* Fotoğraf: Beyza Kural, 8.9.2018 / İstanbul
1983’te Arjantin’de askeri diktatörlük sona ererken cunta generalleri halka şunu söylüyordu: “Asla dönüp arkanıza bakmayın. GEÇMİŞİ UNUTUN.”
30 bin kişinin kaybolduğu ya da faili meçhul cinayetlerde katledildiği Arjantin’de, kaybettikleri çocukları ve yakınları için Plaza de Mayo Anneleri (Mayıs Anneleri) ise faşist cuntaya şu cevabı veriyordu: “Onlar bize geçmişi unutturmaya çalışıyor ama biz GELECEĞİ BİLE HATIRLIYORUZ.”
Tıpkı bizim Cumartesi Annelerimiz gibi… 700 haftadan fazladır geçmişin ve geleceğin peşindeler, anaların bellekleri ve yürekleri. Türkiye’de, Arjantin’de, Şili’de, Bolivya’da, Brezilya’da, Yunanistan’da ve daha nice ülkede faşist darbe ya da baskı dönemlerinden geriye kalan yüz binlerce kayıp insan ve onların mahşere kalmaması gereken adalet davaları oldu. Sonuçta Türkiye hariç, bu ülkelerin çoğunda toplumsal vicdan ve hukuk harekete geçmiş, katliamlara sebep olan olgular ve insanlar mahkum edilmişlerdir. Her ne kadar Türkiye’de de aynı toplumsal vicdan oluşmuşsa da, hukuk mekanizması hiçbir zaman devreye girememiştir. Bunun siyasi, ekonomik ve sosyal sebepleri daha önce birçok platformda tartışılmış ve yazılmıştır. Ancak bu zulme karşı, vicdani ve ahlaki sorumluluğun yerine gelmesi / getirilmesinde sadece hukuk, siyaset gibi mekanizmalar tek başına adaleti sağlayamayabilir. Sanatın etkin bir şekilde devreye girmesi, faşist zulmün alt edilmesine yeni bir yol açabilir.
Özellikle insanların diğer insanlarla bir araya gelmesi, onları anlayabilmesi için izlenebilecek en etkili gerçeklik olabilecek sinemanın her dönemde söz söyleme ve tavır belirleme sorunsalı vardı. Bunun en önemli örneklerinden biri de, 1991’de Oliver Stone tarafından çekilen JFK filmidir. Kennedy ailesine yönelik suikastların konu edildiği bu filmden bir yıl sonra, ABD Kongresi, o güne kadar örtbas edilmeye çalışılan dava dosyasını yeniden gözden geçirme ve dosya incelendikten sonra sonuçların halka sunulmasına karar verir.
Bu gibi etki-tepkilerin daha pek çok örneğine rastlayabileceğimiz dünya sinemasında darbelere, faşizme yönelik pek çok film varken Türkiye’de, örneğin henüz Cumartesi Anneleri, 1990’lı yıllardaki kayıplar üzerine hemen hemen hiçbir uzun metraj film yapılmamıştır (2002’de, kayıplar üzerine dolaylı bir anlatım dili olan Hiçbir Yerde filmi hariç).
Dünyada bu ağır sorun üzerine, Costa Gavras’ın 1982 yapımı Kayıp’ı, Bille August’un yaptığı Ruhların Evi (1993), Marco Bechis’in 1999 yapımı filmi Olimpo Garajı, Christopher Hampton’ın 2003’teki Kayıp Hayatlar filmi vb. daha birçok film yapıldı. Hemen hepsinde darbelerin ve faşizmin içyüzü, gerçek sebepleri ve sonuçları, adalet kavramı işlendi. Oysa Türkiye sineması genelde hiçbir zaman doğrudan politik konulu ya da politik meselelerin özünü irdeleyen etkili filmler yapamadı.
İtalyan faşizminin ve İkinci Dünya Savaşı’nın koşulları içinde oluşan İtalyan Yeni Gerçekçi Sineması gibi bir akım beklemesek de, Türkiye’de yığınla birikmiş politik meselenin, sinemada hala, dünya sinemasına kıyasla, “anlatılamamış” olması bir trajedi olarak düşünülebilir. Vizontele Tuuba (2004), Babam ve Oğlum 2005), Eve Dönüş (2006), Beynelminel (2006) gibi filmler politik filmler olmaktan çok hüzünlü birer anı olmaktan çıkamayan, popüler kültür ürünü işler oldular. Mezopotamya Sinema Kolektifi’nin çektiği, Kürt sorunu üzerine filmler olan 2001 yapımı Fotoğraf ve 2008 yapımı Bahoz filmleri evrenselleşmekten çok yerel bir seviyede kaldılar. Politik konulu Sonbahar (2008), F tiplerinin ve cezaevleri sorunlarının özünü işlemekten uzak kalan bireyselliğe indirgenmiş, melankolik bir film olmaktan kurtulamadı. Gazeteci cinayetlerini anlatan 2010 yapımı Press ise, amatör bir hikayelendirme ve oyunculuklarla zaten sesini yükseltememiş filmler arasında oldu.
Yaklaşık yüzyıldır çeşitli politik sebeplerle milyonlarca insanın hayatının alt üst olduğu, onbinlerce can kaybının yaşandığı ülkede, sayısı iki elin parmaklarını geçmeyen “politik konulu film”in varlığı, aslında politik sinemanın yokluğuna daha çok işaret ediyor. Filmlerin yapıldığı tarihlerden de anlaşılacağı üzere ancak 2000’li yıllardan sonra, eksik de olsa sinemada ele alınan politik meseleler hali hazırda yoğun krizler içerisinde devam ediyor. Başta siyasi, hukuki kurum ve mekanizmalar sorgulanması gerekse de, sanatsal hareketlilik ve refleksler de eleştirilmesi gereken asıl gerçeklikler arasında.
Cumartesi Anneleri’ne yönelik devletin şiddetini arttırdığı, toplumun ise buna göre genel algılayış biçiminin gün geçtikçe daha çok bozulduğu bir ortamda Türkiyeli sinemacılar, ciddi bir politik-sanatsal dayanışmayla daha cesur ve samimi uzun metraj filmler çekebilmeli. Devletin yıllar sonra annelere saldırmalarının sebebi, belki de yeni kaybetmelerin önünü açmak içindir. Burada kabusu atlatmanın yolu, onu hayal gücüne dönüştürmektir ve sinema her dönem bunun olanaklarına sahip olmuştur, olacaktır. Yeter ki kapitalist sisteme, sansüre ve oto-sansüre olan bağımlılığından sıyrılsın.
Macar yönetmen Istvan Szabo, “politika hayatın kendisidir ve eğer siz sanatla siyaseti ayırmaya kalkarsanız, bu sanatın hayatla bir ilgisi olmadığı anlamına gelir” der ve sanat yeterince politik bir yöntemdir. (FY/ÇT)