"Nasıl gidiyor?" diye sordum doğallıkla.
"Çok iyi. Gene geç saatlere kadar toplantılar yapıyoruz. TRT' deki günlerimiz gibi."
"Demek ki iyi şeyler olacak."
Gülümsedi:
"Evet ama, hiçbir şey bizim TRT'deki günlerimiz gibi olamaz."
İsmail Cem çok başarılı bir Dışişleri Bakanı idi ama, ondan da başarılı bir TRT Genel Müdürü idi. TRT Genel Müdürü olarak bulunduğu o 500 gün hepimizin hayatına aşınmaz bir damga vurdu. Aceleci dostlarım Mustafa, Mete, Tarcan artık burada yoklar. Artık Cem de yok.
Anılar, dev okyanus dalgaları gibi vurup çekiliyor, vurup çekiliyor...
Resimlere bakarken bir kez daha hayret ediyorum: Tanrım, ne kadar gençmişiz, ne kadar safmışız, ne kadar güzelmişiz! Yıl 1974. Ecevit Başbakan, İsmail Cem TRT'ye Genel Müdür olmuş, Türkiye'nin tek televizyonunu yöneteceğiz: Cem 34 yaşında, Daire Başkanı Yılmaz (Dağdeviren) 35 yaşında, Televizyon Müdürü Tarcan (Günenç) 32 yaşında, sinema danışmanı Mustafa (Gürsel) 30 yaşında, idari yardımcısı Rua (Tezcan) 32 yaşında ve program danışmanı ben 33 yaşındayım. Haberlerin başındaki Mehmet (Barlas) 33 yaşında. En yaşlımız, radyoların başındaki Hıfzı Topuz; çok çok yaşlı, aman yarabbi neredeyse 50 yaşında!
Karılarımız kendilerine 'televizyon dulları' adını takmışlardı. Hemen her gece çok geç saatlere kadar program planlama toplantılarında sigaralar sigaraları kovalarken (Cem L&M içerdi o sıralar) Hızı Topuz'un uyuklayışını yaşlılığına verir, aramızda gülüşürdük.
Dedim ya, saf çocuklardık!
Türkiye sürprizlerden sürprizlere sürükleniyordu. Ecevit'in CHP'si ile Erbakan'ın MSP'si koalisyon yapmıştı. Kimine göre 'tarihi uzlaşma', kimine göre ise 'tarihi yanılgı' idi bu. Ve Ecevit, gencecik, solcu bir gazeteciyi Türkiye'nin en önemli iletişim kurumu olan TRT'nin başına getirmişti.
Bir anda bütün gözler kimilerinin Alain Delon'a benzettiği bu yakışıklı gence dönmüştü.
Fikirlerinin anahtarı
Cem'in dikkat çekmesi için çeşitli nedenler vardı: Gazetedeki sol fikirli yazıları, Abdi İpekçi'nin akrabası olması, Gazeteciler Sendikası İstanbul Şubesi'nin başkanı olması ve baskı üstüne baskı yapan 'Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi' kitabının yazarı olması...
Cem'in, Harp Akademileri'nde yedek subaylık yaparken geceleri geç saatlere kadar çalışarak yazdığı bu tarih incelemesi onun Türkiye'ye ve dünyaya bakışını anlamak isteyenlerin başvuracakları ilk anahtardır kanımca. Cem bu kitabıyla o sıralarda Türk solunda çok yaygın olan bir tartışmaya ağırlığını koyuyordu. O zaman, ATÜT'çüler (Asya Tipi Üretim Tarzı) ya da Kemal Tahirciler denen kampa katılıyordu.
İdris Küçükömer tarafından da savunulan bu yaklaşıma göre Marksizm'in Batı toplumlarına dayanılarak üretilmiş gelişme şablonları Türkiye'ye uygulanamazdı. Bu topraklarda Avrupai anlamda bir feodalite evresi yaşanmadığından, Türkiye çok kendine özgü bir ülke olarak ele alınmalı, öyle analiz edilmeliydi. Klasik sömürgecilik döneminden de geçmemiş olan Türkiye'nin kültürü çok zengin ve farklıydı, çünkü engin bir Doğu-Batı sentezine dayanıyordu. Bilge bir halkın toprağıydı burası.
Cem bu bakış açısını TRT'de yaptıklarına da yansıttı. Bu yüzden eleştirilere uğradığı oldu. Örneğin, o yıllarda sık sık rastlanan yayın kesilmelerinde, ekrana sıradan manzara resimleri yerine halı ve kilim motiflerinin getirilmesi, arkada saz eserleri çalması alay konusu bile oldu. TRT'nin 'devrimcilik' iddiasındaki kimi bürokratları onun yaptıklarını anlayamadıkları gibi, frenlemek için ellerinden geleni yaptılar.
TRT'de ilk naklen Mevlid yayını yapılmasına karar verdiğinde bu 'solcu' bürokratların duyduğu dehşeti unutamıyorum. Daha sonra genel müdür yardımcılığına kadar çıkacak olan bir tanesi bana:
"Haluk bey, nasıl olur! Bu karşı devrimciliktir. Ateşle oynuyorsunuz!" türünden şeyler söylemişti.
Cem'in cevabı açıktı:
"Mevlid bu ülkenin kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Onun en iyisini vermek TRT'nin görevidir."
Tıpkı türkülerin en iyisi, halk öykülerinin en iyisi, Batı kültürü örneklerinin en iyisi (Leonardo da Vinci üzerine bir belgesel dizi yayımlamıştık, hem de, o zaman öyle bir laf yoktu ama 'prime time'da, bütün Türkiye soluğunu kesip izlemişti) gibi. Evet, eğlence olacaktı, hatta yabancı diziler de olacaktı, ama Türk edebiyatının en 'baba' eserleri Türk sinemasının en 'baba' yönetmenleri (Lütfü Akad, Halit Refiğ, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Fevzi Tuna) tarafından dizi olarak çekilecekti.
İlk bakışta aşılmaz görünen tüm bürokratik engellere rağmen Cem'in tutumu gene çok açıktı:
"Türkiye'nin birikiminden kompleks duymadan yararlanmalıyız."
Ankara bürokrasisinin labirentlerinden başlangıçta ürken Cem, çok zeki olduğu için, şunu kısa zamanda öğrendi: Bürokraside, aslında, icraat anlamında her şeyi yapmak mümkündür, yeter ki kitabına uydurun. Yeterince kararlı davranırsanız bürokratların her türlü direncini aşabilirsiniz, yeter ki size güvensinler. Nitekim, dışarıdan yönetmenlere dizi yaptırma fikrinin imkânsız olduğunu iddia eden hukuk müşavirleri Cem'in ısrarı karşısında bunu başarmanın 'mevzuata uygun' formülünü de buldular.
Televizyon tarihimizde 'Aşkı Memnu' gibi bir şaheser varsa işte bundandır.
Cem'in ısrarla üzerinde durduğu bir başka nokta ise 'ekrana çıkanın önemi' idi. İzleyici için, ne gördüğü önemliydi, onun gerekçesi ya da açıklaması değil. TRT çok iyi niyetli ve 'devrimci' kadrolarla dolu olduğu halde ekranda görünene yeterince önem verilmiyordu. Onlar için, ne söylendiği önemliydi, nasıl söylendiği değil.
Örneğin, haberlerin doğru dürüst bir jeneriği yoktu. Haberlere Batı televizyonlarındakine benzer bir jenerik hazırlamak için Mithatpaşa Caddesi'ndeki apartmandan bozma stüdyodaki çırpınışlarımız tam komedidir. Son görüşmelerimizden birinde Cem'e o geceyi hatırlatmıştım da çok gülmüştük.
Jenerikte, dönen bir yerküre olması fikri benimdi. Hemen bir kırtasiyeciden okullarda kullanılan türden bir küre bulundu. O küre dönerken kamera yaklaşacak, flulaşacak ve üzerine Haberler yazısı bindirilecekti. Günümüzün bilgisayar grafiği teknolojisini bilenler durumumuza kahkahalarla güleceklerdir: Birisi (galiba Tarcan) küreyi yandan tutuyor, Cem yere yatmış aşağıdan uzanarak döndürüyordu. Arada çay kahve getiren odacılar genel müdürün yerlerde yuvarlanmasına kim bilir ne kadar şaşırıyorlardı. Düşünün, bir önceki genel müdür, kuruma geldiğinde neredeyse tekmil verilen Korgeneral Musa Öğün idi!
O gece bir sürü çekim yaptık, hepsi birbirinden kötü oldu. TRT için 'çağdaş' bir haber jeneriği yapamamıştık! 500 günlük TRT dönemimizin ender yenilgilerinden biriydi.
Asıl hedefi neydi?
Cem'in TRT Genel Müdürlüğü görevinden alınması, Cumhuriyet tarihimizin sayısı az olmayan hukuk skandallarından birisidir. Hayır unutmadım, mimarı Başbakan Süleyman Demirel'di! Cem'in görevden alınacağı ve bizim suyumuzun da ısındığı kesinleştikten sonra genel müdürün odasında ekipçe yaptığımız şen şakrak sohbetlerden birini hatırlıyorum. Başarıları ve Milliyetçi Cephe'nin baskıları nedeniyle bir çeşit halk kahramanı haline gelen Cem'in siyasal geleceğini konuşurken içimizden biri, sanırım Rua:
"Cem bey, artık gelecek seçimlerde milletvekili, sonra da Çalışma Bakanı olursunuz" dedi.
Siz de Ecevit'in geçtiği yoldan ilerlersiniz anlamında söylenmişti bu. Ama Cem:
"Aa, Rua bey, bana bula bula Çalışma Bakanlığı'nı mı layık gördünüz?" diye sitem etti.
Bunun üzerine Dışişleri Bakanlığı üzerinde anlaştık ve gülüştük.
Asıl amacının bir gün Başbakan olmak olduğunu hepimiz biliyorduk.
İsviçre'de hukuk öğrenimini bitirdikten sonra Cenova üzerinden vapurla Tophane rıhtımına geldiğinde ilk sözünün başbakan olmak istediğini söylemek olduğunu bir yakınından duymuştum.
Cem, Dışişleri Bakanlığı sırasında da gösterdiği gibi, çok iyi bir yöneticiydi. Gazetecilikte kalsa çok iyi bir genel yayın yönetmeni olurdu. Türkiye'de siyaset insan değeri bilse, çok iyi bir başbakan olacağına da eminim.
Olmadı. İşte içimizde hep zonklayacak bir pişmanlık çıbanı daha.
Geçen yıl yaptığım televizyon programına yürütgeçiyle geldi. Metin görünüyordu, ama yüzüne o amansız gölge düşmüştü. Son kitabını bana oracıkta imzaladı. Şöyle yazmıştı:
"'Kadim' ve 'güzel' dostum Haluk Şahin'e 1970'lerde başlamış ortak bir yürüyüşün aşamalarını, sıkıntılarını ve başarılarını hatırlayarak..."
Üç noktadan sonraki boşluğa aday kelimenin 'elveda' olduğunu biliyordum.
Elveda. Güle güle 'kadim' ve 'güzel' dostum. (HŞ/TK)
* Haluk Şahin'in bu yazısı, 26 Ocak 2007'de Radikal'de yayınlandı.