Lakin, partinin eklemlediği sağcı ve otoriter tarihsel bloğun politik liberal icraatlar alanında toplumsal formasyon tarafından sınırlanacağını, öte yandan politik fırsat yapısının geçtiğimiz beş senede olduğu gibi ekonomik liberal icraatlara sonuna kadar açık olacağını görmek gerekiyor. Coşku havası dağıldıktan sonra politik liberalizmin kanaat teknisyenlerinin AKP tarafından tarumar edilen ekonomik haklar alanında da demokrasiyi samimiyetle savunacaklarını umuyorum. Zira AKP'nin üstlendiği sınıf mümessilliği görevi, sivil bir anayasa için ortaya koyduğu iradeyi sosyal yurttaşlık haklarının genişletilmesi için koymasına izin vermeyecek.
Bir örnek olarak gündeme demokratikleşme üzerinden değil de bir tehdit olarak yerleştirilen Türk Hava Yolları ve THY Teknik A.Ş. işçilerinin talepleri düşünülebilir. Şirket yönetimi ile işçiler arasındaki toplu sözleşememezlik halini sınıf çatışması gözlüklerini takarak okursak, kapitalist bir işletmenin kapitalist bir toplumsal formasyonda kolektif eylem olanakları ile işçilerin kolektif eylem olanakları arasında demokrasi düşmanı bir eşitsizlik olduğunu görebiliriz.
Bugün AKP diğer şeyler yanında sendikasızlaştırmanın ve istihdam alanında işveren yanlısı esnekleştirme uygulamalarının da taşıyıcısıdır. Çalışanların hem sektörler, hem tek tek şirketler bazında birbirlerinden uzaklaştırıldığını görüyoruz: THY'nin müşterisi olan, "grev tehdidi" yüzünden "biletim, bavulum, tatil keyfim" diye işçi düşmanı kesilen, ama kendi çalışma koşullarında, haklarını arayan havayolu işçileri kadar sömürülen insanlar kimlerin çıkarlarının kollanmasına alet ediliyorlar?
Marksistler bu şuursuz işbirlikçiliğe sermayenin emeği gerçek kapsaması diyorlardı. Sınıf tahakkümünün "esnekleşme" cennetinde çalışma alanı dışına, bu örnekte "mağdur edilmiş havayolu müşterisi" üzerinden tüketime doğru genişlemesi. Yahut Pierre Bourdieu'nün "allodoxia etkisi" dediği şey: Tahakküm altındaki grupların mütehakkim grupların gırtlağı ile konuşur hale gelmeleri.
THY'nin kapitalist aktörü çıkarını nasıl kollar? Doğrudan lokavt tehdidinin eskimediğini gördük. Daha neoliberal bir taktikle beraber, ki Erdoğan hükümeti de onayladı: Serbest rekabet koşullarında THY'de yapılacak bir grevin rakip şirketlere (Atlasjet, Pegasus, Onur) müşteri kazandıracağı, pazar payı kaybeden THY'nin de işçi çıkartmak zorunda kalacağı tehdidi. Piyasa acımaz, biz niye acıyalım; asıl işçi bize acısın, kendi çıkarı için! THY'nin kurumsal tarihi sebebiyle diğer şirketlerden daha yüksek oranda sendikalı işçi çalıştırdığını düşünürsek, bir milyon YTL'lik soru: Eğer tüm sektör, destek sektörleriyle birlikte, yüksek oranda sendikalı olsa idi, böl ve yönet ve korkut taktiği işler miydi?
THY çalışanları ile yönetim arasındaki husumette kapitalistlerin kolektif eylem alanı, işçilerinkinden daha geniştir; kapitalistlerin kolektif eylem koymaları çok daha kolaydır. Hatta, büyük medyanın "verilen hizmet hayatidir, Türkiye kaybeder, olmasın grev mrev" yollu işbirlikçiliği bir tarafa, sınıf içi ittifak hemen devreye sokulmuş:
Türkiye İhracatçılar Meclisi başkanı Oğuz Satıcı şöyle konuşmuş 2 Ağustos tarihli Radikal'e göre: "Grevin THY işçisine kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Aksine ciddi bir mevzi ve gelir kaybı tehlikesi vardır. Grev gibi konvansiyonel ve deyim yerindeyse modası geçmiş yöntemlerin sendika dahil hiç kimseye kazandıracağı bir şey yoktur... THY, mevcut filosuyla ihracatın yüzde 80-85'ini taşıyor. THY'de yaşanacak bu tür gelişmeler bizi de etkileyecek. Çalışanların sağduyulu hareket edeceğini düşünüyorum."
Grevin modası geçmiştir! Amin. Vaktiyle pek modaydı. Neden işverenler solduyulu olsun demiyor kimse? Dikkat ediniz, çalışanların kolektif eylem imkanları ile işverenlerin kolektif eylem imkanları arasındaki asimetri sebebiyle çalışanlar taleplerinde işverenlerin ve genel olarak sektörün refahını ve istikrarını gözetmek zorundadırlar. Devlet kurumlarının ve medyanın da desteklediği "siyaseten doğru" tavır budur. Zira işçi için işini kaybetmenin bedeli, ne pahasına olursa olsun demokratik haklarını savunmaktan çok daha yüksektir. Kapitalistin ise çalışanlarının refah ve zenginliğini gözetmesi gerekmez, bunu yapmadığında ona ödetilen ağır bir bedel yoktur.
"Modası geçmiş" olabilir, ben yine de şunları hatırlatayım:
Kapitalistin kontrolündeki sermayeye ("ölü emek") kıyasla işçinin kontrolündeki "yaşayan emek", niteliği itibariyle bireyseldir, bundan kaçış yok. Kapitalist pek çok ölü emek biçimini (üretim araçlarından tutun finans araçlarına kadar) işçilerin kontrolü ile birlikte komutasında kolayca birleştirebilir. Bireysel işçi ise sadece sahip olduğu tek bir emek birimini kontrol edebilir. Üstüne üstlük işçi bu birimi diğer işçilerle rekabet halinde piyasada satmak zorundadır.
Haydi "dinozorluk" yapalım: Sınıf çatışmasındaki iktidar ilişkisi, yaşayan emeğin parçalanmış durumunun, sermaye formundaki ölü emeğin entegre, birleştirilmiş, "akışkan" durumu ile çatışma halinde olmasından kaynaklanır. Her şirketin sermayesi ta başından hiyerarşik bir birlik içindedir, işçiler ise kontrol edebildikleri emek biriminin niteliği yüzünden çalışma ilişkisine bölünmüş, ayrışmış, rekabet tarafından parçalanmış olarak girerler. Bugün, yaşam kalitesini düşürdüğü için örgütlü THY işçisinin 5 liraya yapmak istemediği işi, örgütsüz Pegasus işçisi 3 liraya, bir yıldır iş arayan bir başkası 2 liraya yapmayı kabul edecektir.
Yani işçiler, kapitalistlerin birleşebildiği gibi birleşemezler, ama sermayenin sistem gereği sahip olduğu iktidar avantajına mümkün olabildiğince karşı koyabilmek için örgütlenmeye uğraşırlar. "Modası geçti" denen sendikanın ortaya çıkış sebebi, halihazırda bütünleşmiş olarak (ölü ve yaşayan emek birimlerinin otokratik komutası biçiminde) işi örgütleyen sermayenin her istediğini yapmasının önüne ket vurmak içindir.
Bugün Türkiye'de kapitalist formasyon sendikal direnişi "gereksiz" kılmış mıdır? Daha "özgürlükçü", "demokratik" bir hatta dönüşmüş müdür AKP sayesinde? Çalışma ilişkileri açısından AKP altında gerçek kapsamanın derinleşmesi bir tarafa, kapitalistlerin 3 temel kolektif eylem biçimini görülmemiş etkinlikte kullanabildiğini görüyoruz: (1) Şirket hiyerarşisi; (2) genel sınıf çıkarlarına yönelik bir tehdit algısı varsa devreye sokulan kapitalistler-arası enformel işbirliği; (3) devlete erişimi diğer STK'lerden çok daha güçlü ve etkin olan işveren örgütleri.
İşçilerin ise kendi bireysel emek birimleriyle tek başlarına pazarlığa girmekten (Türkiye'de tarihsel bloğun arzu ettiği cennet olsa gerek) başka kullanabildikleri yegane örgütlenme biçimi sendikadır. Türkiye sendikalarının sorunlu hallerini görmezlikten gelmeden ve alternatif biçimleri de yadsımadan, sosyal yurttaşlık haklarının güçlendirilmesi mücadelesinde unutmamamız gerekiyor bunu. (EG/TK)