Öyle ki, yüzyılımızın etkin birkaç aydınından biri olan ve İran'da bu öncülüğünün bedelini zinadan atılarak, sürgüne gönderilerek ödeyen, bir süredir de Kanada'da bilimsel ve edebi çalışmalarına devam eden Rıza Berahani aramızdaydı.
Onun kurslarında yetişmiş, modern edebiyat eleştirisinden feyz almış, kuramsal çalışmalarından yararlanmış, bir bakıma "tilmiz"i diyebileceğimiz Ferhunde Hacizade, ve Şems Ağacani Ankara'daydılar.
Türkiye'den hem Antakyalı olması hem de konuşmasında yerellik-evrensellik çerçevesinde Finikeli denizcilerin "kürek"lerinin şiir yoluyla nasıl evrensel bir dile dönüştüğüne dair vurgu yapmasıyla önemsediğim öykücü-romancı Ayla Kutlu, Çağdaş Sanatlar Merkezi'ndeydi.
İlk günkü basın toplantısı, kokteyl ve açılış konuşmaları geleneksel uygulamalardan biriydi.
Doç.Dr Haşim Hüsrevşahi'nin büyük çabalarıyla ve birçok kurum-kuruluşun desteğiyle gerçekleşen "buluşma"nın açılış konuşmacıları arasında Prof.Dr. Talat Sait Halman ve Prof.Dr. Rıza Berahani vardı ve çağımızın temel sorunları üzerinden edebiyat ve sanatın işlevine dair doyurucu açıklamalar yapmışlardı.
İkinci gün, Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde (ÇSM) iki oturum gerçekleştirildi. Akşam da Mülkiyeliler Birliği'nde "Hafız ve Hayyam Gecesi" düzenlendi.
ÇSM'de yapılan 1. oturumda "Öykü ve Roman Paneli-I" başlığıyla Ayla Kutlu'nun yönetiminde Ali Eşref Dervişiyan, Muzaffer İlhan Erdost ve Leyla Sadiki konuştular.
İran'da okur yazara karşı kuşkulu
İlk sözü alan Ali Eşref Dervişiyan, 1941 Kirmanşah doğumlu olup öğretmenlik yanında eğitsel psikoloji alanındaki çalışmalarıyla biliniyor.
Yapıtları İngilizce, Fransızca, Rusça, Ermenice,Almanca, Türkçe ve Kürtçe gibi dillere çevrilen Dervişiyan'ın konuşmasında üzerinde durduğu temel noktalar şunlardı:
"İran'da devrim ve savaş yılları, özellikle Şubat Devrimi sonrası gelişmeler edebiyatı önemli oranda etkiledi. 1990'lı yıllarda kısa öykü gelişti ve bu sinema diline de yansıdı."
Dervişiyan'nın bu tespitini diğer İranlı konuşmacılar da farklı biçimlerde dile getirdiler. Bu özellik ,Türkiye için de geçerli olmakla birlikte, bizde sanatsal sinemadan çok belgesel sinemanın öykücülüğün yükselişiyle paralel geliştiğini gözlemliyoruz.
"İran öykülerinde direngen kahramanlar öne çıktı. Onlar, geçmişten faydalanarak mücadele ediyorlar, ancak önleri hep kesiliyor. Bazıları da geçmişteki günlerini arıyor. 1996 sonrası kadın öykücüler çoğaldı. Bu öykücülerin yazdıkları, 1960'lı yılların eğlence edebiyatını andırıyor. Yeni biçimler deniyorlar. Modern öykücülükle İran'ın atmosferini çiziyorlar. Kabuslar,korkular ve evhamlar altında kalan kahramanları okuyucuya aktarıyorlar. Bu konuda başarılar. Ancak, İran'da okurlar yazara karşı kuşkulu. Okurlarda düşünme ve okuma isteği azalıyor."
Öykü imgeselleşiyor
İranlı ikinci konuşmacı Leyla Sadıki ise, 1977 Tahran doğumlu olup Fars Edebiyatı ile İngilizce Çeviri Öğretimi almış bir edebiyatçı.
"Dördüncü Tekil Şahıs" adlı eseriyle tanınan Sadıki, 1985'ten bu yana şiirler yazıyor. 60 kısa öyküden oluşan "Geçmeme Zaman Bul" adlı yapıtıyla 11 öyküden oluşan "O Leyla'ysa Ben Kimim?" adlı öykü kitapları var. Amerikan öykülerinden çevirdiği "Ben Gözaltındayım" başlıklı çeviri kitabı da bulunan edebiyatçının konuşmasında dikkat çektiği noktalar ise şöyleydi:
"Gösteren-gösterilen ilişkisi bugün birebir somut bağlantılar olmaktan çıktı ve "ağaç" sözcüğü bitki olmaktan çıkıp bir kızın veya binanın adı olabilmektedir. Öykülerde realitenin yerine gösterme yoktur. Öykü içinde düğüm atmalar, kendi içinde sistem kazanmıyor. Bu sitemle okurun baklayı kendisi çiğneyerek kazanması amaçlanıyor. Toplum mekanize olurken veya teknolojiye yönelirken, öykü imgeselleşiyor. Edebiyatımızda dili öne çıkaran anlatımlarda dişil, düşünceyi öne çıkaranlarda eril bir anlatım öne çıkıyor."
Erdost ve Kutlu
Bu oturumda Türkiye'den İkinci Yeni ile adı öne çıkan ve daha sonra yayıncılığıyla düşünsel ve yazınsal dünyamızda etkin olan Muzaffer İlhan Erdost'un konuşmasında altını çizdiği birkaç noktaya değinmek istiyorum.
"Toplumsal değişimin edebiyata yansıması" çerçevesinde sunumunu yapan Erdost, "Görmek için bilmek gerekir" diyerek sözüne başladı ve Şemdinli'de 1960'lı yıllarda tanık olduğu aşiret ilişkilerini örnekleyerek, bilen insanın aynı zamanda çözümleyen insan olması gerektiğinin altını çizdi. Türkiye'de toplumsal süreçlerin, gecekonduların düşünsel ve siyasal bakımdan değişimlerinin edebiyatı nasıl etkilediğine dair, bu arada Köy Enstitüsü sürecinden gelen köy kökenli edebiyatçıların yaklaşımlarına da gönderme yaparak örnekler verdi. Günümüzde emperyalist kültürün, edebiyatı da bir kuşatma altına aldığına vurgu yapan Erdost, yurtseverliğin öne çıkarılmasının koşullarına dair değerlendirmeleriyle konuşmasını tamamladı.
Oturum yöneticisi olarak Ayla Kutlu da şu örnekleri vererek, önemli gördüğü noktaların altını çizdi:
"Yerellik içtenliktir" diyen Kutlu, Borges'in bir şiirinde geçen iki dizeyi örnekledi. "Kartacalı'nın anası küreğimi geri veriyorum sana" dizesinin "Ey Anadolu'nun anası sabanımı geri veriyorum sana" şeklinde de söylenebileceğini, böylece evrensel bir duyarlılık yakalandığını belirtti. "Uyuyorum birazdan küreklere yeniden asılacağım" dizesiyle de "ölüm-diriliş" diyalektiğinin evrensel olarak betimlendiğini açıkladı.
Kutlu, daha sonra M.Ö. 2000'de Babil'deki bir rahibin şiirinden bir bölüm okuyarak günümüz Türkiye'sini ne kadar andırdığına dikkat çekti. Yunanlı Kazancakis'le Türkiyeli Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın Akdeniz-Ege sularına kavuştuklarında hissettiklerinin evrensel bir duyarlılık oluşturduğuna vurgu yaptı. En son olarak da İranlı Füruğ'un "Ey Şanlı Vatan" şiirinden örnek veren Kutlu, kadınlara yönelik ayrımcılığın yenilmesinden duyulan sevincin şiirle anlatımının önemine değindi.
Şubat devriminden sonra kadın yazarlar
Birinci günün ikinci oturumunu Murat Uyurkulak yönetti. Bu kez İran'dan Ferhunde Hacizade ile Feriba Vefi, Türkiye'den de Vecihi Timuroğlu konuşmacıydılar. Bu oturumda da çok derinlikli konular gündeme getirildi ki, bunların daha sonraları İran ve Türkiyeli edebiyatçılar tarafından zenginleştirilmesi gerekiyor.
Ferhunde Hacizade, 1953 Kirman doğumlu olup şiir, roman ve inceleme dallarında yapıtlar veren bir edebiyatçı. 2003'te PEN Amerika'nın Jeri Labor Yayına Özgürlük Ödülü'nü alan sanatçı; İran Kadınları Kültürel Vakfı'nın da kurucularından... Vistar, Deriçe Yayınları'nın ve Baya Edebiyat Dergisi'nin sahibi ve editörü aynı zamanda.
Diğer İranlı konuşmacıların anlatımlarından da anladığım kadarıyla İran'ın molla rejimi altında en çok ezilen, horlanan kadınlar olduğu için, onların siyasal ve sanatsal alandaki mücadele ve yaratıcılığının daha çok geliştiği görülüyor, dolayısıyla Hacizade de sadece devletin değil geleneksel sansürün de çok baskın olduğuna değindi. Sanatçının üç kişinin diyalogu çerçevesinde hazırladığı edebi bir metin çerçevesinde İran'daki kadın sanatçıların konumunu, çelişki ve çatışmalarıyla yaratıcılıklarını anlatması, dinleyenleri büyüledi diyebilirim.
Feriba Vefi, 1963 Tebriz doğumlu. İlk toplu öyküleri "Sahnenin Derinliklerinde" adıyla 1996'da yayınlanan Vefi, "Biz Gülerken Bile" adlı ikinci toplu öykü kitabını da 1999'da yayına kavuşturdu. 2003 Yelda Edebiyat Ödülü'nü kazanan sanatçının sunumunda dikkati çeken başlıklar ise şöyle:
"İran'da kadınlar Şubat Devrimi'nden sonra daha çok yazmaya başladılar. Son yıllarda 30'u aşkın kadın yazar var. Gazel Alizade bunların başında geliyor. Kadınların tanıdıkları ortamlar arasında otobüs, fabrika, mezarlıklar yapıtlarında yer alıyor. Kadının ruhsal durumlarını, komplike kişiliklerini yansıtıyorlar. Kapalı toplum yapısı nedeniyle bu yöndeki yapıtlarda detay önem kazanıyor. Kadın yazarların önemli bir sorunu, okurlarıyla muhatap olmakta çok zorlanmaları..."
"Edebiyat cihanın ruhudur"
Bu oturumda en son konuşan edebiyatçımız ise Vecihi Timuroğlu oldu. 1985'te Ankara'da bir grup arkadaşımızla 3 sayı yayınladığımız Yoğunluk Sanat Kitabı, 1986'da yayınladığımız Nitelik Dergisi sürecinde tanıma şansı bulduğum ve daha sonraları çok aralıklarla buluşabildiğimiz Vecihi Ağabey , konuşmasına "Edebiyat cihanın ruhudur" sözüyle başladı.
Gelişme yasalarının eşitsizliğinden edebiyatların da eşitsiz geliştiğine dikkat çeken yazar, İran şiirinin bir zamanlar İtalyan şiiriyle birlikte dünyanın iki önemli şiirinden birini oluşturduğuna, gazel başta olmak üzere bazı türlerde Türk şiirini de etkilediğine değindi. Türk şiirinin önemli duraklarından sonra günümüz öykücülüğüne de dikkat çeken Timuroğlu, Cemil Kavukçu, Özcan Karabulut yanında Şükran Farımaz'ın "imge içinde imge" hastalığından kurtulması durumunda çok güzel öyküler ortaya koyacağını dile getirdi.
Oturum yöneticisi Murat Uyurkulak da, yakın komşuların aralarındaki kopukluğa dikkat çekerek halkların kardeşliğinin edebiyatların kardeşliğiyle de pekiştirilmesi gerektiğini vurguladı.
Şiir paneli
İkinci günde iki oturum da "şiir paneli" yapıldı. "Şiir Paneli 1"de oturum başkanlığını Ahmet Özer üstlendi. İran'dan Cevat Mücabi'yle Şems Ağacani'nin, Türkiye'den de Abdülkadir Budak'la M. Can Doğan'ın katıldıkları bu oturumda İran'da 134'ler Bildirisi'ne imza atmasıyla tanınan Cevat Mücabi'nin konuşmasında dikkati çeken önemli noktalar şöyleydi:
"Eski çağlarda kavimsel şenlikleri nedeniyle Yunanlılar, İran kavimlerini ahlaki bakımdan eleştirmişlerdir. Kutsal mezarların İslam dünyasında aynayla süslenmesi ilginçtir. Karşıdaki aynalar, öteki sonsuz dünyayı yansıtmaktadır. Mimari yapıtlarda ise Çin'deki resimsel anlatımın etkisi fazladır. Motif ve figürlerde bir boşluk dünyası çizilmeye çalışılmıştır. Dolu ve yoğunlaşmış feza ise İran edebiyatının içinde işlenen önemli bir özelliktir," diyen Mücabi konuşmasını şu soruyla bitirdi: Güzelliğin yaradılışı umutsuz bir çaba mı?
Abdulkadir Budak, Lefkoşa Uluslararası Şiir Günü'nden izlenimlerin aktararak başladığı konuşmasında "politikanın şiirinden şiirin politikasına, hatta politikasına varılmıştır" diyerek günümüz edebiyatına yoğunlaştı.
Günümüz edebiyatçılarının önemli bir kısmının parçalanmış hayatları parçalanmış bir dille anlattıklarına değinen Budak, İran'dakine benzer biçimde bizde de 12 Eylül baskı rejimi nedeniyle 1980'li yıllarda kadın şairlerin hızla arttığına ve 1990'larda patlamaya dönüştüğüne dikkat çekti. Bu yıllarda eleştirmenlerin yerini de şairlerin almaya başladığına vurgu yapan Budak, "Yıkmak, ancak yapanlara aittir" dedi ve ekledi, "Yenilik tutuculuğuna her zaman karşı çıkmak lazım".
İranlı şair Şems Ağacani ise, girişte Michael Foucault'dan epistemolojik bir açılım yaptı. Daha sonra "İnsan ve insanın maşukası ezeli ve ebedidir" görüşüyle konuşmasına devam eden Ağacani, 1968 Mazenderan doğumlu. Şiir eleştirmeni olan Ağacani, genç kuşağı İran şiiriyle tanıştırma konusunda çaba gösteriyor. Başta Baya ve Gofteman dergileri olmak üzere birçok kuruluşla ilişki içinde olan eleştirmen, 1990'da Y.Royai ve Nejodi ile birlikte Ferapuyan Üstün Şairlik Ödülü'nü almış.
Ağacani konuşmasının devamında yeni İran şirinin 1939'da başladığını belirtti. Ölçü, uyak, yeni biçimlerin bundan sonra gündeme geldiğine değindi. 1922'de Nima'nın yayınladığı bir şiirle sözcüklerin doğal deklarasyonunu gündeme getirdiğini söyleyen eleştirmen, 1921-1990 döneminin İran'da modernizmin etkin olduğu bir süreç olduğuna dikkat çekti. Bu süreçte Şamlı ile Muhammed Muhtari'nin etkisinden söz etti. 1990-1997 arasında insan, halk, halkçılık,kanun,erk gibi konuların gündeme geldiğini; 1997 Temmuz olaylarından sonra şiirden insanın çıkmaya başladığını ve onun yerini dilin almaya başladığını belirtti.
M.Can Doğan ise konuşmasında, Tanzimat'la başlayan yeni edebiyatımızın önemli duraklarını dönem, sanatçı ve yapıt karşılaştırmalarıyla değerlendirdi. Bilinen şeylerin dışında yeni bir değerlendirme yoktu onun sunumunda.
Oturumun son konuşmasını, yönetici konumda olan şair Ahmet Özer yaptı. 1987-1993 yılları arasında Trabzon'da öğretmenlik yaptığım sırada tanıştığım ve zaman zaman görüştüğümüz Ahmet Özer, Ortadoğu'ya ve burada yaşanan acılara, kardeşlik ve dostluklara dair Türkiyeli şair ve yazarlardan örnekler vererek süslediği konuşmasının bir yerinde Ali Yüce'den de alıntılar yaptı.
"Şiir Paneli 2"
İkinci günün "Şiir Paneli 2" başlıklı oturumunu ise Salih Bolat yönetti. Bu oturumda katılması beklenen İranlı kadın şair Simin Behbahani yerini alamadı ve bunun nedenine dair bir açıklama da yapılmadı. Türkiye'den katılacak olan Derya Örs de orada değildi.
İran'dan Rıza Beraheni'nin konuşması entelektüel birikim yanında çocukluğundan verdiği anadili eğitiminin önemine dair bir iç acıtan öyküyle dikkat çekiciydi ve konuşması bittiğinde uzun süre alkışlandı. Rıza Berahani 1935 Tebriz doğumlu bir Azeri. Sanatçının 17 toplu şiiri yayınlanmış. Aruz ölçüsüne getirdiği yenilik, dil alanında yaptığı çalışmalar yanında gerek Şah döneminde gerekse molla rejiminin ilk yıllarında görüşleri nedeniyle hapiste kalan Beraheni, bir süredir Kanada'da yaşamını sürdürüyor. 1997'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilen şairin, kendisinden sonraki İranlı şairler üzerinde büyük etkisinin olduğu anlaşılıyor.
Beraheni, Fars şiirinin ciddi semboller şiiri olduğuna değindikten sonra Hafız'ın sözcüklerin seçim ve dizimine çok özen gösteren bir ustalık gösterdiğini vurguladı. İran şiirinin Fransız şiirini, daha sonra da Fransız şiirinin İran şiirini etkileye başladığına dikkat çeken Beraheni, Mallerme-Paund etkilenmesine de gönderme yaptığı konuşmasında "diğer mekan" ve "hetoretopya" kavramlarını açıkladı. Bu kavramları, bizim dilimizde ilk aktaranın ve değerlendiren kişinin de Yalçın Küçük olduğunu belirtelim.
Mahmut Temizyürek'in konuşması tarihsel buluşma ve ayrışmalar üzerineydi. Türkler'in Horasan havzasında İran edebiyatıyla buluştuğuna, daha sonra Abdallar aracılığıyla bu kültürün Anadolu ve Balkanlar'a taşındığını belirtti. Bu Abdalların saz ve söz ustalığıyla halklar arasında hem dostluk kurduklarını, hem de haksızlıklara karşı Türkmenlerin öncüsü olduklarını örnekleriyle anlattı.
Programda yer alıp da gelemeyen İranlı şair Simin Behbahani'nin yerine İmran Selahi konuşmacı olarak katıldı. İran mizahının son dönem ustalarından olan Selahi, öncelikle adının "Ümran" ve "Osman" şeklinde de başka yerlerde söylenmesine yönelik bir mizahi giriş yaptı ve ardından da Meşrutiyet döneminde İran şairlerinin Türk şiirinden etkilendiğine değindi.
Recaizade Mahmut Ekrem'den etkilenen Dehuda'nın "Hatırla ölümü hatırla" dizesini olduğu gibi Farsçaya aktardığını örnekledi. Daha sonraki dönemde Nazım Hikmet etkisini Ahmet Şamlı'da görüldüğüne değinen Selahi, eski dönemde Arap-İran-Türk şiiri biçiminde seyreden etkilenmenin 19. yüzyılın sonlarından itibaren günümüze kadar Türk-İran-Arap biçiminde yön değiştirdiğine dikkat çekti. Bu tespit de ilginçti doğrusu.
Bu oturumun son konuşmacısı sinema yazarı Ulus Baker'di. Baker'in, Paul Valery'nin "Ses ile anlam arasındaki tereddüttür şiir" sözünden hareketle "Sinema, imajla söz arasındaki tereddüttür" tanımını yapması ilginçti. Amerikan sineması karşısında İran sinemasının ulusal sinema olarak ayakta kalmasının önemine değinen Baker, bunu İran şiirinin gücüne bağladı. Böyle bir ilişkilendirme de doğrusu önemliydi.
Bu oturumda Salih Bolat, daha önceki konuşmacıların üzerinde durduğu noktaları özetleyerek oturumu kapattı.
İkinci gün benim izleyebildiğim son etkinlik ise Furuğ Ferruhzad'ın yönetmenliğini yaptığı 30 dakikalık bir belgesel filmdi. Bu film cüzamlıların da bulunduğu bir hastanede çekilmişti ve yüzler hep belirsiz veriliyordu. Oyun, çocuk, kendini bir şekilde ifade etme çabası çerçevesinde ilginç bir sinematografisi vardı.
"Türkiye-İran Edebiyat Günleri"ne başkent Ankara'da katılanların 100 kişiyi geçmediği acı gerçeğini de burada belirtmeliyim. İki köklü ve komşu edebiyatın çağdaş yazar, şair ve eleştirmenlerinin buluştuğu bu etkinliğin, umarım ve dilerim ki arkası daha sağlam ve güçlü biçimde gelir.
Bunun için ilgili herkese, kurum ve kuruluşa büyük sorumluluk düşüyor. "Komşu Aç Kapıyı" şiarı Ankara'da gerçekleşti, bundan sonra "Komşu Gir İçeri" sürecinin taşlarını döşemek durumundayız. (YS/BB)
* Bu buluşmanın ikinci ayağı da 21-23 Mayıs 2004'te İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü'nde gerçekleştirilecek. Bilgi için: [email protected]