1960-1975 Dönemi
(...) Yugoslavya, Türkiye ve hatta İtalya gibi yakın çevre ülkelerden gelen ilk kuşak göçmen işçilerin geçici bir süre için ev sahibi ülkelerde kalacakları ve daha sonra da kendi ülkelerine geri dönecekleri varsayılıyordu.
Bu nedenle de, örneğin Almanya'da Gastarbeiter, yani "konuk işçi" olarak adlandırılıyorlardı. Ne var ki, beklentiler gerçekleşmedi ve geçici olarak gelenlerin kalıcı oldukları kısa bir süre içinde anlaşıldı.
1960'lı yıllar Türkiye'de işsizliğin, Avrupa'da ise işgücü açığının olduğu yıllardı. Türkiye, göçmen işçilerin yurda gönderecekleri dövizleri önemli bir ek gelir kaynağı olarak görüyorken; Avrupalı işverenler, ek ve vasıfsız işgücü edinme karşılığında verecekleri ücretleri, kesinlikle karşılayabilecekleri miktarlar olarak görüyorlardı.
Kısa bir süre içinde, sadece verilecek ücretlerin söz konusu olmadığı; işçilerin ve ailelerin sağlık, eğitim ve diğer sosyal gereksinimlerinin karşılanması için de ciddi oranlarda kaynak ayırmaları ve üstelik gelenlerin ev sahibi toplumlarla uyum sağlayabilmelerinin de hayati önem taşıdığı anlaşıldı.
Bütün bunlar, hem gönderen hem de kabul eden ülkeler için yeni deneyimlerdi.
1960'lı yılların ekonomik büyüme hızı ve görece refahı, 1970'li yılların hemen başlarında ortaya çıkan gelişmelerle tersine dönmeye ve göçmenler için olduğu kadar kabul eden devletler için de ciddi sıkıntılar yaratmaya başladı.
1973 yılında Orta Doğuda patlak veren savaş, yalnızca daha fazla sayıda Filistinliyi yerinden yurdundan etmekle kalmadı; dünya kamuoyunu bundan daha çok ilgilendiren ve büyük dalgalar halinde tüm dünyayı yalayıp geçen petrol bunalımına da yol açtı.
(...) bütün bu gelişmeler sonucu, Batı Bloğu üyesi Avrupa devletleri, göçmen alımını durdurma ya da kota koyarak düşürme yoluna gittiklerinden, Türkiye'den giden göçmen işçilerin sayısında azalma meydana geldi.
Ancak, Soğuk Savaş koşulları belirleyiciliğini korumakta olduğundan, Doğu Avrupa ülkelerinden ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nden (SSCB) gelerek iltica başvurusunda bulunanlar, hemen hemen hiç bir engelle karşılaşmadan, Batı Bloğu üyesi ülkelerde kabul görmeye devam ediyordu.
Bu grupta Türkiye de vardı. Tıpkı daha önce, Nazi rejiminden veya SSCB'nin Macaristan'ı işgalinden kaçanların sığındığı gibi, bu yıllarda da Türkiye, 1951 Sözleşmesi'ne taraftarlığı ve koyduğu çekince ile sınırlı kalmak koşuluyla, mülteci kabul etmekteydi. Ne yazık ki, bu döneme ilişkin olarak sayısal verilere ulaşma sıkıntısı vardır.
1975-199 dönemi
(...) 1963 Ankara Antlaşması'ndan sonra Türkiye ile Avrupa Topluluğu (AT) ilişkilerinde Türkiye'nin istediği ve beklediği olumlu gelişmeler yaşanmamıştır. AT tarafının erken bulmasına karşın, Türkiye ikinci aşamaya geçmiş ve Katma Protokol'ün imzasından onayına kadar birçok sıkıntı yaşanmış, Türkiye umduğu mali desteğe de kavuşamamıştır.
Aynı dönemde yurtdışındaki işçilerin gönderecekleri beklenen döviz miktarı da beklenenden az olmuştur. Türkiye bir yandan ekonomik sorunlarla, diğer yandan siyasal çalkantılarla uğraşmak zorunda kalmıştır.
(...) AT ile Türkiye arasında soğuyan ilişkiler, doğrudan yansımalarını göç ve iltica konularında da bulmuştur. Ankara Antlaşması'nın 12. ve 13. maddelerinde, Türkiye'den gidecek işçilerin serbest dolaşımına ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Yine benzer şekilde, Katma Protokol'ün 36. maddesi (Ek 2), aynı konuya ilişkin olarak kaleme alınmıştır. Bu maddelerin içerikleri doğrultusunda, 1986 yılında alınan komisyon kararında 1976 ve 1986 yıllarında kademeli olarak serbest dolaşıma geçileceği belirtilmiştir. Ne var ki, bu maddelerin ve kararın uygulaması mümkün olamamıştır.
1970'li yılların sona ermesine çok az bir süre kala, Türkiye ile AT arasındaki ilişkiler, AT'nin Türkiye'ye verdiği sözleri yerine getirmiyor olduğu gerekçesi ile, 1978'de Ecevit Hükümeti tarafından dondurulmuştur. 1980 Eylül'ünde Türkiye'de askeri rejimin işbaşına gelmesi ile, önce "bekle gör politikası" izleyecekmiş gibi görünen AT, kısa sürede özellikle Parlamentodan yükselen seslerle, Türkiye'de yaşananlardan ve demokrasinin askıya alınmasından duyduğu rahatsızlığı ifade etmeye başlamıştır.
(...) Türkiye 1987'de AT'ye tam üyelik için başvurmuş ve olumsuz 1989'da almıştır. AT yeni bir genişlemenin ve buna uyum sağlayabilmek için gerekli derinleşme çalışmalarının öncesinde Türkiye'nin tam üyelik başvurusunu olumsuz değerlendirmiş; ama işbirliğinin mutlaka sürdürülmesi gereğine olan inancını da vurgulamaktan geri kalmamıştır.
(...) 1992 yılından itibaren ise karşımızda duran artık AT değil, AB'dir. AB en kısa sürede, Polonya ve Macaristan'dan başlamak üzere, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini de içine alacak şekilde, genişleme planlarını yapmaya başlamıştır.
Bu ülkelerden gelenler, daha önceki dönemde özgürlüğe kaçan mülteciler olarak görülür ve siyasal propaganda malzemesi yapılırken, şimdi AB üyesi olan ülkeleri başka bir açmaz beklemektedir.
Bu bölgeden ve SSCB'nin yerini alacak olan Rusya Federasyonu ve Bağımsız Devletler Topluluğu'ndan (BDT) gelenler, artık mülteci olarak zor kabul edilebilecekken, bu kadar göçmen nerede ve nasıl istihdam edilecektir ya da edilmeli midir?
Üstelik Schengen sınırları da genişlemiş ve neredeyse AB sınırları ile örtüşür hale gelmiştir. Schengen uygulamaları bile yetersiz kalmış; giderek bir "Kale" görünümünü alan Avrupa'ya "yabancıların" girişlerinin olabildiğince sınırlandırılması ve/veya engellenebilmesi için, yeni arayışlara gereksinim duyulur olmuştur.
1990'lardan Günümüze
(...) Türkiye, dışarıdan ilk bakışta göçmen veren ve mülteci üreten bir ülke olarak tanınmaktadır. 1960'lı yıllarda başlayan göç hareketleri ve 1980'li yıllarda yoğunlaşan Türkiye'den mülteci başvuruları bu kanıyı ve izlenimi oluşturmuş ve devamında pekiştirmiştir.
Oysa Türkiye aynı zamanda göç alan ve mülteci kabul eden bir ülkedir. Türkiye'nin kabul ettiği göçmen ve mülteci sayısı ile mülteci statüsü tanımasa da insani nedenlerle ev sahipliği yaptığı insan sayısı hiç de azımsanmayacak düzeydedir.
Kuruluşundan bu yana Balkanlar'dan Orta Asya'ya kadar geniş bir coğrafi bölgeden 1.5 milyonun üzerinde göçmen almış Türkiye, ABD Mülteciler Komitesi'nin 2002 ülke raporuna göre, 2001 yılında 12.600 mülteci ya da iltica başvurusu yapanı ağırlamaktaydı.
Türkiye'nin yukarıda sayılan bu özelliklerine Soğuk Savaş sonrası dönemde bir yenisi daha eklendi. Asya'dan, Afrika'dan ve Orta Doğudan gelip Avrupa'ya ya da gelişmiş dünyanın başka bir ülkesine gitmek isteyenler için Türkiye kısa sürede bir geçiş ülkesi haline geliverdi.
1980'li yılların hemen başından itibaren İranlıları ve ardından da Iraklıları yığınlar halinde topraklarında ağırlayan Türkler bu sefer Endonezya, Filipinler, Bangladeş, Pakistan, Afganistan, Orta Asya Cumhuriyetleri, Afrika'nın çeşitli ülkeleri, Ukrayna, Romanya, Moldavya, Kosova, Makedonya, Bosna Hersek, Arnavutluk gibi ülkelerden gelenler için bir geçici sığınak olmuştur.
Geçiciliğin süresi çoğunlukla değişmektedir. Bazıları Avrupa'ya kaçak olarak ulaşma yolunda başarılı olmakta, ama birçoğu ya yakalanmakta ya da kaçakçıların yüzünden hayatından olmaktadır.
Türkiye'nin ekonomik olanakları, Avrupa ile karşılaştırıldığında, cazip olmadığından, çoğu göçmen ve/veya iltica başvurusunda bulunacak kişi burada kalmayı düşünmemektedir.
Bununla birlikte, Türkiye'de kaldıkları süre içerisinde bu kişiler kaçak olarak bazı işlerde çalışmaktadırlar. Türkiye'nin bakış açısıyla duruma yaklaştığımızda ortaya bazı belli noktalar çıkmaktadır.
Her şeyden önce Türkiye var olan ekonomik ve sosyal koşullar altında 1951 Sözleşmesi'ne çekincesini kaldırabilecek aşamaya gelmemiş görünmektedir. Dahası, şu anda bile Türkiye kaçak göçmenleri yakalamak ve insan kaçakçılığı ile mücadele edebilmek için yeterli maddi olanaklara sahip değildir.
Bunun da ötesinde, uzun yıllardır yabancı ülkelerden gelenlerle yaşama alışkanlığına sahip olmakla birlikte, Türkiye'deki yasal düzenlemeler uygun değildir. Özellikle göçmen ve mültecilerin gereksinim duydukları barınma, eğitim, sağlık ve çalışma olanakları henüz yeterince ve etkili olacak biçimde düzenlenememiştir.
(...) Bu doğrultuda, AB'nin Türkiye'den ilk isteği 1951 Sözleşmesi'ne coğrafi çekincesini kaldırması olmuştur. Böylelikle, yalnız Avrupa'dan değil (zaten artık Avrupa'dan gelip de Türkiye'de iltica başvurusunda bulunan da yoktur), dünyanın herhangi bir yerinden gelen bir kişi Türkiye'de iltica başvurusunda bulunabilecektir.
Başvurunun kabul edilmesi durumunda ise Türkiye'de mülteci statüsünü kazanacak ve burada yerleşebilecektir, insancıl açılardan bakıldığında, böyle bir uygulamanın doğruluğu konusunda bir fikir birliği oluşacağı ortadadır. Ne var ki,Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal koşullar, böyle bir uygulamaya geçilmesi için henüz olgunlaşmış gibi görünmemektedir. Bununla birlikte, Türkiye, 1999'da Helsinki Zirvesi'nde AB'ye aday üye olarak resmen kabulünün ardından oluşturulan Ulusal Programda söz konusu çekinceyi orta vadede kaldırmayı üstlenmiştir.
Böylece, Türkiye ilk iltica ülkesi olacak ve AB üyesi ülkelere daha az yük düşecektir. AB'nin Türkiye'den gerçekleştirmesini istediği ikinci uygulama, geri kabul antlaşmalarının ilgili ülkelerle bir an önce imzalanmasıdır. Bu şekilde, Türkiye, AB üyesi ülkelerde iltica başvurusu kabul edilmemiş kişileri, ilk ayak bastıkları ülke burası olması durumunda ya da başvurusu reddedilen kişinin kendi vatandaşı olması durumunda, geri kabul etmek sorumluluğunu üstlenmiş olacaktır.
Dahası, benzer antlaşmalar başka kaynak ülkelerle de yapılmak durumunda olduğundan, Türkiye de, bu şekilde gelenleri kaynak ülkelere ya da Türkiye'ye gelmeden önce bulundukları ülkelere sorunsuzca geri gönderebilecektir. Bu uygulama da ilk bakışta son derece mantıklı ve yasal gibi görünse de, özünde 1951 Sözleşmesi'nin ciddi bir ihlalini içermektedir.
Sözleşmeye göre, mültecilerin ya da iltica etmek isteyen kişilerin geldikleri ülkeye gönüllü geri dönüşleri esastır (voluntary repatriation principle). Hiç kimse zorla geri gönderilemez (non-refoulement principle).
Bu ilkelere uyulmaması demek, mültecilerin uluslararası alanda korunmasının layıkıyla gerçekleşmemesi demektir. AB'nin bir yeni politika aracı da, belli ülkelerde oluşturulması planlanan toplama merkezleridir, iltica başvurusunda bulunanların belli ülkelerde kurulacak toplama merkezlerinde barındırılmaları fikri, Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği (BMMYK), nezdinde de rahatsızlık yaratmıştır.
Bununla birlikte, Nazi yönetiminin Yahudi toplama kampları uygulamalarını çağrıştıran bu ayrımcı ve aşağılayıcı uygulamaya ev sahipliği yapmayı kendine yedirebilen ülkelerde vardır. İnsan hakları ve demokrasi liderliği yapmaya soyunan AB üyeleri için bu durum kendisiyle çelişmeden açıklanabilir olmaktan uzaktır.
Türkiye'nin resmen AB üyesi olmadan atabileceği her türlü adım riskler içermektedir. Bu nedenle, Türkiye'nin, AB'nin istekleri üzerine, en az iki kez düşündükten ve ilgili tüm kurum ve kişilerin görüşleri alındıktan sonra karar vermesinde büyük yarar vardır. AB yalnız Kıbrıs konusunu değil, Türkiye'nin tam üyeliği için göç ve iltica konularındaki uygulamaları da bir pazarlık unsuru olarak her zaman masada tutmaktadır. Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinin kabulünün doğrudan bağlandığı konulardan biri olarak iltica ve göç konusu hassasiyetini korumaktadır.
(...) Türkiye'nin AB üyeliğini kazanmadan ve AB üyesi ülkelerde güçlenmekte olan yabancı karşıtı akımlar dizginlenmeden atabileceği adımlar yarar yerine zarar getirebilecektir.
Türkiye'nin sınır komşularında istikrar sağlanmadan, AB lehine yapılabilecek yasal düzenlemeler ise AB'nin yükünün paylaşılmasından çok, yükün Türkiye gibi ülkelere kayması anlamını taşıyabilecektir. Türkiye'ye 2004 yılının Aralık ayında müzakere tarihi verilmesi, ilişkileri rayına oturtmakla kalmayacak; 1999 Tampere kararlarının öngördüğü gibi, AB alanının hem vatandaşları hem de mülteci ve göçmenler için güvenli, özgürlüklere saygılı ve yaşanabilir bir alan olmasını da pekiştirecektir. (ÖÇ/BA)
* Türkiye 1951 yılında imzalanan Mültecilerin Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi'ni imzalayarak taraf olmuş olmakla birlikte bu sözleşmeye koyduğu coğrafi çekince nedeniyle yalnızca Avrupa'dan mülteci kabul etmektedir. 1967 Protokolü ile Sözleşme'de yapılan değişiklikler sırasında Türkiye bu çekincesini kaldırmamıştır. Bu nedenle Türkiye'de Sözleşme mültecileri olarak adlandırılabilen bir grup ve ona yönelik uygulamalar İle bu çerçevede kalmayanlara yönelik uygulamalar farklılık göstermektedir. Sözleşme mültecisi olmayanlar insani nedenlerle ülkede kabul görüp üçüncü bir ülkeye kalıcı olarak yerleştirilene kadar ağırlanmaktadır.
* Dr. Özlen Çelebi'nin kısaltarak aldığımız yazısı Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği' nin yayın organı "Umuda Doğru - Sığınmacılar ve göçmenlerle dayanışma dergisi" Ağustos 2004, yıl:1 sayı: 14'te yayımlandı.