Bu sözler 1900 veya 1901 yılında Gümüşhane'nin Kromin köyünde dünyaya gelen ve mübadelede ülkesini terk ettikten sonra, 1991'de Atina'nın Nikea semtinde hayata gözlerini yuman Karadeniz'in ünlü kemençecisi Nikos Papavramides'in bir türküsünden. Ömer Asan'ın bu türküden esinlenerek yazdığı Niko'nun Kemençesi adlı bir hikayesi, Heyamola yayınlarından çıkan kitabına da adını vermiş.
Linç olayları, rahip Andrea Santoro ve Hrant Dink cinayetinden sonra, herkes "Trabzon'da neler oluyor, neden Trabzon?" diye şaşırmaya başladı. Ama her nedense hiç kimse orada olup bitenlerin temel nedenlerinden birisinin ölümcül kimlik yarası olduğunu dile getirmedi. Sistemin asla yüzleşmek istemediği tabularından biri de Pontos kimliği...
Bu kimlik yarasını dile getirmek, sistemin yirmi yıl önce "Kürt ve Kürtçe yoktur" ayetinin geçerli olduğu dönemde Kürt kimliğinden söz etmek kadar tehlikeli hala... Kimi Atatürkçü milliyetçilik ile, kimi de haklı olarak başını beladan uzak tutma kaygısıyla bu kimlik meselesinin kanayan yarasını görmüyor.
Birkaç yıl önce Beyoğlu taraflarında şivesi kadar kendisi de sevimli olan Karadenizli yaşlı bir büfeciye "Amca Trabzonlu musun?" diye sorduğumda, adeta irkilerek, tepkili bir tonla Trabzonlu olmadığını, Rizeli olduğunu söyledikten sonra, bir sır verir gibi "Onlar Türk değil, Rum tohumu!" demişti.
Zaten o sıralarda Boğaziçi Üniversitesi'nde okuyan Nikolas Mihailides ile tanışmadan önce bütün Karadenizlileri Laz sanırdım. Nedense Türk kimliği dışında kalan diğer bütün etnik kimliklere karşı ağır alerjisi olan sistemin Laz kimliğine karşı nispeten hoşgörüsü var. Yani hiçbir zaman "lazoğlu" sakıncalı bir kelime olmadı. Neden sadece bu kimlik için nispeten doğru, mantıklı davranıldı, bilemeyiz...
Devletin derin hikmetinden sual olmaz elbet...
Pontoslara karşı, Topal Osman'dan bu yana ciddi bir baskı var. 2002 yılında Pontos kültürü ile ilgili bir kitap yazan Ömer Asan, Hulki Cevizoğlu'nun Ceviz Kabuğu programında adeta linç edildi. Asan yazdığı kitabı savunma cesaretini gösteremedi. Onun bu tavrını yadırgamıştım ama Hırant Dink cinayetinden sonra o programın tarihini hatırlamak için internette bakınırken, Karalahana sitesinde Asan'ın neden kitabını savunamadığını da, yıllar sonra öğrenmiş oldum:
"Ayrıca, 13 Ocak 2002 gecesi katıldığım "Ceviz Kabuğu" programından sonra maalesef hedef konumuna düşürüldüm. Yalnızca kendimi ifade etmek olan kitabımı savunma amacıyla katıldığım programdan sonra ölüm tehditleri almaktayım.
Türkiye'de kendisiyle ilgili kitap yazan bir insana henüz tahammül edilememektedir. Bunu geç de olsa anladım. Oysa artık ülkemizde bazı şeylerin değiştiğini, Avrupa Birliği yolunda yeni anlayışların yer almaya, hoşgörü ve saygının üstün gelmeye başladığını düşünmüştüm. Maalesef yanılmışım.
Bu cumartesi "Ceviz Kabuğu" devam edecek ve ben Ankara'daki stüdyoya davetliyim. Ancak can güvenliği sorunumu çözmeden programa katılmayı düşünmüyorum. Dolayısıyla savunma hakkımı sonuna kadar kullanmaktan alıkonmaktayım.
Artık yapabileceğim bir şey yok."
Ve keşke ikincisine hiç katılmasaydı...
Mübadelede bazı insanlar yaşadıkları topraklardan kopmamak için dillerinden, dinlerinden, soylarından vazgeçtiler. Müslüman oldular, Türk oldular.
Ama bu işlerde "oldum" demekle "siz nasıl isterseniz" demekle de olmuyor.
Sorun çözülmüyor...
Orada yaşayan insanların neredeyse tümü Türk olduğunu söylediği halde, o şehirde olağan olmayan, mesela bir Manisa'ya Edirne'ye göre daha baskıcı, boğucu bir atmosferi oldu hep. Birkaç yıl önce Trabzon tarafına türkü derlemeye giden ve kendisi de Karadenizli olan müzisyen bir arkadaşım, diğer Karadeniz illerine göre orada garip bir baskı hissettiğini söylemişti. Dışarıdan gidenlere kuşkuyla bakıldığını özellikle hissettiriliyormuş...
2002 yılında Kartal yada Maltepe civarındaki Trabzonspor tesislerinde gerçekleşen bir geceye müzisyen Niko ve Ayşenur Kolivar ile birlikte gittik.
O geceye Yunanistan'dan da horon ekibi ve geleneksel Karadeniz şarkılarını çalıp söyleyen müzisyenler davet edilmişti. İlk defa böyle bir gece düzenleniyor, Yunanistan'daki "komşuları" ile paylaştıkları ortak horonda, kemençede buluşuyorlardı.
Gecenin sunuculuğunu yapan Karadenizlilerin ünlü Çene Cemal'i zaman zaman misafirlerini kırmamaya da "özen göstererek" Türk milliyetçiliğini yapıyordu. Bu yaptığını hiç değilse Yunanistanlı misafirlerine karşı bir görgüsüzlük olarak düşünüyordum ki, Niko kulağıma eğilip "Geceyi düzenleyenlerden biri (Aslında adını da verdi ya, adamın adını açıklayıp, başını belaya sokmayalım) gelip izlesinler diye, MİT'i de davet ettiklerini söyledi" diye fısıldadığında, yersiz milliyetçi söylemin sadece görgüsüzlükten kaynaklanmadığını anladım.
Devletin nasıl bir farklı kimlik korkusu varsa, farklı kültür ya da etnik kimliğe mensup olanlarda da, o farklılığından yeterince arınamamış olma ya da yeterince Türkleşememiş olma kaygısı, korkusu vardı. Bu yüzden misafirlerine karşı pek hoş olmayan yersiz, gereksiz milliyetçi bir söylem çıkıyordu ortaya bazen.
MİT'in de geceyi izlediğini öğrenince, doğal olarak başka bir gözle, bir şeyler anlamaya, okumaya çalışarak etrafı izlemeye başladım.
Onların heyecanı, coşkusu, kaygısı ve korkusu bana 12 Eylül sonrası Kürtleri hatırlattı. Şivan Perwer'in Avrupa'dan getirilen yeni kasetinin kopyası nasıl da korku ve heyecanla elden ele dolaşıyordu. Onun orijinal kaset kapağını ancak doksanlardan sonra, kasetleri Türkiye'de çıkmaya başlayınca görecektim.
Zaten bu geceden bir on gün kadar sonra (Niko'nun Horonke Trağodia adlı Pontoslar'ın Türkiye'de çıkan ilk albümünü o geceye özellikle yetiştirmiştik) Unkapanı'ndaki dükkana heyecanını gizleyemeyen biri gelmiş "Hiçbir yerde bulamadım, bu kaset için ta İzmit'ten geliyorum" demişti.
Aleviler için bağlama ve semah nasıl ki, müzik ve dansın çok ötesinde bir şey ifade ediyorsa, Trabzonlular için de kemençe ve horon müziğin, dansın ötesinde bir şey. Tutkuyla sahip çıkılan yaralı bir kimliktir onlar için kemençe ve horon...
Bu kanayan kimlik meselesi, orada daha yoğun bir milliyetçi (Başka ülkeler sözkonusu olduğunda, çok doğal ve rahat bir biçimde ırkçı kavramı kullanılırken, Türkiye söz konusu olduğunda bu kavramın adlı adınca pek sık kullanılmadığının da farkındasınız değil mi?) atmosfer yaratıyor olabilir ama, tek başına cinayet, linç örgütlenmesini yaratmıyor.
Bu atmosfer, bu işleri yapmak isteyen kudretli ve haliyle itibarlıların işini kolaylaştırıyor sadece. Yani öyle internet cafelerde cinayet örgütleri türeseydi, memleket kan deryasına dönerdi. Pelitli gençlerinin de birilerini öldürmek için ta İstanbul'a kadar gelmelerine gerek kalmazdı, bulundukları yerde de "hain" diyebilecekleri çok kişi olurdu.
Evet onların da duygularını anlamak gerek ama gerçekten anlamak gerek... Öyle oralara Topal Osman'ın heykelini dikerek değil... Ve Topal Osman'ın oralarda bir yere heykelinin dikilmesi ile bu kanlı, linçli hareketlenmelerin aynı döneme denk gelmesi de tesadüf herhalde...
Öncesi de vardır kuşkusuz ama 2002 yılından itibaren şiddet içermeye başladı oradaki milliyetçilik. İradi bir müdahale olmadan, kendiliğinden olabilecek bir durum değil ama, bizi buna inandırmaya çalışıyorlar. Görevleridir, ne yapsınlar... Hala Hrant Dink cinayetinin aydınlanabileceğini düşünmek, böyle bir umut beslemek de boşuna. Cinayetten hemen sonraki günlerde Pelitli'de belediye tarafından "yabancılara bilgi vermeyin, kimse ile konuşmayın" içerikli bir anons yapıldı. Bir günlük haber olarak geçiştirildi gitti. Ama o anons geçiştirilecek bir iş değildi...
O anonsu kim, neden yaptırdı?
Çok açık ki, dışarıdan meraklı vatandaşlar oraya gidip soruşturma yapmıyordu. Orada soruşturma yapanlar kimdi? Sonra anonslu manonsu önlerini kesen kimdi, kimlerdi?
Hrant Dinkin kanı insanların vicdanlarına aktı, kolay silinmez ve katillerin izini hep gösterecek...
Gösterecek de ne olacak? Orasını bilemeyiz. Ama dünya literatürüne "Orduya karşı darbe" kavramını kazandıran bu toplum, bu meselenin üstesinden de gelecektir muhakkak...(RB/EÜ)