İkincisi de ilk oturumda Vakıf Başkanı Emilio Rui Vilar ve Portekiz Cumhurbaşkanı Jorge Sampaio'nun yaptığı konuşmalar gerçekten çok olumlu, çok etkileyici idi. Her iki konuşmanın içeriğine de yüzde yüz katılıyorum.
Ne var ki bu tür konuşmalara tüm Avrupa başkentlerinde, siyasi elitinde ve medyasında çok sık rastlayamıyoruz. Bu görüşler ne yazık ki Avrupa kamuoyunda henüz çoğunluğun görüşü olarak kayıtlara geçemiyor.
Fransız ve İngiliz basınını izleyen bir gazeteci olarak, şu son dönemde Avrupa'da Türkiye'den söz edildiğini az çok biliyordum. Ama açıkçası bu kadar da olduğunu sanmıyordum. Bugün burada da Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinden çok sık söz edildi, ediliyor.
Ne var ki, kimi konuşmacılar, 'Türkiye' dediklerinde, benim anladığım kadarıyla sadece Türkiye'yi kastetmiyor. Bu sözcüğün arkasında başka manalar da göze çarpıyor.
Türkiye bir simge, daha doğrusu bir tasavvur unsuru haline gelmiş. Türkiye dendiğinde, 'Doğu', 'İslamiyet' hatta kimi zaman da 'Köktendincilik' ve dahası 'İslami terör' gibi kavramlar çağrıştırıyor. Bu tür metinler okuduğumda, bu tür konuşmalar dinlediğimde toprağı bol olsun 'hıristiyan' Edward Wahed Said'i anıyorum hep.
Anladığım kadarıyla Türkiye'nin olası tam üyeliği henüz şimdiden AB'nin siyasal ve kültürel kimliğine ilişkin tartışmalara önemli bir boyut katıyor. Türkiye'nin , henüz tam üye olmamışken sadece mevcudiyetiyle, böylesine önemli bir inşa çalışmasına katkı sunması takdire şayan bir girişim.
Türkiye'de sadece siyasi eliti değil kamuoyunu da rahatsız eden bir yaklaşım var: Bazı Avrupalı çevrelerde, önce bilgi eksikliğini gündeme getirmek gerekiyor. Sanılıyor ki, 1 Ocak 2005'de Türkiye AB'ye tam üye olacak.
Oysa ki hepinizin bildiği üzere, 2005 yılında, İnşallah, müzakereler başlayacak, uzmanlara ve siyasilere göre bu süreç en az 10 hatta 15 yıl sürecek.
Bugünden 10-15 sonrasının Avrupa'sının ne olacağını kimse kestiremiyor. Açıkçası 10-15 sene sonrasının Türkiye'sini de bugünden kestirmek güç.
Sadece bilgi eksikliği olsa, belki de çok vahim değil ama bilgi eksikliğinin yanı sıra zaman zaman iyi niyet eksikliği de göze çarpmıyor değil kimi çevrelerde.
Coğrafi ve tarihi gerekçeler üretenler var: Avrupa'nın Yeni Sınırları başlıklı seminerde herhalde şunu söylemek gerekir: Söz konusu sınırlar, sadece harita üzerindeki sınırlar olmasa gerek. Öyle bile olsa, haritada Türkiye'ye oranla doğuda olan Kıbrıs, tam üye olduğuna göre, böyle bir itiraz Türkiye için geçerli olmasa gerek.
Burada da söylendi. Talihsiz bir cümle bence: 'Türkiye ile Avrupa'nın ortak tarihi yok'.
Ben tarihçi değilim ayrıca şimdi bugün burada tarihten söz etmek için, 732, Charles Martel, Poitiers ya da Haçlı Seferlerinden söz etmek için toplanmadık herhalde. AB, Tarihçiler Kulübü değildir, aksine geleceğe yönelik bir değerler ortaklığıdır.
Kimileri bir 'Türk Sorunu'ndan söz ediyor, vakti zamanındaki 'Doğu Sorununu' çağrıştırması açısından anlamlı. AB'nin halihazırda binbir sorunla, hem de salt siyasal değil yapısal sorunla boğuştuğunu bildiğimiz halde bizde kimse 'Avrupa Sorunu'ndan söz etmiyor.
Bu farklılığın özünde bir neden daha var: Batıda kaç aydın, kaç gazeteci, kaç politikacı Doğu Üniversitelerinde tahsil görmüştür? Bizde Batıda okuyan, çalışan, yaşayan çok insan var. Doğu, genelleştirmeyeyim ama Türkiye'de Batıyı bilen, tanıyan insan sayısı kadar, Avrupa'da Türkiye'yi bilen, tanıyan insan olsa, bugün çok daha uyumlu, çok daha hoş bir ortam olurdu.
Günlük hayatta da geçerli bir yaklaşım var. Fransızca'da ünlü sözdür: Birbirine benzeyenler bir araya gelir, toplanır. Gerçekten de birbirine benzeyenlerin, birbirine yakın duranların bir araya gelmesi, toplanması kolaydır.
Güç ve belki bir o kadar da güzel olan benzemezlerin bir araya gelebilmesidir. AB'nin bir Hıristiyan-Musevi kulübü olmadığını, tam aksine çoksesli-çokrenkli ama ortak demokrasi ve insan hakları değerlerine sahip ulusların birliği olduğunu sanırım burada tekrar etmeye gerek yok.
Baştan belirtmemde yarar var: Benim cami, kilise, sinagog gibi kurumlarla hiç bir ilişkim yok. Din meselesinin insanların özel hayatlarında, inançlarında önemli bir yer tuttuğunu da kabul ediyorum.
Ne var ki, kamusal alanda ve siyasette din, çoğu zaman, mesela bizde de, bir dizi siyasi ve iktidara ilişkin amaçlar uğruna bir perde ya da araç olarak kullanılıyor. Aydınlanma Avrupa'sının jakoben olmayan gerçek laisizmi, kamu işlerinde, siyasette dine bu kadar değer vermemeli diye biliyorum.
Bu çifte standart meselesi gerçekten rahatsız edici. Bakın resmi söyleme de geçmiş durumda, konuya ilişkin yetkili ağızlarda da rastlanıyor: Polonya'dan söz ederken 40 milyon Polonyalı deniyor, Türkiye'den söz ederkense 65 milyon Müslüman deniyor.
Hemen bir örnek vereyim size: Yunanistan'da Ortodoks Kilisesi, Türkler Müslüman olduğu için, Türk-Yunan yakınlaşmasına karşı çıkıyordu. Oysa ki 1999 depreminden sonra ve tabi ki bir dizi siyasi konjoktürel gelişmenin ardından Türk-Yunan anlaşmazlığı büyük ölçüde çözüldü, çözülüyor. Ne oldu ki? Türkler Müslümanlıktan mı vazgeçti? Yooo...
Türkiye ve İslamiyet konusunda her gün izlediğimiz televizyonlar, dinlediğimiz radyolar, okuduğumuz gazetelerde, öylesine bir Türkiye ve İslamiyet imajı üretip yaratıyorlar ki, bu medyaya, global medya anlayışından söz ediyorum, inananlar gerçekten Türkiye ve İslamiyet aleyhtarı olur.
Ben üniversitede bu işin dersini veriyorum ayrıca Türk basınını da sık eleştiren biri olarak, size sadece bu sabah kahvaltıda okuduğum gazeteden üç küçük örnek vereceğim.
International Herald Tribune, New York Times tarafından Avrupa'da yayınlanan Amerikan gazetesi. İlk üç sayfada İslamiyet'e ilişkin üç haber var:
* Sevilla'da Müslümanlar cami inşa etmek istiyorlarmış, bu konuda bir haber. Ama öyle bir dille yazılmış, öyle bir üslup kullanılmış ki, öyle sözcükler seçilmiş ki, konudan bihaber olan okur, Sevilla'da Müslümanların neredeyse bütün kenti yıkıp yakmak istediklerini sanacak.
Oysa ki, hangi dinden olursa olsun, her cemaatin bulunduğu yerde bir ibadethane açmak istemesi kadar doğal, meşru ve yasal bir talep olamaz. Bizde, Hıristiyanlar herhangi bir yerdeki eski bir kiliseyi restore etmek ya da ibadete açmak istediklerinde, sadece ve ancak bir avuç faşist ya da köktendinci, bu Herald Tribune'ün kullandığı dili ve yaklaşımı benimser.
* İkinci haberin başlığı 'Avrupalı Müslümanlar, Irak'a ABD'ye karşı savaşa gidiyorlar'. Bu başlıktan ne anlaşılıyor? Sanırsınız, Avrupa'da yaşayan milyonlarca Müslüman'dan hadi hiç olmazsa binlercesi Irak'a savaşa gidiyor..
Oysa ki haberi okuyunca anlıyorsunuz ki, Fransız yurttaşı bir Müslüman, bir tek Müslüman, Irak'ta çatışmada öldürülmüş, yakınları da Amerikan işgaline lanet okuyor. Bir kaç genç Müslüman da ölen arkadaşlarının yerine savaşa devam etmek niyetlerini beyan ediyor.
E şimdi bir tek örnekten yola çıkıp tüm Avrupalı Müslümanları Irak'a göndermek yanlış değil mi? Tabi şimdi Herald Tribune bazı şeyleri yazamayınca oturup uzun uzun Avrupalı Müslümanları anlatıyor. Halbuki taa Amerika'dan kalkıp Irak'a Araplara karşı savaşan binlerce 'Amerikalı Hıristiyan askerin' öyküleri hem gerçek haber değeri taşıyor hem de pek ilginç...Öyle değil mi?
* Son haber de ilginç.Başlık 'Irak'ta Ramazan, şiddetin artmasına neden oldu'. Reuter's ajansının haberi. Sonuna kadar okuduğunuzda, Irak'ta Direniş'in son dönemdeki girişimlerinin yoğunlaşmasının satır aralarında da olsa aslında yaklaşan seçimle ilgili olduğu anlaşılıyor. Ramazan'la oruçla, iftarla, sahurla ilgili bir bilgi yok haberin içinde.
Türkiye, AB'nin tam üyesi olduğunda, AB, Ortadoğu'da, Balkanlarda, Kafkasya'da hatta Orta Asya'da daha etkili, daha olumlu bir güç haline gelecek. Tabi ki tam üye bir Türkiye, daha demokratik, daha zengin olacak. Bu birliktelikten hem AB hem de Türkiye kazançlı çıkacak.
En önemli mesele, ötekini öğrenmek, tanımak istemek ve öğrenmek, tanımak. Avrupa'nın Yeni Sınırlarına bu nedenle kültürel, entelektüel hatta manevi sınırlar olarak bakmakta yarar var.
Son olarak önemli olduğuna inandığım bir yaklaşıma daha dikkat çekmek istiyorum: AB, 15'lerin ya da şimdi 25'lerin Evi değildir, ya da AB Evinin sahibi, sahibesi 25'ler, sonradan katılacak olanlar da kiracı ya da misafir değildir.
Birlikte, hep birlikte yeni bir ev inşa edeceğiz. (RD/BA)
* Bu metin, Portekiz başkenti Lizbon'da Gülbenkyan Vakfınca 26 Ekim 2004 tarihinde düzenlenen 'Avrupa'nın Yeni Sınırları' konulu seminerde Ragıp Duran'ın konuşmasıdır.