"Yasalar, başkaların
karşı korunacak
bir şeyleri olan kişileri
korumak için yapılmıştır."
Romain Gary (Emile Ajar)
Yahudi yasaları, ‘Kohen’lere yönelik özel düzenlemeler içerir. Belki de bu yüzden, Kohenler, öncelikle soyadlarını korumak durumunda kalırlar. Gazeteci Sami Kohen de, mesleğe başladığı yıllarda ‘Kohen’liğini korumak zorunda kalmış. İsmi imzası olarak belirginleşince, önerilen müstear ad kullanması yönündeki teklifler karşısında direnmiş, “babamdan kalan en önemli miras” dediği soyadına sahip çıkmış. Sami Kohen’le, sahip çıktığı şeyler, ‘Kohen’lik ve isimler üzerine söyleştik…
‘Sami’nin anlamı nedir?
Şemuel’in Türkçesi... Nüfus kâğıdımda Sami var, adım böyle konmuş. Bazılarının ismi ‘Samuel Sami’dir, benimki öyle değil, doğrudan Sami. 1928 yılında öyle münasip görmüşler, bence iyi de yapmışlar.
Neden?
Sami Kohen hakkındaSami Kohen 1928’de İstanbul'da doğdu. Babası gazeteci Albert Kohen'dir. 1949 yılında St.Benoit'dan mezun olan Kohen ertesi yıl İstanbul Üniversitesi'nin yeni açılan Gazetecilik Fakültesi Enstitüsü'ne girer. Sami Kohen babasının 1939-1949 yılları arasında Ladino ve Fransızca dillerinde çıkarttığı "La Boz de Türkiye" (Türkiye'nin Sesi) gazetesini, babasının vefatından sonra Türkçe olarak önce "Türkiye'nin Sesi" ve sonra "Haftanın Sesi" adları altında yayınladı. Tan, Yeni İstanbul ve İstanbul Ekspres gazetelerinde çalıştı. 1954 yılında katıldığı Milliyet gazetesinde halen köşe yazarlığı yapıyor. |
Çünkü Türkiye’de yaşıyoruz. Yabancı isimlere ya bilinmediği için veyahut ötekileştirildiği için biraz yan bakılır, garip karşılanır. Bir de şu var: Benim ismim Sami değil Samuel olsaydı, bana hitap edenler “Mösyö Samuel” derdi, halbuki ben her zaman “Sami Bey” oldum, şimdi ise “Sami Abi” olduk… Fakat bu önemli, çünkü isimle bir yakınlaşma oluyor, veyahut bir yabancılaşma olmuyor. Bendeki izlenim bu. Bu yüzden ben de çocuklarıma öyle isimler seçtim. Kızımın ismi Jale. Oğlumun ismi Alp, babamın ismi olan ‘Albert’in kısaltılmışı. Onun için, oğlum şimdi “Alp Bey”; ona, babama dedikleri gibi “Mösyö Albert” veya “Mösyö Kohen” demiyorlar. İntibak açısından, ilk ismimin toplumun bildiği, tanıdığı bir isim olması pratikte yarar sağlıyor.
Fakat aslında isminiz, toplumun bildiği şekilde telaffuz edilmiyor. Yahudiler size hitap ederken ‘a’ harfini kısa tutuyorlar…
Tabii, tabii... “Saami Bey”, “Saami Abi”, “Saami’cim”... Türk toplumu içinde böyle bilinir, bizimkiler ise Sami der. Fakat neticede bu bir vurgu meselesi; Şemuel ile Sami arasında olduğu kadar büyük bir fark yok. Gazeteci olduktan sonra, staj için uzun süre Amerika’da bulundum. Orada kendi ismimle yazılar yazıyordum. Bazı Amerikalılar “Samay Kohın” diye okuyorlardı. Charles de Gaulle yıllarında oradaydım, radyolarda hep “Çarls di Gol” diye, Amerikan şivesiyle söylerlerdi adamın adını. Ben de adımın öyle söylenmesini yadırgamıyordum. Arada düzeltmeye çalışırdım, o zaman da “Sammy” veya “Sam” derlerdi. The Guardian’da (o zaman ‘Manchester Guardian’dı) muhabirlik yapıyordum; ‘Sami’yi beğenmediler, ‘Sam’ diye kısalttılar. Newsweek’te çok uzun yıllar çalıştım, orada Sami Kohen olarak çıkardı yazılarım.
Kohen’in ‘k’si de ‘c’ ile karıştırılıyor mu?
Evet. Amerika’da her gün yazı yazıyordum. Kohen’i ‘c’ ile yazarlardı. Bana da “Böyle daha iyi tanınırsınız, ne olduğunuz daha çok belli olur” dediler. Yani benim ismim çok oynak.
İsminizle bu kadar çok oynanması size neler hissettirdi?
Hiçbir zaman rahatsız olmadım. Eleştiriye de muhatap olmadım.
‘Kohen’ olarak Yahudilik üzerinden eleştirilere hedef oldunuz mu?
Kohen olmak Türk basınında önemli. Bu, dış basında bilinen bir isim taşımak demek, orada bir problem yok. Fakat Türk basınında Kohen olmak bana yük mü oldu, yoksa kredi mi sağladı? Ben meslek hayatına yani profesyonel olarak çalışmaya üniversitedeyken, 1950 yılında başladım, Yeni İstanbul Gazetesi’nde. Çok ciddi ve önemli bir gazeteydi. Sahibi Habib Edip Törehan’dı. Bu zat İsviçre’de yaşamış, çok zengin bir iş adamıydı. Savaş yıllarında Türkiye’den Almanya’ya krom ihraç ediyordu, onun için adı ‘Nazi’ye çıkmıştı. Bir de, eşi Alman’dı; Goebbels ailesinden olduğunu söylerlerdi. Yani ben baltayı taşa vurmuşum. Orada Mustafa Nermi diye bir başyazar ve genel yayın müdürü vardı, çok muhterem bir zattı, o beni gazeteye aldı. Benimle tanışıp biraz konuştuktan sonra, “Dış haberler kısmına birini arıyoruz. Seni Habib Edip Bey’le tanıştırayım” dedi. Ben ‘Habib Edip’ ismini duyunca... Bizim toplumda “Bu adam antisemit” diye konuşmalar vardı, gazetesini boykot ediyorlardı. Neyse, huzura çıktık. Muhteşem bir duruşu vardı adamın. Benimle iyi konuştu, “Bir-iki ay tecrübe edelim sizi, sonra bakarız” dedi. Bir-iki ay iyi geçti, iyi bir performans gösterdim. “Tamam” dedi ve beni dış haberlere getirdi. Fakat ben dış haberler redaksiyonu yapmakla ve tercüme etmekle kalmıyorum. O sıralarda yani Türkiye’nin NATO’ya alınması sürecinde buraya çok önemli insanlar geliyordu. Otel otel dolaşıp bunları buluyor, söyleşiler yapıyordum. İmzam çıkmaya başladı. Bu çok önemli bir olaydı, çünkü Cumhuriyet tarihinde bir ilkim ben. Benden önce imzalı yazı yazan ve profesyonel olarak günlük bir Türk gazetesinde çalışan başka bir Musevi, hatta gayrimüslim olmamıştı. Bir Türk gazetesine girmek kolay değildi. O dönem çok iş aradım. Mesela Anadolu Ajansı ilan vermişti. Lisan bilen birini arıyorlardı. Gittim görüşmeye, adamlar “Harika” dediler. Sonra Ankara’dan “Yok, gayrimüslim olmaz” cevabı geldi. Vatan gazetesi daha uygun görünüyordu; Ahmet Emin Yalman vardı, o da dönme, halden anlar vs. Benimle ilgilendi. Fakat gazetenin sahibi olduğundan, beni başkalarına havale etti, onlar da ‘Kohen’i duyunca pas geçtiler. Yani, hangi kapıyı çalsam... Yıl 1950. Ben de yazılar yazmaya başladım, yazılarım yayımlandı. Bir gün başyazar beni çağırdı: “Sizin yazılarınızı neşrediyoruz, tanışmak isteriz.” Kalktım gittim. Yani bacadan girdim! Gazeteci olmak için kapıları zorladım ve ilk olmanın sıkıntılarını çektim. Düşünsenize, harpten yeni çıkmış dünya, Nazizmin zihniyet olarak kalıntıları duruyor. 21-22 yaşında bir Kohen çıkıyor ortaya, gazeteci olmak istiyor. Haşa huzurdan! Böyle şey olur mu! Zorladık ve başladık. Neyse, röportajlar yapıyorum. Bir gün Habib Edip beni çağırdı, “Evladım, yazıların gayet iyi gidiyor. Yalnız, benim çevremde bazı insanlar soruyor, ‘Bu Kohen soyadı ne demek?’ diye. Ben de izah etmekte zorlanıyorum” dedi. Maksat belli! “Onun için, beraber bir müstear isim bulalım, onu kullanalım bundan sonra, e mi?” dedi. “Neden?” dedim, “Rahat tanınırsınız, kolay olur” dedi. “Hayır!” dedim. Düşünün, koca adam, benim meslek hayatımda ilk haftalarım, “Hayır” diyorum. “Neden?” diye sordu. “Benim babamdan kalan en önemli miras budur, mirasımı reddedemem” deyip kalktım. “Anlıyorum, sizi dostlarınızın karşısında zor duruma düşürmek istemem, müsaade isteyeceğim” dedim. “Yok evladım, dur bakalım, niye sinirleniyorsun” dedi. Babacan bir duruşla oturttu beni ve bir daha bunun sözünü etmedi. Aradan üç-dört ay geçti, beni çağırdı. İsviçre gazetelerini takip ederdi; Almanca gazeteleri göstererek dedi ki “Bak, İsrail’de ‘kibutz’ diye bir şey varmış, biz bilmiyoruz, bizim basında çıkmıyor. Ne demek bu? Sonra, kadınlar askere alınıyor! Bir İsrail’e gitsene sen... Git, yaz bunları.” Bu, benim ilk dışarıya görevli olarak gönderilmem oldu.
İsrail’le ilgili bir haber yapmak, yazı yazmak o günlerde bugünkünden farklı mıydı? Bu, Yahudi bir gazeteciye nasıl bir sorumluluk veya ne gibi endişeler yüklüyordu?
Kendi kendime diyordum ki, 1) Yazdıklarımı benim ismimle yayımlayacaklar mı?, 2) Yazdığımı propaganda gibi görecekler mi? Görmediler. Yazılarımı Mustafa Nermi alırdı. Hiçbir problem olmadı. Bilakis, teşvik gördüm. Sonra Milliyet’te de hiçbir problemim olmadı. Abdi İpekçi çok yakın arkadaşımdı, bizim frekansta olan biriydi. Fakat açık söyleyeyim, ben de hassas davrandım, ölçüyü kaçırmamaya çalıştım. “Bu yazıya şu şekli versem, bu benim İsrail adına bunu yazıyor olduğum intibaını uyandırır mı?” sorusuyla geçiyordum daktilonun başına. Şunu da eklemek lazım: 60’lı yıllarda Türkiye İsrail’e hayrandı. Son dönemdeki nefret dolu retorik yoktu. Cevat Atilhan diye biri vardı, berbat bir gazetesi vardı. “Dönmenin ve Acem’in gazetesi ve içindeki Yahudi” ifadeleriyle, dönme diye Abdi İpekçi, Acem diye Ercüment Karaca, Yahudi diye benim aleyhime yazılar yazardı. Hedeftik fakat o gazetenin hiçbir önemi yoktu. Bugünkü Milli Gazete gibi değildi. Bu yüzden benim sıkıntım son yıllarda oldu; frenleme, toplumun hissiyatını düşünerek dikkatli yazma, özene bezene kelime seçme... Eskiden bu yoktu. Kaç kere İsrail’e gittim, İsrail’le ilgili yazı yazdım…
İsrail hakkında yazmasaydınız, ‘Kohen’in yerine bir müstear ad kullanmayı kabul etseydiniz, şimdi ne farklı olurdu?
Kim bilir… Gencecik bir adamdım, hiçbir şeyim yok... Karşımda yaşlı, milyarder bir adam... Diretmeyebilirdim ve bugüne kadar müstear isimle devam ederdim. Ama o anda damarım tuttu. Gururuma yediremedim. “Niye değiştirmek istiyor?” dedim. Babam yeni vefat etmişti; ona yapacağım en büyük saygısızlık bu olurdu diye düşündüm. Onun için direndim. Fakat meslek hayatımda yaşadığım tek ayrımcılık olayı bu. Bir kere oldu, bir daha da hiçbir zaman yaşamadım. Bu bana bir yük olmadı. Arada antisemit okuyucu mektupları geliyor, “Kohen değil misin, tabii ki böyle yazacaksın!” filan diye... Bunlara genelde cevap veriyorum. Bir de aslında şu var: Türk kamuoyunun çoğu, benim okuyucularımın önemli bir kısmı, Kohen’in ne olduğunu, dolayısıyla Musevi olduğumu bilmiyor. Bu yüzden de bir sıkıntı olmuyor.
Musevilik açısından ‘Kohen’ olmak ne anlama geliyor?
Dini açıdan çok önemli. Kohen olmak ‘eşitler arasında birinci’ olmak demek. Baştasınız. Kohen’ler takdis ediyor. Toplumu takdis ederken, herkes boynu bükük durur ve bize bakmaz. ‘Tallet’i (Yahudi erkeklerin dua sırasında kullandığı şal) alıp sararız, parmaklarımız özel bir şekil alır. Ben çok dindar değilim ama sonunda bu işi zar zor öğrendik. (RE/HK)
Fotoğraf: Yeşim Mutlu
* Bu söyleşi Agos Gazetesi'nde yayınlandı
* Sami Kohen'in Milliyet'teki yazılarına ulaşmak için tıklayın.