Türkiye işçi sınıfının bu niceliksel gelişimine karşılık, ülkenin ekonomik, demokratik, politik kararlarına etkilemede bir "sınıf" olarak bu kadar dışarıda kalmış ve bir "sınıf" olarak bu kadar etkisizleştirilmiş olmasının bir dizi tarihsel, ekonomik, politik, ideolojik nedeni var kuşkusuz.
Çok açık ki, yüzde 70'lik bir çoğunluğu oluşturmasına karşın işçi sınıfı ekonomik-demokratik haklarını savunacağı sendikal örgütlenmeden, politik süreçlerde etkili olacağı sınıfa dayalı politik parti örgütlenmelerinden yoksun ve bu tür örgüt, kimlik arayışlarına da yabancılaştırılmış, sindirilmiş, korkutulmuş ve başka kimliklere büründürülmüş durumda.
12 Eylül balyozu
Bu noktaya bir günde gelinmedi kuşkusuz. Bu sonuçta en büyük vebalin 12 Eylül askeri darbesinde olduğu tartışma götürmez. 12 Eylül askeri darbesine karar verenlerin en büyük hedeflerinden biri 12 Eylül öncesi yükselen işçi hareketi, sendikal mücadele ve işçi sınıfının politik olgunluğunun artmasıydı.
Dolayısıyla 12 Eylül öncelikle işçi hareketini ezdi, DİSK'i kapattı ,yöneticilerini hapse attı, grev ve toplu pazarlık hakkını yasakladı, Türk-İş genel sekreterine de hükümet koltuğu vererek bu konfederasyonu paralize etti. Darbeciler, 1982 Anayasasını hazırlarken de büyük sermayenin nicedir peşinde oldukları bütün anti-sendikal unsurları Anayasa'ya taşıdılar, kalıcılaştırdılar. Konulan örgütlenme barajları, grevi neredeyse imkansız kılan düzenlemeler tek tek Anayasa'da yerini aldı.
12 Eylül'de alınan darbenin yarasını sarmada birçok kesim gibi işçi sınıfı da başarılı olamadı. İzleyen süreçte, sermaye, emek ile arasındaki güç dengesizliğini kendi lehine hep büyüttü. Özellikle özel sektör işyerlerinde sendikal örgütlenmelere göz açtırılmadı, işten atma, açlıkla yıldırma tehditleri ile çalışanlar sindirildiler.
Sendikalara, sendika önderlerine, işçi sınıfı bilimine karşı amansız bir ideolojik kampanya ile at başı sürdürülen bu anti-sendikal saldırı karşısında genel olarak solun, sınıf örgütlenmelerinin aldığı ağır hezimet de aşılamayınca emeğin toparlanıp ayağa kalkması bir türlü mümkün olamadı. Çoğunlukla kamu kesiminde örgütlü olan Türk-İş'in, 12 Eylül devamı iktidarlara karşı etkili bir duruş sergileyememesi, ardından da kamu kuruluşlarının hızla özelleştirilmesi ile buralarda uğranılan üye kayıpları, mevzi kayıpları genel olarak sendikal hareketi ve işçi hareketini daha da zayıflattı.
Küreselleşme rüzgarı
Küreselleşen kapitalizme can havliyle sarılan Türkiye kapitalizminin yeni entegrasyon biçimleri, üretim ilişkilerinde, çalışan sınıfın konumunda daha güvencesiz daha atomize edici etkiler yarattı. Sermayeye sağlanan yurtdışına kayma imkanı, emek için kendi başına bir tehdit unsuru olmaya başladı. İşlerini taşeronlara dağıtma imkanı bulan büyük ölçekli işyerleri sendikal örgütlenmeleri parçalamaya da yaradı.
Bütün bunlara ek olarak Türkiye müthiş bir işsizlik kabusunu yaşamaya başladı. Tarımdaki kamu desteklerinin IMF direktifleri ile azaltılması, tarım girdilerindeki fiyat artışlarının üreticiyi hızla yoksullaştırması ile kırdan kente göç, özellikle son 10 yılda hızla arttı. Bu durum, kentteki işsizlere yeni işsizlerin eklenmesini ve "işçiyi işçinin düşmanı" haline getirdi.
Küreselleşmenin yarattığı savrulma, IMF-Dünya Bankası ikilisinin "sosyal devlet"i, kamu hizmeti ve yardımlarını tasfiye edici, özelleştirici, metaya dönüştürücü uygulamaları sınıfın nitel gelişimine ket vuran ön önemli etmenlerden biri oldu. Küreselleşme rüzgarının yarattığı "kimsesizlik, korku", öncelikle işçi sınıfına bir "sınıf" olduğunu unutturup hızla bir yerlere tutunmayı tek çıkar yol olarak dayattı. Etnik, dinsel, bölgesel kimlik arayışları, cemaatleşme, sınıflaşmanın, sınıfsal örgütlenmenin hemen önüne geçti.
Cemaat mensubu olmak
Hızlanan kapitalistleşme süreci ne kadar işçi yaratsa da işçiler kimliklerini sınıfsal çatılar altında değil, farklı kimliklerde, farklı cemaatlerde arar oldular. Çoğu işçi her seçimde farklı bir sermaye partisine, Refah, AKP gibi dinci partilere oy verir oldu. Sınıfsal ayrışma çok arka plana atılarak işçiler, ulusalcılık, laik-antilaik cepheleşmesi, Kürt-Türk milliyetçiliği, Alevi-sünni zıtlığı gibi ayrışmaların tarafları haline getirildi.
Tüketim tuzaklarına kolaylıkla düşürülen işçi aileleri tüketici kredileri, kredi kartı harcamaları, taksitli satışlar ile yoğun bir borçlanma altına sokuldu ve böylece gelecekleri ipotek altına alınarak işlerini ve kazançlarını kaybetmemek için uysallaşmaya, kullaşmaya mecbur edildiler, borç senetleri ile rehin alındılar.
At izinin it izine bilinçle karıştırıldığı bu ortamda niceliği hızla artan işçi sınıfında sınıfsal bir nitelik sıçraması mümkün olamazdı ve olamadı. Sosyal demokrat etiketli partilerde sınıfsallık yerine ulusçuluk ön plana çıktıkça, sol-sosyalist örgütlenmeler etkisiz kaldıkça niceliği hızla büyüyen işçi sınıfı da "sınıf" gibi davranma niteliğine kavuşamadı ve bugün hâlâ o zaaf ile sadece çoğalıyor.
Su, yatağını bir türlü bulmuyor, doğru kimliğe, doğru kılığa bürünemiyor Türkiye işçi sınıfı..Sorun, sınıftaki bu niceliksel artışa niteliksel bir sıçrama yaptırmakta. Ama nasıl? Büyük sorumuz bu... (MS/TK)