*Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi"nin Şişli Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Evi’nde, 8-9 Ekim arasında düzenlediği “Ölüye Saygı ve Adalet Konferansı”nda Ankara Gökkuşağı Aileleri Derneği’nden (GALADER) Nedime Erdoğan’ın konuşmasının tamamını yayınlıyoruz.
Hepimiz, acıların ortaklaştırdığı insanlarız ve ölüsüne bile saygı gösterilmeyenler için buradayız. Aynı zamanda adalet için mücadele eden geride kalanları temsil ediyoruz.
Buraya LGBTİ+ ebeveyni olarak davet edildim. Ankara Gökkuşağı Aileleri Derneği -GALADER’den eşcinsel annesi olarak karşınızda olsam da, aileleri tarafından yok sayılan LGBTİ+’lar için de buradayım.
LGBTİ+ ne demek? Cinsiyet kimliği, cinsel yönelim ya da cinsiyet ifadesi olarak çoğunluğa uymayan ama içimizden birilerini anlatan bir ifade bu.
İnsanlık tarihi boyunca hayatın, doğanın bir parçası olan, fakat dışlayıcı, yok edici politikaların uzun bir süredir hedefindeki bir büyük kitleden söz ediyoruz.
Bunun yıllarca bir tercih olmadığını, doğuştan geldiğini, doğanın bir parçası olduğunu, dinleyiciler için çocuklarımızı meşru birer özneye çevirebilmek adına hep savunageldim fakat bugün bulunduğum yerde velev ki tercih demek istiyorum. Başkalarının acılarıyla dayanışırken, haklarını ve özgürlüklerini savunmak için bunların önemli olmaması gerektiğini düşünüyorum artık bulunduğum yerde.
Çocuklarımızı birer sayıya dönüştürmeyi, özellikle bu konferansın içeriği sebebiyle, istemesem de birçok araştırmanın toplumdaki bireylerin yüzde onunun gizli yahut açık LGBTİ+ olduğunu gösterdiğini belirtmek istiyorum.
Kısacası her alanda mücadele verilmesi, hak eşitliği için sürekli çaba içinde olunması gereken bir büyüklükten söz ediyoruz fakat maalesef LGBTİ+’lar mücadelelerinde yalnızlar, bu yalnızlaştırılmanın taraflarından biri de kendi aileleri aynı zamanda.
LGBTİ+ları, onların birilerinin çocuğu, kuzeni, yeğeni, torunu olduğu gerçeğini göz ardı ediyoruz. LGBTİ+ çocukların teyzeleri, amcaları, dedeleri, anneleri ve babaları olarak bizler bunun böyle olmak zorunda olmadığının göstermeye çalışıyoruz ve onların yanındayız.
Fakat bu şiddet politikaları ve nefret söylemlerinin, aileler üzerinde yarattığı etkiyi çocukları bütün olumsuzluğuyla yaşayabiliyor. Kısacası makbul vatandaş olarak görülmeyen LGBTİ+’lar, aileleri için de makbul olamıyorlar. Ne sokakta ne evde ne okulda ne iş yerinde ne de sağlık kuruluşlarında ayrımcılık ve şiddet görmeden yaşamaları mümkünken, ölümde bile makbul görülenlerle eşitlenemiyorlar. Oysaki öldüğümüzde eşitlendiğimiz söylenir ama bu sadece makbuller için geçerlidir. Bunu da geride kalanlar bilir en çok.
Ölüm karşısında devlet bütün soğukluğu ve şiddetiyle karşımıza çıkar, LGBTİ+ alanı için bu soğuk şiddetin taraflarına, ne yazık ki, aileyi de eklemek zorundayım. Aile kurumunun tutumu da diğer kurumlarla ortaklaşabiliyor.
Her türlü sosyal ve kamusal destek mekanizmalarından yoksun bırakılarak tüm anayasal hakları sistematik olarak gasp edilen kamusal alanlardan dışlanan bizzat devlet tarafından hedef haline gelen LGBTİ+ların tarlada, inşaatta, otoparkta, yol kenarlarında, cansız olarak bulunmasına toplum olarak şaşırmıyoruz, bu bizi üzmüyor. Bir insanın öldürülmüş olmasına, bir yol kenarına atılmış halde bulunmasına neden üzülmeyiz? Bu bizi nasıl dehşete düşürmez? Ölümler arasında nasıl olur da bir hiyerarşi kurarız?
LGBTİ+ alanı içerisinde trans çocuklarımızın bu şiddeti en yoğun haliyle yaşadığını söyleyebiliriz, bu sebeple transların hayatlarında ve ölümlerinde yaşananlardan bahsetmek istiyorum biraz.
Örneğin bir trans kaybolduğunda, kayıp ilanı vermek bile zorlaştırılıyor. Eğer bu kişi, ailesi tarafından dışlanmışsa kayıp ihbarı, haliyle arkadaşları tarafından yapılıyor ve bu durumda polis bu ihbarı dikkate almıyor.
Bu başvuruyu yapmak için bile arkadaşları, avukatlar, dernekler, mücadele etmek zorunda kalıyor. ’’Su testisi su yolunda kırılır’’ diyorlar. Bu nefret kültürü ve politikaları hepimizi etkiliyorsa da translar bunu en ağır boyutlarıyla deneyimliyor.
Trans çocuklarımız sadece hayattayken değil öldüklerinde de terk ediliyorlar, cenazeleri reddediliyor, hatta aileler, devletten kimsesizler mezarlığına gömülmesini isteyebiliyor.
Kimsesizler mezarlıklarına bakmak kimlerin kimsesizleştirildiğini anlamamızı sağlayabilir. Kimsesizler mezarlıkları aslında devletin ölülerle ya da toplumsal farklılıklarla kurduğu ilişkilerin sergilendiği alanlardan biridir. Bu alanlar etnik, dini, sınıfsal ötekiliklerin yanısıra cinsiyet kimlikleri açısından da veriler sunuyor. Kimlikleri tespit edilmiş olsa dahi bu kimselere, kimsesizliklerini desteklemek adına birer numara atanıyor ve mezar taşlarına bu numaralar yazılıyor. Norm dışındaysanız kimliğiniz bilinse bile yeriniz kimsesizler mezarlığı olabiliyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın "Cenaze Hizmetleri’’ adlı rehberinde, “cinsel organı kesilmiş ya da yumurtalıkları alınmış erkeklerin de erkekler tarafından yıkanması gerekir.’’ ibaresi yer alıyor. Bunun sonucu olarak örneğin bir trans kadın öldüğünde, aileleri bu kimliği yok saymışsa, erkekler tarafından yıkanıyor.
Yaşayan ve ölü bedenler üzerinde devletin ve ailenin ve elbette dini kurumların (ki bunu devletin içinde sayabiliriz) politikaları var. Aile onay verse de bu sefer din çalışanları sorun çıkarabiliyor. Yıkama, kefenleme, defin merasimlerinin bir ritüeli vardır. Yas toplum nezdinde sevgi ve saygı görür. Ama bu sadece norma uygun olanlar için geçerlidir. Sizi norm dışı kabul etmişse, maaşları bizler tarafından ödenen din görevlileri cenazeleri yıkamaz, cenaze namazı için cami ve imam bulmakta zorlanırsınız.
Örneğin bir transın anısında dinlemiştim, arkadaşı öldüğünde din görevlisi yıkamamış, arkadaşlarına nasıl yıkayacaklarını tarif etmiş, arkadaşları yıkamışlar. Diyelim ki arkadaşları ya da ailesi cami ve imam buldu bu sefer cenazede bir trans kadın için imam ‘’er kişi’’ diyor. Trans erkek iseniz ‘’hatun kişi’’ oluveriyorsunuz. Yani bedeli fazlasıyla ödetilen varoluş mücadeleniz öldüğünüzde yok sayılıyor. Ya trans mülteci iseniz arkadaşları cenazeyi bile alamıyor.
En kenarda görülen LGBTİ+ alanı aslında hepimizin en ortak alanı! Neden mi? Ne coğrafyaya ne etnik kökene, ne ideolojiye, ne inanca, ne sosyal sınıfa, ne aileye ne de devletin tutumuna bağlı olan, bu dünyada bazı insanların sadece ve sadece varoluşlarıyla ilgili bir mesele olduğu için.
Yani hepimizin bir meselesi ve hepimizin bir parçası. LGBTİ+ları egemen şiddeti en ağır biçimde yaşayan grup olarak düşünürsek bir binanın en alt katında bulundukları metaforunu kullanabiliriz. Eğer sağlam olmayan bir binanın zemin katını sağlamlaştırırsak, bu binanın üst katlarını da daha sağlam bir hale getirecektir. LGBTİ+ların özgürleşmesi hepimizi özgürleştirecek derken demek istediğimiz aslında bu.
Çoğunluğa uymamanın acısını bizler de yaşatmıyor muyuz? İşte o zaman eleştirdiğimiz devlet tutumunun benzerini biz, birileri için (ki bu daha çok LGBTİ+lar için) yapmıyor muyuz?
Şiddetini ve yarattığı acıyı bildiğimiz devletin adil olmayan tutumu bazen LGBTİ+lar için bizim de tutumumuz olmuyor mu? LGBTİ+ ne demek, yaşananlar nedir, neden böyle öcü gibi gösteriliyor, gerçek aslında ne diye düşünmediğimizi, onlara kendi çocuklarımızdan biri gibi değil kenarda öteki olarak göz ardı ettiğimizi söylemek yanlış olmaz sanırım.
Dünyada keşifler sadece toprağın keşfi olarak görülmüş. Üzerinde yaşayan insanlar o keşfin bir parçası olamamış, yok hükmünde sayılmış ki, yapılan her müdahale haklılık kazansın. Amerika’nın keşfini buna örnek olarak verebiliriz.
Orada keşfedilen, karşılaşılan yeni topraklar olmuş ve oranın yerli halkıyla aslında karşılaşılmamış. Böylece, en acımasız tutumlar, yok hükmünde sayılanlara, karşılaşılmayanlara uygulanabilmiş. İşte bu nedenle LGBTİ+lar varlığını her alanda göstererek, biz, yok hükmünde değiliz, varız ve var olacağız, diye seslerini hem ailelerine hem de hepimize ulaştırmaya çalışıyor.
Biz GALADER olarak çocuklarının sesini duyan ebeveynleriz. ‘’çocuklarınızı sevmeyin onları kapıya koyun diyen,’’ söylem ve politikalara rağmen, çocuklarımızı dışlamayarak onların varlığıyla zenginleşen ailelerimizi yeniden yorumlayarak daha güçlü oluyoruz.
Ayrımcılığa uğrayan birçok grup için, acılarını aileleri ile paylaşmak yahut da ailenin güvenli ortamında acılarını sarmak mümkünken bu, LGBTİ+’lar için maalesef sıklıkla böyle olmuyor.
LGBTİ+ alanı dışında ayrımcılığa maruz kalan çocuklar, devletin ve dışarının şiddetini yaşarken, aile ocağında yaraları sarılmış, bir annenin “yavrum” sesiyle kendini sağaltmıştır. LGBTİ+lar bu sağaltıcı sesi duymuyor, küçük yaşlarda aile desteğini yitirebiliyorlar. Aile desteğini de yitiren çocuklar için mücadele daha da zorlaşıyor. Çünkü zaten onları destekleyen herhangi bir mekanizma yok. Yaşarken birçok zorlukla mücadele eden LGBTİ+lar için ölüm ve sonrası da ne yazık ki adil işlemiyor.
LGBTİ+ alanı için bu ölümler, doğal ölüm de olmuyor. Sağlık hizmetinden yararlanamadığı için ölen, intihar eden birçok LGBTİ+ var. Bu dışlayıcı politikalar nedeniyle bu ölümler aslında toplumsal birer cinayettir.
Ölüm sadece tetiği çekenlerin yarattığı bir şey değil, ölümlerine alıştığımız her trans aslında cinayete kurban gitmiştir. Bazı yaşamlar hiç yokmuş gibi ya da kayıp sayılarak ne canlı ne de ölü oluyor. Yaşadıkları yaşam kayda değmeyen insanların ölümleri de aynı muameleyi görüyor.
Yas kavramı o tolumun rotasını anlamamıza yarayan önemli bir durum. Öldükten sonra bile ölüm sebebiniz yasınızı etkiliyor. Ölüm sebebi toplumsal onaydan geçmişse bazı destek mekanizmaları işliyor. Ölüm sebebiniz bu onayı almıyorsa bu desteğe ulaşamaz oluyorsunuz.
Duymamızı, öğrenmemizi, okumamızı, temas etmemizi, kısıtlayarak, kurulan ve bizleri acı çekmeye iten tüm bunların ortadan kalkması için bir araya gelmemiz çok önemli. Bunun için, ölüye saygı ve adalet arayışlarında emeği geçen herkese teşekkürlerimi bir kez daha iletmek isterim.
Makbul vatandaş olarak görülmeyenlerin görülmesi, duyulması, bilinmesi yas tutabilmek için önemli. Yası tutulamaz olmayı sürdürürlerse kırılganlıkları ve yok edilişleriyle ilgili görünmezlerse, bizler de bunu görünür kılmazsak, yaslarının tutulmasını sağlayamazsak, farkında olmasak da yaralı bir toplum oluruz. Yasımızı tutabilirsek, hesap sorabilirsek, suçluların cezalandırıldığını görebilirsek, adaletin var olduğunu hissedebilirsek, yaralarını sarmış bir toplum oluruz. Yaşam varsa, ölüm de elbette olacaktır. Kayıp yaşayan kişi için bu zor sürecin en önemli ayağı yas tutabilmektir. Hepimizin kulaklarında yası tutulamayanlar, yasları engellenenler “Ben de bir insanım” diye bağırıyor.
(EMK)