* Fotoğraf: Zeki Çelik
Altay Öktem, 2015’te yayımlanan romanı “O Adam Babamdı”nın ardından geçtiğimiz aylarda Can Yayınları etiketli son romanı “Thomas Düşerken” ile yeniden okurlarla buluştu.
İlginç tarzıyla alanındaki yeniliklere imzasını atan fotoğrafçı Thomas Dumas kimi zaman sıradan, saplantılı kimi zamansa âdeta bilge biri gibi kurduğu cümlelerle hayatına dair bir merak yolculuğuna okuru davet ediyor.
Altay Öktem’le “Thomas Dumas Düşerken”i konuştuk…
Thomas Dumas karakteri nasıl oluştu?
Yıllar önce, Penguen Dergisi’nde yazarken arada bir bahsettiğim bir karakterdi Thomas Dumas. Küçük anekdotlar hâlinde sızıyordu yazılara ama sık sık, Thomas Dumas imzalı fotoğraflar yayınlıyordum yazıların arasında.
Aslında Thomas Dumas, benim olmak isteyip de olamadığım yönümdü. Öğrencilik yıllarımda uzun süre fotoğrafçılıkla uğraşmıştım. O dönem birkaç fotoğraf sergisi de açmıştım. Sanıyorum, bir türlü çekemediğim fotoğrafları Thomas Dumas’a çektirdim.
Thomas Dumas’ın yolu önceki kitaplarınızdaki karakterlerle kesişir gibi...
Aslında diğer roman karakterlerimden biraz farklı biri Thomas Dumas. Yine de tüm karakterleri içten içe bağlayan bir bağ var.
Mesela ‘Filler Çapraz Gider’in Kerim’i içine kapanık, kendi hâlinde yaşayan, hayata bağlanmaya çalışan fakat bir türlü bunu başaramayan biri. Yani fili bir türlü çapraz gitmiyor.
‘O Adam Babamdı’nın Haydar Bey’i de yine kendi hâlinde bir karakter. Bir çeşit Osmanlı beyefendisi. Aynı zamanda bir seri katil. İçinde kötülük olduğu için değil, takıntılarından dolayı cinayet işleyen bir karakter.
Thomas Dumas’a gelince... Tıpkı diğer karakterler gibi içe kapanık, toplumla bağdaşamayan biri ve fotoğraf makinesi onun için bir sembol. Fotoğraf çekerek kendini var ediyor aslında. Hayata tutunmak için fotoğraf çekiyor fakat onun da bir saplantısı var; sadece kadınların fotoğraflarını çekiyor.
Farklı karakterler ama benzer noktaları da çok. Aslında Kerim, Haydar Bey ve Thomas Dumas bir masaya otursalar çok güzel muhabbet ederler.
O hâlde kitap bir marjinali anlatıyor diyebilir miyiz?
Marjinal mi, değil mi, o tartışılır. Okurken marjinal bir karakter olarak algılanıyor. Hatta, romanda bahsedilen bazı olaylar için, yok artık, bir insan bu kadarını da yaşayamaz, diye düşünebilirsiniz. Ama sadece bir yazar değil, 27 yıllık bir hekim olarak şunu söyleyebilirim ki, sıradan insanlar olarak adlandırdığımız kişilerin hayatları, çoğunlukla roman kahramanlarından daha ilginç, daha marjinal.
Mahallenizin bakkalı, yakından tanısanız, Oblomov’a taş çıkartabilecek bir karakterdir belki de. Lolita, günümüzde çok naif, çok sıradan kalabilir. Kafka’nın Dava’sını düşünün, Türkiye’de gazetecilerin, akademisyenlerin şu andaki davaları yanında solda sıfır kalır.
Edebiyatın en büyük çıkmazlarından biri de bu bence. Toplum, bizim hayal gücümüzün yarattığı marjinal kahramanların daha âlâsını yaratıyor. Hem de kurgu değil, gerçek kişiler olarak.
“Sadece görünen, seyredilen bir şey değil, basbayağı yaşanan bir şey oluyordu derinlik. Çünkü isteseniz de istemeseniz de o derinliğin bir parçası oluyor, içinde kayboluyorsunuz.” diyor Bauman karakteri. Öte yandan bazı okurların romanda bahsi geçen iki erkek karakterin aynı kişi olup olmadıklarına takıldıklarını görüyoruz. Yazarken aslında muradınız okurun sadece bu noktaya kafasının takılması mıydı?
Pek çok okur Thomas’la Anders Bauman’ın aslında aynı kişi olup olmadığına takıldı. Çift kişilikli mi Bauman, yoksa sahiden iki ayrı kişi mi var?
Thomas Dumas diye biri yoksa, romanın bütün çatısı çöküyor. Peki Maria diye biri var mı? İstanbul’da Seniha diye bir model var mıydı sahiden 1970’lerde? Ama Seniha’nın bir ağabeyi var. Kız kardeşinin öcünü almak için Bauman’ı kaçırıp, affedersiniz çok fena fotoğraflarını çekiyor Kibrithane’nin deposunda.
Muradım, okurun bütün bu noktalara kafasının takılmasıydı. Hatta, sosyal medyada “Çok heyecanlı, sürükleyici bir roman ama en güzel tarafı konusunu gerçek bir hayat hikayesinden alması,” diye bir yorum vardı. Sevinçten uçtum bunu okuyunca. Muradıma ermişim yani.
Kitap çıkalı çok bir zaman olmadığı hâlde romandan pek çok alıntı yapıldığını görüyoruz. Bunu bekliyor muydunuz?
Thomas Dumas, kendini fotoğrafla ifade ediyor, fotoğrafı bir iletişim aracı gibi görüyor ama dilsiz olduğu halde, kolları tutmadığı halde, ayak parmakları arasına sıkıştırdığı kalemle yazdıkları, hayatı çözmüş biri olduğunu gösteriyor.
Kendisiyle yapılan söyleşilerde söylediği her söz, bir filozofun ağzından çıkmış kadar önemli ve gerçekliği yeniden algılamamıza neden oluyor.
Söylediğiniz gibi, kitap çıkalı uzun zaman olmadı ama sosyal medyada bolca Thomas Dumas sözleri dönmeye başladı. Bunu bekliyordum ama bu kadar hızlı fark edileceğini ummuyordum aslında.
“Hepimiz sürekli hatırlamak zorunda kalıyoruz. Bundan kaçmak mümkün değil.” Anders Bauman söylüyor bunu. Bireysel ve toplumsal hafıza üzerinden bu cümleyi konuşabilir miyiz?
Her toplumda unutmak ve hatırlamak kavramları var. Bireysel ve toplumsal hafıza farklı gibi görünse de birbirleriyle çakıştıkları noktalar var.
Tam İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı noktada doğuyor Thomas Dumas ve kaçtıkları yerin özelliği, Alman uçakları tarafından ilk bombalanan şehir olması. Savaş zaten anlamsız bir şey. Bir de savaşın, hem de tüm dünyayı etkileyecek bir savaşın başlama anını düşünün. Bir anda, tarlada çalışan köylülerin, sokaklarda oynayan çocukların üstüne savaş uçakları bombalar bırakıyor. Neden kafalarından aşağı bomba atıldığını bu insanlara kimse açıklayamaz.
Dumas küçücük bir çocukken yaşıyor bu travmayı. Hayatı boyunca da bunun izini atamıyor üstünden. Sürekli hatırlamak zorunda kaldığından, bundan kaçamadığından dolayı fotoğrafa sığınıyor belki de. Geliştirdiği farklı çekim teknikleriyle toplumun ve kendi hafızasının arşivini tutuyor.
Kitabın bir bölümünde “On iki yaşındaki bir dehanın çocukluğundan bahsediyoruz” diye bir cümle yer alıyor. Buradaki “deha”dan bahsedebilir misiniz?
Dehanın ortaya çıkışı rastlantısaldır. Zamanın ve koşulların uygun olmaması nedeniyle büyük bir deha fark edilemeyebilir, bazı koşullar denk geldiğinde küçük bir kıvılcım deha gibi görünebilir.
Thomas Dumas yaşadığı dönem için çok farklı ve yenilikçi olarak nitelendirilebilecek fotoğraflar çekiyor. Aslında bir sürü hata yapıyor. Mesela çekim esnasında ışığı yanlış kullanıyor ve sonradan bu fotoğraflar ‘ters ışık tekniği’yle çekilen fotoğraflar olarak sanat tarihine geçiyor. İşte deha bu. Dumas aslında kendindeki dehanın farkında değil. Zaten dehasının farkında olan dâhi, dâhi değildir.
Thomas Dumas bir roman karakterinden daha çok bir biyografi kitabının öznesi gibi…
Bunu yaratan bakış açısı ve dil sanırım. Roman karakteri öyle güzel anlatılmış ki, karakter sanki gerçek bir kişiye dönüşmüş. Bunu diyemeyiz. Çünkü kurguladığım Thomas Dumas karakteri öyle gerçekçiydi ki, oldukça yalın bir dil kullanarak onun bu gerçekliğini korumaya çalıştım sadece.
Sanırım buradaki büyü ya da sorunuzun altında yatan şey şu olabilir: Ben roman yazıyorum duygusuyla yazmadım kitabı.
Thomas Dumas’ın varlığına öyle inanmıştım ki, şu anda bile biri çıkıp aslında Thomas diye biri yok, sen uydurmuşsun bunu dese sinirlerim, kendimi zor tutarım herhalde.
Kitapla ilgili açıklamalarınıza bakıldığında, okurlara sanki bir Thomas Dumas fotoğraf sergisi haberi de vereceksiniz gibi geliyor. Kitap dışında Thomas Dumas ile ilgili böyle bir projeniz var mı?
Thomas Dumas’ın 1940’lardan başlayarak 1990’a kadar çektiği, çok farklı dönemlere ve tarzlara ait o kadar çok fotoğraf var ki… Onun adıyla anılan fotoğraf akımları var. Başka bir açıdan da fetiş fotoğrafçılığının öncüsü sayılabilir.
Belli bir dönem, çektiği fotoğraflarla moda fotoğrafçılığında çığır açmış bir isim. Var olan beden algısını parçalayıp yeni ve bambaşka bir beden algısı yarattığı çalışmaları var.
Böyle birinin fotoğraflarından mahrum kalmamamız gerekir, diye düşünüyorum. Sanıyorum bir süre sonra, sadece tek bir sergi de değil, peş peşe birçok Thomas Dumas sergisi açılacak.
Altay Öktem hakkında1964’te İstanbul’da doğdu. Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi. Edebiyat hayatına şiirle başlayan Öktem’in Eski Bir Çocuk (1992), Sukuşu (1992), Beni Yanlış Öptüler Aslında (1993), Çamur Şiir (1995), Her şey; Oda Kırbaç Ayna (1998), Sokaklar Tekin Değil (2003), Parça Tesirli (2005), Dört Kırıtık Opera (2009) ve Fazla Elli (2016) adlı şiir kitapları yayımlandı. 2006’da ise toplu şiirlerinin bir bölümü Beni Yanlış Öptüler adıyla kitaplaştırıldı. 1988’de Ali Rıza Ertan, 1990’da Yaşar Nabi Nayır, 1995’te Orhon Murat Arıburnu, 2000’de ise Cemal Süreyya ödüllerini aldı. Çeşitli dönemlerde Cumhuriyet, Radikal, Akşam ve Vatan gazetelerinin kitap eklerinde düzenli olarak yazdı. Edebiyat dergilerinin yanı sıra Öküz, Hayvan gibi kültür sanat dergilerinin ve Penguen adlı mizah dergisinin yazar kadrosunda yer aldı. 2007-2008 yılları arasında Yüxexes Karakalem ve 46 Karakalem adlı kültür sanat dergilerini yayımlayan, 2013-2014 yılları arasında Marjinal Yayınları’nın genel yayın yönetmenliğini yapan Öktem, 2005-2008 yılları arasında, iki dönem Türkiye Yazarlar Sendikası’nın genel kurulunda yer aldı. Fabisad’ın (Fantastik ve Bilimkurgu Sanatları Derneği) kurucu üyesi olan Öktem’in Filler Çapraz Gider (2001), Tanrı Acıkınca (2003), Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak (2005) ve O Adam Babamdı (2015) adlı romanları da bulunmaktadır. Denemelerini Hayat Bazen Çentiklidir (2002), İçimde Bir Boşluk Var (2004) Sık Rastlanan Hastalıklar Atlası (2007) ve Yaram Yanlış Yerde(2009) adlı kitaplarda toplayan Öktem’in Aslında Saçları Siyahtı (2002) ve Sonsuz Sıkıntı (2010) adlı öykü kitapları da bulunmaktadır. Ayrıca, alt kültürlerin iletişim aracı olan fanzinleri incelediği Şeytan Aletleri adlı kitabı 2000’de yayımladı. Kadıköy kargART’ta açtığı Genel Kültürden Kenar Kültüre 101 Fanzin adlı serginin ardından aynı adlı fanzin seçkisini (2002) ve Şehrin Kötü Çocukları (2002) adlı fanzin şiir antolojisini hazırladı. Çalılar Dünyası (2010) adlı bir çocuk kitabı ve Anadolu Yakasının Sıfır Noktası: Bağlarbaşı (2010) adlı kitabı da bulunan Öktem, Tupac Shakur’un şiir kitabı Betonda Yeşeren Gül (2013) ve Shining adlı metal müzik grubunun solisti Niklas Kvarforth’un liriklerinden oluşan Prozac Artık Yetmediğinde (2014) adlı kitapların çevirmenleri arasında yer aldı. |
(AÖİ/EKN)