Bilim insanları bu konuları tartıştılar, her kafadan farklı bir fikir çıktı. Gazeteler söz birliği etmişçesine fetih törenlerindeki çelişkilere ve farklı bilgilere işaret ettiler. Fatih gerçekten gemilerin karadan geçirilmesini emretmiş miydi?
Bu mümkün müydü? Bu kadırgalar Haliç'e inince toplarla Bizans donanmasını ya da surları hedef almış mıydı? Eğer kadırgalarda top kullanılmıyorsa, koskoca donanmayı Haliç'e taşımak yerine, neden karşıya sallarla geçilmemişti?
Bu haberleri okuduğumda benim de aklıma eski Türk filmleri geldi. "Hain Bizans"a karşı surları zıplayarak aşan, bir vuruşta elli askeri deviren kahramanlar; tarihi dekor diye 20. yüzyıl başı İstanbul mahallelerini, saray diye Art Nouveau köşkleri kullanan Yeşilçam yönetmenleri...
Biz de bu filmleri izlerken çetele tutar, kendi aramızda hata sayma yarışı yapardık. Ama doğrusu bugün belediyeden fethin en gerçek bilgisine ulaşmak ve neredeyse tıpatıp gerçeği yansıtma tutarlılığını istemenin abesle iştigal olduğuna inanıyorum.
Tarih bilgisi kurmaca bir bilgidir. Tarihçilerin uğraşı da bu kurmaca bilginin nasıl inşa edildiğini anlamaktır. Dolayısı ile bu tür canlandırmalar bize geçmiş hakkında değil, yaşanan ana ait bir bilgi verir. Kurgu bilim romanları nasıl geçmişi ve geleceği sürekli yeniden kurgularsa, tarih bilgisi de böylesine bir duruma işaret eder.
Bu nedenle İstanbul'un fethi törenlerinde geçmişe ait bir tutarlılık aramanın beyhude bir çaba olduğunu söyleyebilirim.
Peki neden savaş müzelerinin bir konusu olması gereken kentin fethi teması sürekli, her yıl şaşmaz bir biçimde gündelik hayata taşınıyor? Her sene belediye aşağı yukarı rutin hale gelmiş olan bu programı yapıyor?
Kendi yarattığımız Bizans imgesi bizi zehirliyor
Bunun nedeni belki de modernliğin geçmişçi ve ilerlemeci olarak iki sahada, halktan tamamen kopuk olarak gelişmesi. Her iki durumda da kullanılan simgeler tarafların kendi toplum tasavvurlarına tekabül ediyor.
Buna karşılık tarihçinin uğraşı tarihin nasıl bir icat olduğunu anlamakla başlar. Bu tarih hakkındaki bilgimizin tamamen kurmaca olduğu anlamına gelmez. Ama bizim içinde bulunduğumuz duruma göre farklı anlamlar çıkarılabilir. Daha da önemlisi gerçeği bile yansıtsa, göreli olan kamu fikrini sabitlemeye ve patronaj altına almaya yarar.
Bu da geçmişte yaşanandan her zaman çok farklı bir şeydir, onu anımsatan özellikler taşısa da. Osmanlıyı milli bir kimliğe dönüştürme çabası bugün bizi tarihi tanımaya değil, iyiden iyiye uzaklaştırmaya yarıyor. Diğer tarafta Osmanlı ile bütün bağlarını kopararak modernleşeceğini zanneden, tarihten aldığı bu yükü kolayca reddettiğini zanneden bir başka kapalı zihniyet. Bu ikisi, bir araya gelip bize hayatı zehir ediyorlar.
Osmanlı imparatorluğu milli bir devlet değildi. İstanbul tek bir dinin, tek bir görüşün yaşadığı bir yer olamazdı. Burada Hırant Dink'in Ermeniler için söylediği gibi, bizim için de toksik bir durum var: Kendi yarattığımız Bizans imgesi bizi zehirliyor.
Bu tavrın arkasında toksik bir milliyetçilik var. 6 Eylül gecesi insanları öldüren, kızlara tecavüz eden, mallarını yağmalayan, bu kentte yaşayan bazı insanların hayatlarının bir daha eskisi gibi olamayacağını gösterenler kendi kimliklerinin de nasıl bir değişikliğe uğradığını, neye uğradıklarını anlamadılar.
Ellerinde Fatih resmi taşırken, belki de bu kentte yaşayan son Bizans kalıntıları olduğunu düşündükleri Rumları bu kentten püskürttüklerini düşünüyorlardı. Aslında zehirledikleri mağdurları değil, bizzat kendileriydi.
Fethin, savaşların, dinin sürekli kamusal hayata taşınmasının nedeni bu. Örneğin fetih metaforu bir taraftan kentin geçmişine gönderme yaparken aynı zamanda güncel bir duruma, kendi ötekisine de gönderme yapıyor.
Dolayısıyla fetih, demokratikleşemeyen bir siyasal ortamda temsil kabiliyeti sürekli güncellenen bir simge. İşte bu nedenle kültürün, sanatın siyaset ile arasındaki bu ayrışmayı onaracak kabiliyette olması gerekiyor. (KG/EZÖ)
* Fotoğraf: Hüseyin Özdemir