“Çocuğun yapabileceği kadarıyla sorgulamaya, anlamaya, anlamlandırmaya, ‘neden ben?’ demeye başlıyorsunuz. Tam da o süreçte, ‘oyunculuğu’, ‘rol yapmayı’ öğreniyorsunuz. Kısmen içgüdüsel, çoğunlukla da aile, çevre ve toplum tarafından, size yeni ve de olmadığınız ‘cinsiyet kimliği’ dayatılıyor, olmaya zorlanıyorsunuz.
“Ben, ‘iyi oyuncu’ değildim çocukken. Saklayamadım ne olduğumu ya da benim için doğal olanı oydu rol yapma ihtiyacı duymadım sanki...”
Esra Ece Kutlu...
Trans kadın ve gazeteci. Kimileri onun yazdıklarını work n women sitesinden okuyor kimileri de sosyal medyadan takip ediyor.
Onur Haftası etkinlikleri sonrası muhafazakar çevrelerce hedef gösterilen LGBTİ+ hareketinden Esra Ece, çocukluğundan beri fobi ve nefret söylemleri ile mücadele ediyor. "Saldırılarla birlikte bu ülkede zamanın ileri değil geri aktığını da gördük, zaman ilerlese de LGBT+'lara saldırılar hep devam ediyor.." diyen Esra Ece anlatıyor….
Çocukluk
Orta Karadenizli, dört çocuklu bir ailenin artık ikinci kızlarıyım da. 15 yaşından beri; sokağı, hayatı deneyimleyerek öğrenen, geçmişinde ülke şartlarının dayatmasıyla “zorunlu seks” işçiliğiyle de hayatını idame ettirmek zorunda kalmış bir kadınım.
Aslında, altı yedi yaşları civarı adlandıramadığım “farklılıklarımı” sezinliyordum. Bir yandan da “normalmiş” gibi de geliyordu. Biradaha büyüyüp, fobiyle/fobiklikle tanışınca, benim “farklı” olduğumu anladım.
Normal gibiydi, çünkü; ben kendimi evin “prensesi”, kız çocuklarından biri gibi hissediyordum, görüyordum.
Okul hayatının başlaması, dış hayatı tanıma, bu süreçte içine akran zorbalığının da dâhil olduğu travmatik durumlarla, pek tabii ki de çirkin yaftalamalarla, toplum için “kız çocuğu” olmadığımı da öğrenmiş oldum...
Yaşıtım kız çocukları nasıllarsa, ne yapıyorlarsa, ben de öyleydim. Oyunlarıyla, tavırlarıyla, çoğu zaman kıyafetlerine de yakın. Olabildiği kadar, olabildiğim kadar. Ailem, el alem, toplum ne kadarına izin verirse artık…
Hayat salt benim değilmiş, bunu da öğreniyordum... Yaşamak için, yaşaman için “aynılaşmak” da gerekliymiş...
10 yaşında falan, kadınların kaşlarının ince olduğunu fark edip; çocukça zekayla kaşlarımı jiletle inceltmiştim. İlk şiddetle de öyle tanıştım misal. Kaşımda jiletin, ruhumda komşu oğlunun “erkek çocuğu kaş almaz” tokadının izi...
Artık iyice artan dedikodular, “aile şerefi, onuru” da üstüne palazlanınca; pedogog , psikolog süreçleri belirmeye başladı hayatımızda. Babam, İstanbul’daki köklü bir devlet üniversitesinde memurdu. Bu sebeple, doğru kontaklara ulaşabilmek kolay oldu şansımıza.
Birkaç terapi seansı sonrasında, babacığım “düzelme” beklerken; tanı konmuş oldu. Trans kadınlığım, kadınlığım da yavaş yavaş resmiyet kazanırken, baba-aile-çevre-toplum bu durumdan, hele de resmiyet kazanmış olmasından çok rahatsızdılar beklendiği gibi...
O arada ben ergenliğe adım atıyor, iyice artık “kız olmak” dürtülerimi su yüzüne çıkarıyordum, öyle yaşamaya çalışıyordum. Tüm “karşı taraf” da baskını artırıyordu... Ödün vermeyen ben, çullayan onlar.
Ergenlik
Ergenliğin getirisi, cinselliği de tanımaya, öğrenmeye başladım. Cinsellik ve intihar teşebbüsleri aynı zamanlarda girdi hayatıma.
Başarısız denemeler, hüsran, artan baskılanma, elimden kayan ailem, hayat daha da çıkmaza sürükledi. 15 yaşına yeni giriyorken; evden kaçmayı da başardım. Gerçi bir hafta sonra, pişman geri dönüşüm de çabası. Ne kadar mı uzağa gittim? Taaa, Taksim’e kadar J O zaman, Merter’de yaşıyorduk. Bayağı gitmişim aslında.
Kuyruğu kıstırıp dönerken belki ailem “bensizlikten ders almıştır” umudu vardı, öyle olmuyormuş ne yazık ki kazın ayağı... Artık, evden de çıkmam yasaktı, gözetlenilmek, kontrollü günler, okula anneyle gitmek.
Bir iki sene böyle geçti. Sonra ilk aşk, babayla ilk aşk kavgaları, ilk dayak. Benim ilk başkaldırışım. O yaşta parasızlık sonucunda sokağa çıkabildiğim anlarda; ”beden ticareti” halk tabiriyle “fuhuş...”
Bir yandan da, artık genç kızdım. Gizli gizli aldığım hormon sayesinde, genç kadına dönüşüyordum. Sonrasıysa çorap söküğü gibi geldi haliyle.
18’e girmek üzereyken kovulmayla-ayrılma arası bir noktayla, özgürlüğüme kavuşmuş oldum. Sevgilim ev tutmuştu, bir süre beraber yaşadık. Gereksiz kıskançlıklarıyla, boğmaya başlayınca da ayrıldım.
Çalkantılı, dramatik, trawmaları da olan, kaybolan çocukluk yüklü kendini, kimliğini keşif süreci geçirmiş oldum, sözün kısası... Sonraları ailemle ilişkim düzeldi, kısmen sorunlar çözüldü, bazılarıysa hâlen halının altında...
Ayrı evlerde ve benim kendim olmama “izin verilmesiyle”, bilinçlenmeleriyle de, birbirimizi yeniden tanımayla, üstesinde geldik gibi.
Okul hayatı...
Ötekileştirme ve transfobi dolayısıyla, liseyi birinci sınıfta bırakmıştım. Üzerinden geçen 10 sene kadar sürenin ardından, “acaba olur mu” diye başladığım, Açık Öğretim Lisesi’nden, 2.5 senede mezun olup, devamında da Anadolu Üniversitesi Radyo – Tv Proğramcılığı’yla beraber, Uluslararası İlişkiler’in taze mezunlardanım.
Bunlar sürerken, İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim’de, bir sene de Sosyoloji okudum.
İş hayatı…
Öncesinde, okuyucu ağırlığı LGBTİQ+’lar olan, Homojen Dergi’de gönüllü yazarlık yapıyordum, yazma deneyimine sahiptim. Hatta bir sayımızda basılmıştı, internet üzeri dergiciliğiydi normalinde. Yazılı neşriyat yazarı da sayılırım diyelim.
Şu an ki profesyonel yazarlık yolculuğuma, yaşamı sürdürmemi de sağlayan Work’n Women’la yolumuz da 2018 Temmuz ayında kesişti.
Onur Haftası sonrası, şimdilerde editörüm ve manevi kız kardeşim de olan Gökçe Türkmen, bir yazı istemişti. Onur Haftası’nın tarihçesini, Türkiye’deki izdüşümünü de işlediğim bir yazıydı. Sanırım yazı beğenildi, okurca da ilgi gördü galiba, bir yazıyla başlanan tanışıklık, üçüncü senesini dolduruyor.
Dostlar, tanışlar arasındaki köprüler ve dayanışma ağları, hiç beklenmedik kapıları aralıyor, hayatınızı başka sokaklara çıkarabiliyor. Benimki güzelliklere, sevdiğim işe, yazarlığa açılmış oldu.
Aile...
Erkek arkadaşlarımla da tanıştılar, hayatımı nasıl kazandığımı da saklamadım. 20 yaşlarda, bir gece kulübünde konsomatris olarak çalışmaya başladım, oranın telefonunu bile vermiştim.
Bu biraz da, merak etmeyi, merak edilmeyi, kaygılanılmasını sevmiyor oluşumdan da kaynaklıydı o da ayrı.
Şimdilerde düşününce; bizim gibi “el alem terörü”nün yoğun olduğu, ebeveynlerin seviyelerinin belirliliği, kapalı, baskıcı, fobik, cinsiyetçi kültürler de cinsiyet kimliği, cinsel yönelim gibi kavramlar kolay aşılamıyor.
Gerçi LADEG+ ve LİSTAG+ gibi aile ve yakınlarının kurdukları dernekler, bilginin, bilgiye ulaşmanın kolaylığıyla, bazı aileler sorunsuz veyahut ta görece az hasarlı atlatabiliyorlar. Ben, o şanslı çocuklardan olamadım. Biraz da jenerasyon da önemliydi. Biz bizden öncekilerden daha rahat, sonraki kuşaklardansa daha zoru yaşayan orta ya da ara kuşağın çocuklarıyız.
Sorunlar
Gettolaşma! İlk ve en önemlilerinden birisi. Belirli mahallere, bölgelere veya apartmanlarda ortak halde yaşamaya zorlanmak. Dilediğiniz ücrete, semtte oturma şansınız sıfıra yakın. Hele de mesleğiniz zorunlu seks işçisiyse... Bulduğunuz evlerin piyasa değeri bir liraysa, trans kadınlar için 1.5-2 ₺’ye çıkıyor. İstenmediğiniz, orada istenmediğiniz gizli metni aslında... Hoş hayatta da isteniyor muyuz? Cevabı çok göz önünde...
İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere çoğu büyük şehir, biz translar için avantajla beraber dezavantajı da getiriyor. Pahalılığı ayrı konu, bu şehirler birer “vitrin”, “vitrinin güzel, ahlaklı, bakımlı görünmesi” de şart. Tam ta bu noktada, evsizler, translar, seks işçileri “sümenaltı edilmek”istenmekte...
Yaşam damarlarınız boğulmaya çalışılarak; ‘biz bütün dezavantajlı kesimin’ bir an da öylece yok olmamız, belki de görünmez olmamız beklenmekte...
Sağlığa ulaşımın güçlüğü, ulaşılsa da cinsiyetçi ve fobik tavırlar “haklarınızı” ketlemekte... Bir nevi “neremiz doğru ki” halleri. Eğitim, temel insani haklar buralara hiç girmiyorum bile... Sosyal ve hukuk devleti olamayan devletimizin sınırlarında, yaşıyoruz haspel kâder. Yaşam denirse?
Sorunlarla baş etmek
Güzel ve biraz da zor bir soru aslında. Yaşayarak öğrenme. Bir gün, bir gün daha hayatta kalarak, her yaşanılandan ucundan kıyısından deneyimler çıkarmaya çalışmakla.
Kişilerde mutlaka değişir, benim mücadele yöntemim kendime hedefler koymaktı. Okumak, okul, eğitim, eğitimin içinde olmayı sevmemle beraber, bir nevi tutunma, mücadele yöntemimdi de. Sosyal biriyim. Sosyal çevrem çok geniş ayrıca.
Hayata kendimden katmayı, kendi farkımı katmayı, değer üretmeyi, üretebilmeyi de seviyorum. Dayanışmayı, dayanışma kültürünü seviyor oluşumla; Hayata Sarıl Derneği ve Sokak Lambası Derneği gönüllüsü ve de faal katılımcılarındanım da, haftamın 2-3 günü evsizler merkezli dezavantajlara yönelik çalışmalarımla geçiyor şimdiler de.
İyi de geliyor; odağımı kendimden başkaca merkezlere kaydırmak. Haftada 2 tane yazım oluyor. Båzen sadece günlerin veya haftanın başladığını biliyor ama arayı kaçırıyorum. Sızlanıyor gibi algılanmasın, yoğunluğu, yoğun yaşamayı seviyorum.
Fobik saldırılar
2009 yılında, bir dönem caddede çalışma deneyimim olmuştu. O süreçte; gasp görüntülü, fobiklik ağırlıklı önümde duran içinde 3-4 kişinin olduğu, bir grup tarafından saldırıya uğradım. Dayak yedim. Başımı korumayı başaramasam sonucunu kestiremiyorum... Bir dakika gibi hızlı şekilde gerçekleşen olayda; çantam, telefon, param, cüzdanım hepsi gitti. Dakikalarca yerde hareketsiz kaldım. Sonra yoldan aracıyla geçen trans kadın sayesinde, 150 m ilerideki karakola ulaşabildim...
Gönülsüz alınan ifade, sol gözümün altı patlamış ve kanlı halde, bir saat ya da biraz daha fazlasında bekletilme. Hastaneye götürecek ekip otosunun, “bir türlü gelememesi...” Sonuç, hiç bir şey!
O olayın maktullerini bulamayan kolluk gücü, haliyle de devlet o dönemde caddede çalışmanın cezası olarak “Kabahatler Kanunu”na yönelik kesilen 4-5 para cezası için; yaklaşık 8 sene sonra bir sabah banka hesaplarıma, “ E Haciz” yoluyla bloke koyarak, astronomik oranda faiziyle tahsil etti... Devletle tanışıklığım hiç bitmedi, ilk tanışıklığım da değildi...
Yeni homofobik saldırılar
İlk kez karşılaşmıyoruz. Bizim gibi insanların bu anlamda bir tecrübesi var. Saldırılar daha çocuklukta başlıyor. Bunu yetkililerin yapması çok daha ciddi bir durum. Toplumun gözünde hedef olarak gösteriliyorsun. LGBTİ+ hareketi çok güçleniyor bu ülkede ciddi bir tecrübe de var. Devletle ilk kez karşılaşmıyoruz.
Saldırıların zamanı yok bu ülkede, yenisi, eskisi.. Üç yıl öncede de saldırı vardı, üç yıl sonra da olacak. Bu ülkede bu saldırılar zaman ileri aksa da saldırıların devam edeceğini, nefret söyleminin var olacağını gösteriyor.
Çözüm
Mekanizma ve yasalardan önce niyet var mı? Sorgulanması gereken o. Hayır, öyle bir arzu görmüyorum. Samimiyet varsa; Cinsiyet Kimliği/ Cinsel Yönelim anayasal güvence altına alınır.
İstanbul Sözleşmesi işletilir. Bu bağlamda, koruyucu tedbirler, bağlaşıcı hükümler de var, İstanbul Sözleşmesi’nde. Çözümler mümkün ve basitte aslında. Dediğim gibi istek ve kararlı olma durumu gerektirir. Eşit yurttaşlığa inanmayı da gerektirir…
İki film önerisi Biri Fransa'dan ikincisi Türkiye'den filmi de bu haber vesilesi ile hatırlatıyoruz. *Fransız yönetmen Sébastien Lifshitz'in filmi "Little girl", "Küçük Kız" isimli film, bu yıl İKSV film festivalinde online olarak izleyici ile buluştu. Festivalde filme dair şu bilgiler paylaşılıyor: Berlinale'den Teddy Ödülü kazanmış Sébastien Lifshitz, Bambi ve Wild Side gibi LGBTQ karakterleri odağına alan filmleriyle tanınan bir isim. Festival izleyicisinin dikkatini üç yıl önce, Fransız aktivist Thérèse Clerc'i anlattığı belgeseliyle dikkatini çeken Lifshitz, hayli zorlu ve güncel bir meseleye çeviriyor kamerasını. Küçük Kız, 7 yaşındaki Sasha ve ailesini bir yıl boyunca gözlemliyor. Kendini hep bir kız olarak gören ve hisseden Sasha okulda erkek kıyafetleri giymek zorunda bırakılsa da ailesi durumun ve Sasha'nın ciddiyetinin farkında. Berlin Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapan Küçük Kız Sasha'nın dilediği gibi olma ve özgürce yaşama mücadelesini, toplumun tepkilerini ve ailesinin tüm fobik saldırılara karşı dirayetli duruşunu içe işleyen bir sinema diliyle anlatıyor. *Çocukları LGBTI+ olan Türkiye'li bir grup anne ve babanın hikayelerini seyirciye taşıyan "Benim Çocuğum", Ocak 2013'te tamamlandı. Yönetmenliğini Can Candan'ın üstlendiği, 82 dakikalık uzun metraj belgeselde muhafazakar, homofobik, transfobik bir toplumda bir yandan aile, bir yandan da aktivist olmanın ne anlama geldiğini yeniden tanımlayan LİSTAG'lı yedi ebeveynin deneyimleri aktarılıyor. |
(EMK)