Çevresine onun kitaplarıyla bir başka türlü bakmayı öğrendi... Eli şiire ya da öyküye yatanlar, ilk eserlerini onun çıkardığı dergilerde duyurdular... Onlardan biri Orhan Duru'ysa, diğeri Demir Özlü'ydü...
TRT'de izleyeceğimiz bir belgesel, Günyol'a dair daha pek çok bilgiyi içeriyor. Handan Kümbetlioğlu'nun yönettiği, Cumhuriyet döneminin sanatçı ve felsefecilerinin anlatıldığı "Yıllar, Yollar, Yüzler" 26 bölümlük belgeselinde Vedat Günyol'a ayrılan bölüm için Günyol'la yapılan röportajdan bölümler yayımlıyoruz:
Başka ülkede doğsaydınız ne olurdunuz?
Zannedersem aynı şey olurdu. Eğitimcilik, öğrencilik, yazarlık, yayıncılık. Yani elimden geldiği kadar kendimi aydınlatıp, başkalarını aydınlatmaya verdiğim bir şey...
1911'de İstanbul'da doğuyorsunuz, annenizin Diyarbakırlı olması nedeniyle ilk ve ortaokulu Diyarbakır'da okuyorsunuz, sınıf arkadaşınız da Cahit Sıtkı Tarancı. Babanız ise Lice Kaymakamı Ali Fikri Bey. Anılarınızda babanızın Mustafa Kemal'e ilişkin düşüncelerinizi etkilediğini söylüyorsunuz...
Babam, Gazi Mustafa Kemal'e hayrandı. Fakat, Ne hikmetse, Atatürk gelip de şapka yasasını çıkardıktan, yazı devrimini yaptıktan sonra Atatürk'e soğuk davranmaya başladı. Ben önce babamın etkisindeydim. Zamanla, üniversitedeki öğrenciliğim, okuldaki öğretmenliğim sırasında Mustafa Kemal'in ne kadar büyük adam olduğunu anladım.
Hukuk mezunusunuz, yedi yıl da avukatlık yapıyorsunuz, "Beceremedim, gözüm lise öğretmenliğindeydi" diyorsunuz. Öğretmenlik deneyiminiz sizi nasıl yönlendirdi?
Öğrenciler beni ilk çelimsiz adam olarak gördüler,canıma okumak istediler. Sınıfa girdim, ayağa kalktılar, sonra oturdular. Sınıfın mümessili imzalamam için defteri getirdi. Sınıfa baktım, kimse yok, hepsi masaların altına girmişler. İmzayı attım, kafamı kaldırdım, baktım hepsi karşımda. Yani birtakım maskaralıklar yaparak beni denediler, ben de soğukkanlı davrandım. Öğretmenliğe böyle girdim ve çok sevdim. Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde 2.5 yıl öğretmenlik yaptım. Gördüğüm ilgi beni çıldırttı, sevindirdi. Çünkü orada öğretmenden çok öğrenci oldum. Bana çok soru soruyorlardı. Öğrencilerin karşısına hazırlanıp geliyordum.
Öğretmenliği nasıl tanımlıyorsunuz?
Bir öğretmen olarak benim görevlerimin başında, öğrencilerimin inançlarını sarsmak gelir. Yani bir öğretmenin ilk görevi bilinç yolunda inançları sarsmak olacaktır.
Yayıncılığınız da çok eski yıllara dayanıyor...
1936-37 yıllarında Fransız Saint-Benoit Lisesi'ni bitirdim ve Hukuk Fakültesi'ne yazıldım. Fakülteye gidip gelirken "Yücel" adında dergi çıkaran iki arkadaşla karşılaştım. Fransızca bilen bir yardımcıya gereksinim duyuyorlarmış. Maupassant'ın "Öç" öyküsünü çevirdim. Sonra Orhan Burian'la tanıştık, Londra'dan yazı gönderiyordu, Türkiye'ye döndükten sonra dergideki yamalı bohça durumunu kaldırmaya çalıştık. Hümanizmaya odaklanan bir yol tutturduk. Orada aşağı yukarı 10 yıl çalıştım.
Bir de sizin çıkardığınız Ufuklar dergisi var...
Yücel dergisi kapandıktan sonra Orhan Burian "Kitap boyutunda kendi halinde bir dergi çıkaralım" dedi, çıkardık. Ufuklar adını verdik. Yücel'in her zamanki dağıtıcısına götürdüm, "ufak tefek, ne bu böyle" diye attı önüme. "Akıllı bir dergi çıkarın da öyle getirin" dedi. Bir yıl çıkardık Ufuklar'ı. Burian öldü bu arada. O vakit, çok değerli olan "bir lira" bırakmış ablasına, "Günyol bu parayı alsın, dergiyi yaşatsın" demiş. Ben, ona olan minnetimin, sevgimin dile getirilmesi olarak, derginin kurucusu olarak Orhan Burian'ın ismini yazdım ve dergiyi 25 yıl kadar yaşattım.
Mavi yolculuklar
Tercüme bürosunda da çalışmıştınız...
Evet, Sabahattin Eyuboğlu yönetiyordu, üç yıl orada çalıştım. Çok mutluydum... Azra Erhat başta olmak üzere birçok insanı orada tanıdım. Erhat'la uzun süre bir arada bulunduk. Beraber çeviriler yaptık. "Mavi Yolculuk" adı altında "Halikarnas Balıkçısı"nın başlattığı, Sabahattin Eyuboğlu'nun sürdürdüğü, Ege kıyısından içeriye doğru kalıntıların üzerinde gezdik-tozduk.
Hayatınıza baktığımızda üç insan öne çıkıyor: Orhan Burian, Sabahattin Eyuboğlu ve Adnan Adıvar bu üç insanla neler paylaştınız?
Orhan Burian'la hümanist bir görüş açısından birlikte olduk. Son derece saygılı, kafası çok işleyen, yüreği Türkiye için çarpan bir aydındı. Sabahattin Eyuboğlu ise bütün yapıtlarıyla kendini tanıtmış nefis bir insandı. Adnan Adıvar'a gelince, ben Halide Edib'le onu Paris'te doktora yaparken tanıdım. Beni çok benimsediler. Adnan Bey doktordu, Paris'te bir öğrenci mahallesinde, bir apartman dairesinde oturuyorlardı. Halide Edib kocasına "Otlar gibi durma, kafanı işlet, bir şeyler yap" diyordu, bunun üzerine Adnan Bey de felsefeye merak sardı. 1939'da dönünce, kaybettim onları.
Bir gün Beyazıt'ta dolaşırken Adnan Bey'le karşılaştım. "İslam Ansiklopedisi'ni çıkarıyorum. Gel, bize yardım et, ama önce sana bir metin vereyim, çeviri yeteneğini anlayayım" dedi. Bana ufak bir yazı verdi. Ben de çevirdim ve götürdüm. Ertesi gün buluşunca kahkahalar attı. "Senin yazın çok güzel, ama bir yerde yanılmışsın" dedi. Müslüman din adamı için hoca diyeceğime papaz demişim. Neyse, 13 sene orada çalıştım. Adnan Adıvar'ın büyüklüğü şuradan gelir: Bunlar Atatürk'e karşı gelmişler, "diktatör" diye yurtdışına gitmişler ve gelmemişler. Ama Adnan Bey çalışma sonunda bana dedi ki, -beni oğlu gibi benimsemişti, çok sıcaktı- "Vedat, Halide Edib'le birlikte yanılmışız. Atatürk çok haklıymış." Bu, bir düşünce adamının namusunu gösteren bir belgedir bence.
Gece mükemmel yazıyorum
Kusursuz insan olmak mümkün mü?
Kusursuz bir insan yoktur bence. Hiç kimseyi de kusursuz tanımamalı. Ne peygamberleri, ne şahları, ne padişahları... Hepsinin de insan olarak kusurları var.
Yazar çağının tanığı mıdır?
Cumhuriyetin ilk dönemlerini ele alırsak, ben Hüseyin Rahmi'yi başa koyarım. Çünkü, Hüseyin Rahmi biraz alaycı bir anlatımla Türk insanının, özünü ortaya koymuştur. Onun dışında yazı ustası, Türkçeyi çok iyi kullananlar olarak Reşat Nuriler, Falih Rıfkılar var. Tevfik Fikret Türkçeyi en iyi kullanan ve sevdirenlerden biridir. Bunun dışında biliyorsunuz, Ömer Seyfettin'den başlayarak Sabahattin Ali, Sait Faik, Adalet Ağaoğlu, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Atilla İlhan gibi birtakım yazarlar Türkçeyi bir kuyumcu gibi işlediler...
Nasıl yazıyorsunuz?
Okuyorum, bir yerde bir tümce ilgimi çekiyor, onun üzerine düşünüyorum. Gece mükemmel yazı yazıyorum. Sabahleyin hiçbir şey yok ortada. Daha çok beni uykuda bile rahatsız eden, rahatsız eden değil, aylak bırakmayan konular oluyor. Herhangi bir şey. Atasözleri mesela onu alıp bugünün koşullarıyla karşılaştıran yazı yazıyorum. Yani, yazı yazmak konusunda ilk satırı yazdıktan sonra sonu geliyor. Sabahattin Ali de öyleydi. Daktilonun başına oturur, bir satır yazar, 10 gün sonra yazı bitti diye gelirdi. Ben de ona öykünerek aynı yöntemi uyguluyorum.
Cemal Süreya...
Cemal Süreya hem nefis bir şair hem de onurlu bir insan. Onun bir öyküsünü anlatayım size. Darphane'de müdür olarak çalışıyor. Bir gün Maliye Vekili teftişe geliyor. Kusur bulamıyor, sonra bir yerde bakıyor "aa burası çok kirli" diyor. Cemal Süreya "Efendim" diye karşılık veriyor "Siz gelmeden önce temizdi''. Ertesi gün işine son veriyorlar. Çok karakter sahibi, çok güzel bir insandı. Bana da lütfetmiş, "Türk edebiyatının cumhurbaşkanı" demiş. Cumhurbaşkanı olmak, benim haddime mi?
Benim yurdum Türkçedir
Dil?
Dil çok önemlidir bence. Çünkü yurt sevgisinin vazgeçilmez bir unsurudur. Fransız devriminde Danton'a kaç diyorlar, "Kaçamam çünkü, yurdumu tabanlarımda götüremem" diye yanıt veriyor. Ama şimdi bana kaç deseler, ben kaçarım. Çünkü, benim yurdum Türkçedir. Nereye gitsem Türkçeyle beraberim. Bir aydın diyor ki, sürgündeki yazar için dil, gerçek vatan yerini tutar.
12 Mart'ta cezaevine girdiniz, sizin için nasıl bir süreçti?
Cezaevi dönemi nasıl oldu bilemiyorum. Paşalar gelince maşaların kanalıyla hapse davet ettiler. Maltepe Cezaevi'nde 4.5 ay konuk olduk. Ondan önce 13 gün Emniyet'te kaldık. Sabahattin Eyuboğlu, Magdi Rufer, Thilda Kemal, Azra Erhat ve beni gizli Komünist Partisi kurma suçundan hapsettiler. Öğrencilerimle beni bir koğuşa koydular, temizlik günü temizlik yaptım ve hiç gocunmadım, yorulmadım. Bütün candan solcu aydın gençler ile tanışma onurunu orada kazandım. l
* Bu yazı Cumhuriyet Dergi'nin 25.01.2004 tarihli sayısında yayımlandı.