*Fotoğraf: Anadolu Ajansı
Geçtiğimiz Haziran ayında en çok konuşulan haberlerden birisi, 1912 yılında ilk seyahati sırasında bir buzdağına çarparak batan ve bin 500'den fazla kişiye mezar olan Titanik isimli geminin batığını görmek için ödedikleri 250 bin dolar paranın ardından bindikleri denizaltının kaybolması sonucu ölen beş zengin olmuştu.
Denizaltıyı bulmak için günlerce çalışma yürütülmüş, çalışmalar boyunca sosyal medya ve çeşitli haber siteleri bu habere odaklanmıştı.
Mevzubahis Titanik gemisi, 1997 yılında Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet’ın başrollerini paylaştığı gemiyle aynı isme sahip “Titanik” filminin 1997 yılında gösterime girmesi ile uluslararası bir bilinirliğe kavuşmuştu.
Kazandığı ödüller ve birçok ülkedeki gişe hasılatları ile film, sosyo-ekonomik açıdan farklı sınıflara mensup olan iki gencin aşkına odaklanıyordu. Henüz çocuk yaşlarda izlediğim bu filmin bende yarattığı etki de geminin batmasıyla bu aşkın trajik sonucundan etkilenmekten fazlası olmamıştı. Ancak filmde de yer alan bazı sahnelerden anlaşılacağı gibi Titanik gemi kazası bundan daha fazla anlama sahip.
Gemide eğlence ve tüm lüksten yararlanan azınlıktaki zenginlerin dışındaki çoğunluğu oluşturan yolcular, Amerika’ya yeni bir yaşam kurmak için yola çıkmış göçmenlerdi. Özellikle üçüncü sınıf biletler alarak yola çıkan yolcuların kazada ölenlerin çoğunluğunu oluşturduğunu söylememize gerek yok...
Kaza öncesinde de yolculuk şartlarının oldukça zorlu olduğu, geminin üst kısmındaki gösterişli ve lüks hayatın tam tersi şartlarda yolculuğun gerçekleştirildiği Titanik gemisi, dünya üzerinde kapitalist sistemin yaratmış olduğu sömürü ve eşitsizlik sisteminin bir prototipi.
Dünyanın içerisinde olduğu göç sarmalı
İsveç’in Växjö şehrinde bulunan Utvandrarnas Hus (Göçmenler Evi) isimli müzede Titanik gemi kazasında ölen İsveçli göçmenlerin kaza sonrasında bulunan eşyalarına yer veriliyor. Kişisel eşyalar ve geminin küçük bir maketinin yer aldığı müzede ayrıca kazada ölen 123 İsveçli’nin isimlerinin yer aldığı bir pano bulunuyor.
Birinci ve ikinci sınıfta yolculuk edenlere kıyasla üçüncü sınıf biletle yolculuk edenlerin sayısının fazlalığının dikkat çektiği bu listede yer alanların çoğu ABD’ye göç eden İsveçli göçmen işçiler.
1968 yılında açılan Göçmenler Evi Müzesi sadece Titanik gemi kazasına dair görsel ve bilgi sunmuyor. 1830-1930 yılları arasında İsveç’ten ABD’ye işsizlik nedeniyle göç etmek zorunda kalan İsveçlilerin seyahat koşullarından ABD’ye vardıklarında yaşadıkları ekonomik, sosyal, kültürel zorluklara kadar pek çok bilgi sunan bir hafıza merkezi niteliğinde.
Yaklaşık 1.3 milyon İsveçli’nin ABD’ye göçmen işçi olarak yerleştiği bu 100 yıllık sürecin Sanayi Devrimi’nin ardından kapitalizmin gelişim sürecine denk düşmesinde, sömürücü sistemin aldığı yeni biçimine İsveç ekonomisinin henüz uyum sağlama aşamasında olması önemli bir faktör.
Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda tarafsız ülke konumuyla ekonomisini güçlendiren İsveç’in erken dönem kapitalizminde yaşadığı yoksulluk ve beraberinde işsizlikten uzaklaşması mümkün olsa da göçün yoğun olarak yaşandığı dönemde ülke büyük bir yoksulluk içerisindeydi.
O dönemde Göteburg’ta bulunan ABD’ye göçmen işçi sağlayan ajanstan Atlantik Okyanusu’nu aşarken hijyenik olmayan koşulların yarattığı ölümlere, ABD’ye varılmasının ardından özellikle kadın göçmenlerin işyerlerinde karşılaştıkları cinsel tacize, entegrasyon sürecinde yaşanan zorluklara kadar pek çok belge sunan müzede, geçmiş ile bugünü karşılaştırmak da mümkün oluyor.
Nitekim bugün de dünyanın sosyo-ekonomik olarak büyük bir devinim halinde olduğu yıllardayız. “Sanayi 4.0 Devrimi” olarak adlandırılan teknolojideki dev sıçrama ile üretim araçları ve dolayısıyla üretim ilişkilerindeki değişim, küresel olarak krizler silsilesi ile kendini gösteriyor.
2008 Mortgage Krizi, emparyalist ülkeler arasında değişen güç dengeleri ve buna bağlı olarak bu ülkelerin az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yürüttükleri direkt veya asimetrik savaş politikaları, bir yangın yeri olarak Ortadoğu coğrafyası, Koronavirüs pandemisi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve daha fazlasıyla dünya üzerinde son 15 yıldır suların durulmadığı bir zaman dilimindeyiz. Bu tablonun yarattığı en önemli sonuçlardan biri ise kuşkusuz dünyanın içerisinden geçtiği göç sarmalı.
5 zengin, 800 mülteci
Bugün de dünya üzerinde binlerce insan doğup büyüdükleri, yaşamlarını kurdukları ülkeleri çeşitli sebeplerle terk edip başka ülkelerde yeni bir yaşam kurmaya doğru yola çıkmak zorunda kalıyor.
Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik kriz, savaş, baskı ve korku iklimi bunun en önemli sebebi.
2015 yılında Suriye’den Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yaşanan mülteci akını ve beraberinde Avrupa’da yaşanan “Mülteci Krizi” bunun en önemli örneğiydi. Türkiye’nin jeopolitik konumu nedeniyle göç alan, diğer yandan ekonomik kriz, baskı ve korku iklimi nedeniyle göç vererek bir parçası olduğu bu dönem, Afganistan ve Ukrayna’dan büyük göç akınıyla devam etti ve hala devam ediyor. Sömürücü, patriyarkal ve heteroseksist sistemin küresel olarak içerisinde bulunduğu krizler silsilesini düşündüğümüzde göç sarmalının devam edeceğini ön görmek zor değil.
Bu süreçte devletler tarafından izlenen siyasetin, sağ popülizme sarılma şeklinde can bulduğuna şahit oluyoruz. Devletlerin kendi iç dinamiklerine bağlı olarak geliştirdikleri politikaların zemininde, yönetme kabiliyetini ve mevcut sistemi korumak yatıyor.
Kuşkusuz az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ile gelişmiş ülkelerdeki bu siyasal konjonktürün birbiri ile sıkı bağları var. Nitekim ekonomik kriz, savaş, baskı ve korku iklimi sebebiyle ülkelerini terk etmek etmek zorunda kalıp farklı coğrafyalara doğru yola düşmek zorunda kalmayan milyonlarca mülteci ve göçmen olmasaydı, gelişmiş ülkelerdeki ırkçılık siyaseti bu kadar gündemimizde olmayabilirdi.
Diğer yandan yazının başında konusu geçen beş milyarderin hayatını kaybetmesi ile sonuçlanan kazanın dünya gündeminde oldukça yer kapladığı, arama çalışmaları için önemli paraların harcandığı aynı dönemde gündemde kendine o kadar da yer bulmayan başka bir “kaza” daha vardı.
Yunanistan’ın Mora Yarımadası açıklarında 800 mülteciyi taşıyan bir tekne batmış, en az 81 kişinin hayatını kaybettiği ve 104 kişinin kurtarıldığı katliamda geride kalanlardan haber alınamamıştı. Arama ve kurtarma çalışmaları elbetteki beş milyardere yapılan hassasiyet ve teknoloji ile yürütülmedi.
Diğer yandan beş zengin insanın arama çalışmaları dünyada gündeme otururken kayıp yüzlerce mülteci yapılan birkaç haberin dışına çıkamadı.
Tıpkı Titanik gemisinde filikalara binip hayatta kalan birinci sınıf bilete sahip yolcular ve okyanusun derinliklerinde kaybolan binlerce göçmen gibi...
Irkçılığa karşı geçmişle bugün arasında bağ kurmak
Diğer yandan mülteci ve göçmenlerin büyük zorluklarla vardıkları bir başka ülkede o güne kadar olan hayatını geride bırakarak yeni bir hayat kurması, ülkeye entegre olması, özellikle varış ülkelerinde sağ popülist siyasetin yükselişini düşündüğümüzde oldukça zorlu bir süreç.
Bu noktada yine Växjö’de Det Fria Ordets Hus (İfade Özgürlüğü Evi)’ta 9 Haziran açılışını yapan ve 16 Eylül 2023’e kadar sürecek olan sergi, sağ popülizmin ırkçı politikalarına karşı çözüm noktasında önemli ipuçları sunuyor.
Sanatçı Ailin Mirlashari’nin “Middle Ground – and Making Sense of Everything (Orta Yol -ve Her Şeyi Anlamlandırmak)” sergisi, kaligrafi, kolaj ve video yoluyla çok kültürlülükten beslenerek birlikte yaşayabilmenin mümkünlüğü, mülteci ve göçmenler açısından aidiyet hissinin anlamı gibi pek çok parametreye değiniyor.
1968’ten beri yer alan Göçmenler Evi Müzesi ve bugünlerde gerçekleştirilen Ailin’in sergisi ile göç, mültecilik, göçmenlik kavram ve durumlarına dair pek çok sorgulamaya ev sahipliği yapan Växjö, İsveç’te de yükselişe geçen sağ popülist siyasetin toplumsallaşmasının önüne geçecek önemli bir ipucu sunuyor.
Bu ipucunu yakalamak ise, İsveçli göçmenlerin Titanik gemi kazasında hayatlarını kaybetmesi, ABD’de yaşadıkları entegrasyon sorunları ile bugün Akdeniz’in bir mülteci mezarlığına dönmesi ve karşılaştıkları ırkçı politikalar arasında bağ oluşturabilmekte gizli.
(ACA/EMK)