraya geriledi. En son 2014 yılı rakamlarına baktığımızda Türkiye Brundi, Rusya ve Irak’ın gerisine düşerek 154. sıradaki yerini alıyor
AKP’nin çıraklık dönemi, faili meçhullerle anılan, Güneydoğu’da yaşanan şiddetli savaş ortamının medyada Kürtlere yönelik ırkçı, ayrımcı söylemlere zemin hazırladığı, yasadışı sol örgütlere mensup olmaları gerekçe gösterilerek yargısız infazlarda öldürülen insanların medya eliyle lanetlendiği, bazı ölümlerin oldukça olağan kabul edildiği 90’lardan devralınan bir dönem esasında.
90’lar ise 12 Eylül’ün tüm ağırlığının üstüne inşa olmuştu. O halde analizlerimize, basın özgürlüğünün ölümcül yaralar almasının tutarlılık ve süreklilik arz ettiği bir coğrafyada yaşadığımızı teslim ederek başlamak kaçınılmaz.
Öte yandan balkon konuşmalarıyla tüm halkı kucaklayan bir imaj çizen siyasal iktidardan, imaj kaygısı olmayan, kartlarını açık oynayan ve halkın belli bir kesimini sevmediğini, yer yer nefrete varan ifadelerle ve öfkeyle haykıran bir ustalık dönemi siyasal iktidarına geçmenin muhakkak acı meyveleri oldu, oluyor.
"Artık “kalemşör” gazetecilerden söz ediyoruz. Birer tetikçi gibi sürekli birilerinin hedef gösterilmesi, savaş çığırtkanlıklarına eşlik eden bir kutuplaştırıcı dil barış gazeteciliği ideallerinden oldukça uzağa savuruyor yayıncılık alanını." |
“Sizi Avrupa’ya götürüyorum” diye teknelere bindirilip kaosun, kanın ve savaşın hakim olduğu bir Ortadoğu ülkesi haleti ruhiyesinin göbeğine bırakılan, yüzde ellilik bir hesapla türetilen “istenmeyen halk” kendi ülkesinde adeta “kaçak göçmen” muamelesiyle örseleniyor.
Bu “istenmeyen halk” iktidarın meşruiyet kazanma merci olarak kurgulanan “milli irade” kategorisince de dışlanıyor. Medya bu uğurda seferber edilerek siyasal iktidarın tarafında olmamakla itham edilen tüm unsurlar nefret söylemine maruz bırakılıyor.
Artık “kalemşör” gazetecilerden söz ediyoruz. Birer tetikçi gibi sürekli birilerinin hedef gösterilmesi, savaş çığırtkanlıklarına eşlik eden bir kutuplaştırıcı dil barış gazeteciliği ideallerinden oldukça uzağa savuruyor yayıncılık alanını.
Deneyimli gazeteciler merkez medyadan uzaklaştırılıp sesleri kesilirken yeni gazeteciler türüyor. Misal, Suruçta’ki korkunç patlama ile ilgili TGRT Haber’de olay yerinden izlenimlerini aktarmak üzere bir muhabire değil milli rallici Burcu Çetinkaya’ya bağlanıyoruz.
AKP’ye yakın A Haber kanalının yorumcularından Cemil Barlas, IŞİD’e duyduğu sempatiyi “Kobani’de ben artık IŞİD’çiyim” tweet’iyle ilan etmesinin ardından Suruç katliamı sonrasında Selahattin Demirtaş’ın güvenlik tedbirlerinin artırılması için yaptığı açıklamaya cevaben 90’ların faili meçhullerinin simgesi olan Toros model otomobillere gönderme yaparak, “Halkı silahlanmaya çağıranların kafalarını beyaz torosların kapılarına vura vura almadan terör bitmez..” sözlerini sarf edebiliyor ve bu ve benzeri sözler ifade özgürlüğü kapsamında değerlendiriliyor.
Alenen tehditte bulunmak TCK’nın 213. Maddesi’ne göre suç oysa. Hukuk ve adalet talep eden her sıradan yurttaş, çeşitli yayın organları aracılığıyla üretilen nefret söylemlerinin suç kapsamında değerlendirilmesini bekler. Hangi durumlarda ifade özgürlüğünden söz edemeyeceğimiz ülkece taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerce de çok net ifade ediliyor.
Hayatımıza giren havuz medyası
Bu süreçte en çok dile getirilen kavram “havuz medyası” oldu. ‘’Havuz medyası’’ daha önce yok muydu? Medya sahipliği gerçekten de çoğulcu muydu?
G.D.: Türkiye medya tarihinde elbette hiçbir zaman özgür ve çoğulcu bir medyadan söz edemedik. Zaten 1989 itibarıyla özel televizyonların kurulmasına kadar bir tek TRT kanalları vardı, çoğulcu bir halk varsayılmıyordu, kimlik ve fark kategorileri hiç görülmüyordu ki, çoğulcu haber olsun.
Ulus-devletin homojenlik söylemi üzerinden tek yönlü içerik akışı vardı.
Özel televizyonlarla birlikte fark kategorileri medyada bir görünürlüğe kavuştu tabi. Ama yasal düzenlemeleri bile beklemeyen bir hız, talan ve iştahla; haber etiği, etik ve doğru temsil gibi tartışmalara yol dahi uğratmayan bir yaklaşımla. Özel televizyonlarla birlikte yeni medya kuruluşları ve yeni patronlar oluşmaya başladı; Devlet ve TRT matematiği kırıldı, özel sermaye sürecin aktörü oldu.
Medya patronları kendi sermaye çıkarlarının peşindeydiler. Medyada büyük sermaye yoğunlaşmaları ve tekelleşme yaşandı. Şüphesiz çoğulculuk ve özgürlükten söz edilemiyordu. Onlardan bunları beklemek iyimserlik olurdu ama bunun mücadelesi verilebilirdi ve verildi, veriliyor. O ayrı.
Fakat yaklaşık 2005’lere kadarki dönemde, konvansiyonel medya ayrımlarında ana damar medya tanımlanabilir bir kategori olarak vardı. İktidar ve sermaye medyası arasında en azından bir pazarlık/müzakere/çekişme mesafesi vardı.
Elbette onlar çekişiyordu biz izliyorduk ama en azından iki aktör vardı karşı karşıya. Hani yeni neoliberal dönemeçten, vahşi kapitalizmden söz ediyoruz ya, Türkiye’de iktidar adeta hırslı ve iştahlı bir sermayedar gibi girdi medya sahasına, üstelik oldukça agresif bir tarzla.
Nitekim Cumhurbaşkanı ülkeyi de bir anonim şirket gibi yönetmek istediğini söylüyordu yakınlarda hani… Bu bakış birbiriyle uyumlu. Sonuç olarak iktidar hem siyasi güç hem sermaye gücü olarak medyayı bütünüyle denetimi altına almaya yöneldi. Bunu büyük ölçüde yaptı. O yüzden, bugünün koşullarına baktığımızda ise durum medya açısından çok daha kötü.
"Liberal medya perspektifli oldukları tespitiyle eleştirdiğimiz artık “ana damar”dahi kalmadı.“Merkez medya”dan, “iktidar medyası”ndan söz eder olduk. Buna yandaş, candaş diyenler de var." |
Biz önceden anadamar medyadan söz ederdik, bununla devlet ve sermaye medyasını kastederdik. Bugün ise, adım adım 2007 dönemecinden sonra şiddetlenmekle birlikte özellikle 2010 Anayasa Referandumu sonrasından itibaren yeni kavramlar duyar olduk. İktidarın ağzından yeni bir bakla çıkarması, “muhafazakardemokrasi”den söz açması ile başladı yeni saldırı rüzgarı.
Bu hem topluma hem de medyaya saldırıydı. O dönemeçten itibaren medya, iktidar ve sermaye ilişkisi yeniden tanımlandı, medya yapıları ile iktidarın yapılarını sımsıkı birbirine bağlayan hükümet düzenlemeleri sonucunda liberal medya perspektifli oldukları tespitiyle eleştirdiğimiz artık “ana damar”dahi kalmadı.“Merkez medya”dan, “iktidar medyası”ndan söz eder olduk. Buna yandaş, candaş diyenler de var.
Son beş yıldır iktidar medyayı büyük ölçüde ele geçirdi. Elbette çok sınırlı koşullarda mücadele veren diğer tek tük medya unsularını ve bağımsız/alternatif medya unsurlarını hatırlamalıyız. Ama iktidarın sermayesi ile yapılanan ve halihazırda iktidarın muhafazakar söylemini yaymakta olan medya unsurlarının çok etkin ve güçlü olduğu da açık.
E.Ç.: “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz”den “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir”e gidilen yolun devamında, “polis kahramanlık destanı yazdı”ya vardığımızda, her dönemin merkez medyasının “ağız birliği” etmişçesine dönemin egemen ideolojisinin sesine angaje olmakta beis görmeyen bir yayıncılık çizgisi içerisinde olduğunu kritik vakalardaki birbirini yineleyen manşetleri hatırlayarak söyleyebiliriz.
Örneğin Sivas Katliamı dönemin Milliyet, Hürriyet, Türkiye gibi gazetelerinin manşetlerinde “Aziz Nesin’in halkı galeyana getirmesi”, “halkın tahrik olması”, ve “isyan” gibi ifadelerle yer bulur. Ancak bugün iktidar yanlısı olduğunu alenen ve çeşitli biçimlerde belli eden yayın organlarına dair özgünlük olarak tespit edebileceğimiz bir şey, yine kritik gündemlerde gazetelerin hakiki anlamda kelimesi kelimesine aynı manşetlerle çıkmasına sıklıkla rastlıyor oluşumuz.
Bazı medya patronlarının Erdoğan’a adeta aşk hisleri beslediklerini dile getirmeleri, daha önce olmadığı kadar doğrudan, açık ve yüksek sesle biatı benimseyen bir merkezleşmiş medya ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Ayrıca Cumhurbaşkanı gazetecileri yine oldukça açık ve doğrudan biçimde hedef gösterebiliyor. Mit tırları haberinden ötürü Can Dündar örneğinde de yaşadık bunu. Erdoğan Dündar’ı kast ederek “bedelini ödeyecek, öyle bırakmam onu” sözlerini sarf etti.
Gülsüm’ün de işaret ettiği gibi Son 10 yıllık süreçte Türkiye’de değişen politik dengelerle birlikte “devletin ideolojik aygıtı” ifadesinden çok “iktidarın tahakküm aygıtı” ifadesinin medyayı daha çok tarif ettiği bir yerdeyiz. Siyasal iktidar devletleşince ve bir siyasal figür, tek adam iktidarı niteliğine bürünen bir güçle kendini donatarak devleşince medyanın bu dev karşısında eğilip bükülmesi şaşırtıcı değil. Bir dönem Doğan Medya gibi bir medya tekeli örneğinde, yayıncılığın farklı alanlarında hakimiyet kurma, ve birden fazla yayın organına sahiplikle açıklanan yatay ve dikey yoğunlaşma sorunundan söz edilirken bugün devrede daha çok sayıda medya patronunun olduğu ve fakat aynı ağızla konuşan, birlikte hareket eden, adeta birbirine rakip değil “kardeş firma” mantığıyla işleyen, aynı kaptan ekmek yiyen bir havuz medyası ile karşı karşıyayız.
Sosyal medya ile herkes biraz haberci
Bu 13 yıl içinde medya ve ifade özgürlüğü açısından en umut vadedici gelişme olarak neyi söyleyebilirsiniz? Bu gelişme nasıl bir katkı sundu?
E.Ç.: Medya ve ifade özgürlüğünün koşullarının siyasal iktidara endeksli olduğunu düşünürsek, çeşitli dönemlerde ekonomik istikrar, çözüm süreci vb. nedenlerle kimi zaman faydalı bulunan tek parti iktidarının bu anlamda artık işlevsizleştiği ve epey yorulduğu ortada ve son genel seçimlerden çıkan sonucun işaret ettiği, daha çoğulcu ve daha güçlü bir parlamenter demokrasinin şu aşamada en umut vaad edici gelişme olduğunu söylemek mümkün. Önümüzde belli ki tekrar genel seçim süreci var.
Seçimin güvenli yapılması konusunda çok ciddi şaibeler olduğu önceki seçim deneyimlerinden bilindiği için artık seçimler konusunda da halk kendi güvenliğini sağlamaya mecbur bırakılmış durumda. Oyların çalınmaması, sayım sürecinde aksilikler yaşanmaması için ciddi bir seferberlik ilan edilmişti son seçim deneyiminde. Bunun önümüzdeki seçim sürecinde güçlendirilerek sürdürülmesi gerekiyor. Maalesef çok ciddi bir güvensizlik ortamında yaşıyoruz. Başından gaz kapsülü ile vurulma yaşının 7’ye indiği bir ortamda özgürlükler ancak temsil gücü yüksek bir parlamenter sistemle mümkün şu aşamada.
Yayın yasaklarının, içerik kaldırma ve erişim engellemelerin rutinleştiği yayıncılık koşullarında, twitter ve youtube yasaklarına karşı verilen mücadeleler, örneğin Kerem Altıparmak ve Yaman Akdeniz Hocaların bu yasakların kaldırılmasında önemli hukuki kazanımlar elde edilmesini sağlayan girişimleri yine de umutlu olmak için elimizde güçlü imkanlar olduğunu gösteren örnekler.
G:D.: Ben bu süreçte umut vaadedici bir gelişme göremiyorum. Yine de, yeni medya meselesi çok tartışmalı olsa da, yeni medyanın bağımsız/alternatif haber ve haberleşme ağlarını genişletmesini önemli buluyorum. Kendi haber ağlarımız var, sosyal medya ile birlikte herkes biraz haberci, biraz içerik yayıcısı…
Evet yeni medya mecrası kendi içinde etkin denebilir. Öte yandan bu aslında sınırlı bir etkin olma hali. Türkiye toplumu yeni medya çokluğunu (çoğulluk demekte hala şüpheliyim) izlemiyor, hala konvansiyonel yaygın medya (ki bugün iktidar medyası) üzerinden bilgi alıyor.
Kaldı ki yaygın medya unsurları aynı zamanda yeni medya ortamlarında da varlar, üstelik çok etkinler, orayı da boş bırakmıyorlar. Bunun için aktroll faaliyetleri bir yana, twitter, facebook davalarını hatırlamamız dahi yeter.
"Sermaye, iktidar ve makro iktidar alanlarına karşı direniş ağlarını örebilmek konusunda umutlu olmayı istiyorum. Bu umut için mücadele verilmeli." |
Doğru, iktidarın medyası çok güçlü, bizimki değil… Onların sermayesi kendilerinin bizim medyamızınki bizim değil… Olsun. Yine de buradan bir umut çıkarmaya çalışırken şöyle düşünüyorum: Sermaye ulus sınırı tanımıyor, medya ulus sınırı tanımıyor, savaş ulus sınırı tanımıyor.
Tüm bu şiddet kapasitelerinin akışkanlaştığı bir dönemde mevcut politik atmosfer bizi karamsar, kaygılı, içe dönük bir yere sıkıştırıyor sanki. Direnişin ve dayanışmanın da sınırları aşması ve ulus-ötesileşmesi gerekiyor, ki son beş yıldır bunun örneklerini görüyoruz.
Doğrusu ben geleceğe dair oldukça karamsarım ama sermaye, iktidar ve makro iktidar alanlarına karşı direniş ağlarını örebilmek konusunda umutlu olmayı istiyorum. Bu umut için mücadele verilmeli.
Emek Çaylı2002-2006 yılları arasında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. Meslek yaşamına 2006'dan itibaren Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde devam etti. Halen aynı fakültede İletişim Bilimleri Bölümü öğretim üyesi. Doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Radyo Televizyon Sinema Anabilim Dalı'nda "Kamusallık, Mahremiyet ve Medya: 'Kadın Tartışma Programları' Üzerine Etnografik Bir İnceleme" konulu tez çalışması ile 2009 yılında tamamladı. Edebiyat ve gündelik hayat, medya etnografisi, aile içi şiddet, kamusal alan, beden politikaları, medya ve muhafazakarlaşma gibi konularda yayımlanmış yazıları bulunuyor. Gülsüm DepeliHacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi. Doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde, radyo Televizyon Sinema Anabilim Dalı’nda, “Almanyalı Türklerde Evlilik Törenlerinin Dönüşümü: Kültürel Bellek, Aidiyet ve Kimlik” balıklı tez ile tamamladı, konu ile ilgili çeşitli akademik dergilerde makaleler yayımladı. Göç çalışmalarının yanında, diğer akademik ilgi alanları: Kültürlerarası iletişim, iletişim etnografisi, medya çalışmaları ve görsel kültür çalışmaları. |