15-16 Haziran'ın 35. yıldönümü. 1960'ların ekonomisine genellikle olumlu gözle bakılır, Türkiye'de kalkınma hızının en yüksek olduğu dönem addedilir. Bu başarılı onyıl, kitlesel bir işçi direnişiyle sona ermişti. Bugünden bakıldığında sizce ne ifade ediyor 15-16 Haziran?
Korkut Boratav: Söylediğiniz ekonomik gelişmelerle 15-16 Haziran'da kendini dışa vuran işçi hareketinin direnme gücü birbiriyle ilgili. Aşağı yukarı yirmi yıllık bir dönemin ortalarında bir tarihte gerçekleşen bir toplumsal direnmeden söz ediyoruz. Sadece Türkiye'de değil, dünyada da ekonomik, siyasî, sosyal bakımdan bir altın çağ söz konusu. Kapitalizmin altın çağı. Batı'da refah devleti, burada sosyal devlet. Bu dönem, aynı zamanda, sınıflararası dengede, yani emek ve sermaye arasındaki ilişkide göreli ağırlığın giderek emekten yana döndüğünü de gösterir.
Avrupa'ya bakarsanız, savaş sonunda işçi sınıfı, Sovyetler Birliği'nin ikinci Dünya Savaşı'ndaki zafere katkısının da etkisiyle sola kaydı. Savaştan dönen askerler, sıradan insanlar, savaş öncesi düzenin parametrelerine direnirler her zaman, eski düzeni olduğu gibi kabul etmeme eğilimi gösterirler. Amerika'da da bu sola kayış rüzgarı farklı biçimlerde esti. ikincisi, sola kayışın bir sonucu, burjuva iktidarlarının tam çalışma ve refah devleti programına angajmanı oldu.
Düzen partileri ve emeği farklı biçimlerde temsil eden partiler -yani reformist, sosyal demokrat veya daha solda yer alan komünist partiler- arasında aşağı yukarı bir uzlaşma gerçekleşti: Değişen siyasî iktidarlar, emeğin edinimlerine cepheden saldırmayacaklardı. Bu nedenle, tam çalışma politikaları, refah devletinin getirdiği eğitim ve sağlık sistemine dönük kazanımlar, tüketimi de destekleyen bir büyüme modeli, Batı Avrupa'da işçi sınıfının göreli gücünü artırdı. Dönemin ortalarında, adeta reformist modelin sınırlarını da zorlayan özellikler kazanmaya başladı bu durum. Mesela İtalya'da, Komünist Parti'nin iktidara gelme olasılığı arttı, ki İtalya bunu kabul edecek bir hazım gücüne sahip değildi. Fransa, '68 hareketlerinin sonunda devrim paranoyasına sürükledi De Gaulle'ü. Nordik ülkelerde sosyal demokrat politikalar, sermayenin egemenliğini aşındıracak özellikler taşımaya, en azından bu tip modelleri gündeme getirmeye başladılar.
Dolayısıyla, Avrupa'nın tümünde bu türden sınıf kazanımlarının düzenin sınırlarını zorladığı bir konjonktür görüyoruz...
Türkiye'de aşağıdan yukarıya doğru bir kazanımdan söz edilebilir mi?
Türkiye, bu süreçten nasibini farklı biçimde aldı: Tam olarak açıklanamayan bir olgudur bizim '61 anayasası. Garip bir şekilde, hiyerarşik olmayan bir askerî operasyonun yaptığı 27 Mayıs, Türkiye'ye şimdiye kadar tanıdığı en demokratik anayasayı getirdi. Bu anayasanın kurumlaşması zaman aldı, fakat sol, bir hayli tereddüt dönemeçlerinden geçerek, fikir düzleminde hızla gelişmeye başladı. Bu arada, Türkiye İşçi Partisi, sendikacıların da ön inisiyatifiyle kuruldu. Ama ondan önce, yine sendikalardan kaynaklanan başka açılımlar da gündemdeydi. Birdenbire sosyalizm tabu olmaktan çıktı.
Bugünlerde bu önemsiz görülebilir, fakat 1950'lerin ortamı hatırlanırsa, bu olgu çok büyük bir dönüşümdür. O dönemin şöhret yapmış işçi liderleri vardır; bunlar renkli kişilikler ve aynı zamanda işçi sınıfının içinden çıkmış, mücadeleci, bilinçli insanlardır. Solun ve sosyalizmin kamuoyunda saygınlık kazanmasıyla, Marksizmin birdenbire fikir hayatına girmesiyle öyle bir yere geldi ki Türkiye, '60'h yılların ortalarında, hatta '70'li yılların önemli bir bölümü boyunca, bugünlerde dönek özelliklerini taşıyan, önemli kalem erbabının büyük bir bölümü Marksist tezgâhtan geçtiler. Zindanı tanıyanlar oldu, Filistin hareketine katılanlar oldu...
Saygın aydın solcuydu; sağ, aydın üretemedi. Tabii bu, işçi sınıfı hareketini de etki altına aldı...
Ve 15-16 Haziran'ın taşları döşenmeye başlandı...
Evet, ama Türkiye'de burjuvazi bu işi çok rahat sineye çekmedi. Daima bir tedirginliği oldu. Mesela 15-16 Haziran olaylarına yol açan yasal değişiklikler, burjuvazinin sendikal hayattaki radikalleşmeyi önleme arzusundan geliyordu. DİSK özel sektör sendikalaşmasını temsil eden bir hareketti, Türk-iş esas olarak kamu sektörünün örgütüdür. Dolayısıyla, DİSK'te sınıf bilinci daha yüksektir; sınıf mücadelesi gündemi daha ön plandadır. Yasal değişikliklerin sendikalaşmanın gelişim doğrultusunu önlemek çabasıyla yapıldığı dikkate alınırsa, tabandan gelen işçiler, önemli ölçüde politik örgütlenmenin dışında, adeta kendi bilinçleriyle 15-16 Haziran olaylarına yol açtılar...
Bu hareketin mikro tarih incelemesini benden çok daha iyi yapacak insanlar vardır, o işi onlara devredelim. Ama ben burada şuna önem veriyorum: Türkiyeli işçi sınıfının, genel olarak halk sınıflarının şu andaki ideolojik ve politik yönelişlerini sol aydınlar büyük bir kötümserlikle algılıyorlar. Şu anda Türkiye halk sınıflarının tutucu ideolojilere teslim olmuş göründüğü bir konjonktür var. Bu nedenle geçmiş çok çabuk unutuluyor. Bir sınıfın değer yargıları, ideolojik özellikleri, siyasî ve sosyal tepkileri, sınıf mücadelesindeki konumu tarihsel/ulusal handikaplarla sakatlanmış olsaydı, Türkiye 1960'la 1980 arasında işçi sınıfının gösterdiği örgütlenme ve mücadele gücünü yaşamış olamazdı. Daha sonraki konjonktürlerde bile işçi sınıfı, zaman zaman bugünkü türden ideolojik teslimiyet sürecinin dışına çıkma atılımları yaptı.
12 Eylül rejimini ve onun kurumsal araçlarını aşağı yukarı sekiz yıl uygulayan siyasî iktidarları 1989 yılında tabandan gelen yeni bir işçi sınıfı dalgasıyla yenilgiye uğrattı. Bu, aşağı yukarı '93'e kadar devam etti. O konjonktür içinde siyasette de sola kayma vardır.
Bunu zaman zaman unutuyoruz. Burjuvazinin 12 Eylül mirasını tamamen benimsemiş ve 12 Eylül'ün emek karşıtı, baskıcı araçlarını hukukun dönüşümüyle uygulamaya kararlı olan kanadı, yani Turgut Özal ve ANAP, 1988'den itibaren bir dizi yenilgiye uğradı. Yerel seçimleri kaybettiler, o zamanın orta-sol partisi olan SHP aldı seçimleri...
Sizin bu dönemde yaptığınız bir alan araştırması var. "İstanbul'dan ve Anadolu'dan Sınıf Profilleri". Nasıl bir sınıf profili çıkıyordu bu çalışmadan?
Bu çalışma sırasında, farklı sınıfların ve sosyal grupların ideolojik eğilimlerini ve siyasî pozisyonlarını belirlemeye çalışan bir anket uyguladım. Anketi '89 dalgasının zirve noktası geçildikten sonra, 1991 genel seçimlerinden önce, on yıllık emek aleyhtarı politikalar konjonktürünün aşılmış olduğu bir noktada yaptık.
Orada şu ortaya çıkıyor: işçi sınıfının en örgütlü, sanayi sektöründe, mavi yakalı özellikler taşıyan öğeleri, ideolojik ve politik tavırları bakımından, küçük burjuvaziden, burjuvaziden, esnaf-sanatkâr takımından çok daha ileridedir, neo-liberal modellere karşı tavrı çok daha kararlıdır ve genel olarak siyasî tavrı da, o andaki partiler yelpazesi içinde göreli olarak en solda olan sosyal gruptur.
Buna mukabil, mesela Refah Partisi, o tarihte yükselen bir ivme göstermiyor ama, potansiyel olarak ilk fırsatta halk sınıfları içinde kök salma potansiyeli gösteriyordu. Ve bu potansiyel, işçi sınıfının örgütsüz olan, hizmetler kesiminde bulunan, sendikalaşma tarihini yaşamamış olan beyaz yakalı öğelerinde daha belirgin. Siyasî yelpaze ve değer yargıları sistemi içinde, sağ ve dinî siyasî akımlara kayma eğilimi, aynı emekçi gruplarda daha güçlü. Bu ayrışım, sınıf siyaseti yapmak isteyen sol partiler için, üzerine politikaları inşa edebilecekleri bir stratejik hareket noktası oluşturuyor. İster sosyal demokrat, ister daha devrimci bir sol muhalefet yapmak isteyenler, halk sınıflarının çeşitli katmanlarını (hangi anlamda olursa olsun) "sol" bir programa çekmek için sınıf-içi çalışma yapacaklar. Gündem budur. Halk, önce krize, sonra askerî rejime ve sonra ANAP iktidarına tepkisini ifade ediyor ve halkın en örgütlü, en "olgun", en çok kentli emekçi ve ücretli kesimleri sola açık durumdalar, istenen şey, tabana gidip bu muhalefeti programlaştırmak. Kendine sosyal demokrat diyen, CHP'nin mirasçısı olan hareketler, böyle bir sınıf çizgisine yönelirlerse, halk sınıfları nazarında handikaplı miraslarını aşmalarına da fırsat doğacak.
Bu mirasın aşılmasının bir deneyimi 1978-79 yılında yapıldı, ama bu deneyim burjuvazinin saldırısıyla çökertildi ve askerî rejime yol açtı. 1988 sonrasında ikinci bir dalga yaratma fırsatı vardı, işin tuhafı, o yıllarda, bizlerin de ufak tefek katkılarıyla, SHP alternatif politikalar oluşturma çabasına girdi.
Mesela bizim bugünlerde Bağımsız Sosyal Bilimciler adında bir iktisatçılar grubumuz var, o grubun içinde aktif olan arkadaşların önemli bir bölümü, o dönemde SHP'nin program arama, alternatif iktisadî ve sosyal politikalar, hatta alternatif sınıf ittifakları oluşturma arayışlarına soldan katkı yaptık. Tabii liberal sol o zaman da piyasadaydı, onlar da kendi katkılarını yaptılar. Bu etkiler iki kanattan o zamanki SHP'nin bünyesine girdi. Fakat Erdal İnönü'nün SHP'si kararlı bir tavır alamadı.
SHP'yi o tür arayışlardan uzaklaştıran temel operasyon ise 1994 krizidir. Bu öyle bir dönüm noktasıdır ki, uluslararası finans-kapitalin programı kayıtsız şartsız iki partili koalisyona -Doğru Yol - SHP koalisyonuna- kabul ettirildi. SHP'nin o tarihteki lideri Murat Karayalçın, kriz yönetimine soldan katkılar yaptığını iddia eder, ama bu gülünç bir savdır. 1994 krizi, Türkiye'de orta-sol hareketi hizaya getiren olaydır. O tarihten bu yana, sağdan ve soldan bütün partiler, iktidarda ve muhalefette, uluslararası finans-kapitalin ve Türkiye'deki büyük burjuvazinin programına kesin teslimiyet göstermişlerdir. Zaman zaman muhalefetteki sahte söylemlerini ciddiye almak mümkün değildir. En stratejik ve kritik olan hususlarda uluslararası sermayeye ve Türkiyeli büyük sermayeye teslim olmuşlardır.
Yani 15-16 Haziran niceliğinde bir direniş göremesek de, bunun örgütlenebilmesinin imkânı var...
Evet, Türkiye'de halk sınıflarının tutucu, diyelim köktendinci, faşist eğilimlere mahkûm olduğu, bünyesinden, tarihten gelen bir tutuculuğa mahkûm olduğu iddiasının yanlışlığını yakın geçmişimiz farklı biçimlerde ortaya koyuyor. Bugün dahi işçi sınıfı ve emekçi sınıflar, arayış içindeler. Bunun en yakın örneğini 2002'de gördük. Büyük bir kriz karşısında, halkın krizi yaratan ve yöneten hareketlere karşı tepkisi bir parlamentoyu külliyen tasfiye etmek oldu.
Kendi sınıfsal özlem ve taleplerini doğru değerlendirecek bir hareket arıyor halk. Kendiliğinden bu siyasî hareketi oluşturması mümkün değil. Kendiliğinden oluşan tepkiler sonuçsuz tepkilerdir. Tarih gösteriyor ki, halkın kendiliğinden bu tepkileri, sokak hareketleri, bir iktidarı gömebilir, ama yeni iktidar kuramaz, iktidar inşası için siyasî harekete ihtiyacı var. Türkiye sınıflar ve sosyal tarihi -15-16 Haziran da bunun bir belirtisidir- emekçi sınıflardan umut kesen değerlendirmelerin haksızlığını gösteren örneklerle doludur.
Avrupa'da refah devleti döneminde tam çalışmanın hakim olduğunu söylediniz. Çalışma hayatı bakımından Türkiye'nin farklılıkları neydi?
Türkiye'de popülist dediğimiz düzenleme biçimleri söz konusudur. Ücretlerin ve emekçi gelirlerinin bastırılmasına çok fazla ihtiyaç duymayan, iç piyasanın sürüklediği bir model. Dolayısıyla, burjuvazi emekçi sınıfların fazla örgütlenmesinden hoşlanmıyor, özellikle sosyalist hareketlere doğru açılımları önlemek istiyor.
Sınıflararası uzlaşma adeta "sen sosyalizme kayma, ben sana gerekeni veririm" şeklinde tezahür ediyor: Yüksek istihdam, baskıcı olmayan ücret politikaları, köylü sınıfları için de destekleme politikaları... Ama devrimci dönüşümlere yönelik her örgütlenme aşamasında, burjuvazi gerekirse şiddet yoluyla bu gelişimi köstekleyecek operasyonlar yapıyor -12 Mart bunlardan biridir, 15-16 Haziran'a yol açan yasal düzenleme girişimi başka bir örnektir, daha sonra 12 Eylül darbesi başka bir örnektir. Ayrıca, burjuvazinin derin devletle ittifakı, sol hareketlerin gelişiminin daima şiddetle iç içe girmesine yol açan sonuçlar yaratmıştır. Provokatör tetikçileri hareketin içine ve çevresine katacak operasyonlar yaratılmıştır.
AKP hükümeti iş kanununu değiştiriyor, esnek çalışma kurumsallaştırılıyor. Yani bahsettiğiniz dönemdeki bütün kazanımlar bir bir isçi sınıfının elinden alınıyor. Yakın geçmişin direniş mirasının da değerlendirilemediğini, bütün bu kanun ve uygulamaların neredeyse hiç tepki görmeden gerçekleştirildiğini görüyoruz. Bu toplumsal ortam nasıl inşa edildi?
Asıl büyük operasyon tabii 12 Eylül'de yapıldı. 12 Mart, bunun basit ve ilkel bir denemesidir. 12 Mart, sol hareketin bünyesinde devrimci hareketi temsil eden insanları cezaevlerine yollamak, hareketi o anlamda önlemek amacını taşıyordu. Eşzamanlı olarak sendikal hareketi dondurdu. Ama kalıcı sonuç alamadı, çünkü 12 Mart dönemi bittikten sonra 1960'lı yılların senaryosunu aşağı yukarı tekrar yaşadık. Ama bozulmalarla yaşadık. Çünkü sol - sosyalist örgütlü hareketlerin ve kitle hareketlerinin karşısına faşizm, bu sefer daha örgütlü olarak çıktı, o tarafta da bir kitle tepkisi oluştu.
Derin devlet, provokatörler ve gerekirse bireysel cinayetlerle yürüttüğü işlemi daha kitlesel bir şekilde devrimci hareketlerin karşısına çıkardı. Ama '60'lı yılların ivmesi, 12 Mart'tan sonra büyük ölçüde devam etti. Öyle anlaşıldı ki, burjuvazi bu işi sürdüremeyecek...
Altın çağın sonlarında Batı'daki algılama şuydu: Tam çalışma, emeğin taleplerini kapitalizmin sınırlarını zorlamaya götürüyor, emekle sermaye arasındaki dengede emek fazlasıyla ağır basmaya başlıyor, ciddi olarak disiplin altına alınması lazım, ama silah zoruyla değil, monetarizm ve neo-liberal politikalar yoluyla, iki kritik iktidar değişimi oldu: Thatcher ve Reagan...
Konjonktür Fransa'da henüz önlenmemişti, sol ivme devam ediyordu, 1981'de Mitterrand sol programla iktidara geldi, fakat Anglosakson dünyasının sağa kayması tek başına Fransa'da bu programın uygulanmasına set çekti. Fransa'dan sermaye kaçışı, Mitterrand'ı neo-liberal politikalara adım adım teslim olmaya zorladı. Yani bu süreç, Batı'da esas olarak parlamenter demokrasinin bünyesinde meydana gelen dönüşümlerle gerçekleşti. Tabii Batı'da sosyal demokratlar da monetarizme, sınıf partileri de burjuvazinin pozisyonlarına teslim oldular, ama temsilî demokrasinin kuralları içinde...
Bizde bunu yapamadılar, dolayısıyla silahlı operasyon, yani 12 Eylül rejimi gerekli oldu. Dolayısıyla, sendikalar, demekler, kooperatifler, emeğin örgütleneceği her türlü mekanizmayı önleyecek her türlü yasal -ama daha önce fizikî, yani silah gücüne dayalı- düzenlemeler yapıldı. Örgütsüz emek çaresizdir. Örgütlü emekten sadece işçilerin sendikal yapılanmalarını kastetmiyorum, aynı zamanda sol hareketin kitleye taşınmasına imkân veren siyasî ortamı kastediyorum. Devrimci hareketlerin kitle tabanına ulaşmasına yol açan bütün kanallar kesildi.
Çünkü o devrimci hareketler, emeğin örgütlü hareketinin etrafını bir anlamda sarıyor ve onu etkiliyordu. Sanıyorum Nevşehir'de CHP il başkanı öldürülmüştü, onun cenazesini CHP örgütü kaldıramadı. Oradaki devrimci gençlik hareketi o cenazeyi kaldırabildi, cenaze kitlesel bir protesto hareketine ancak o sayede dönüşebildi. Örgütlülükten bunu kastediyorum: Örgütlü emek, sadece emeğin formel, kayıtlı örgütlenmeleri değil, emek örgütlenmesini besleyen bütün sol hareketlerdir, solun kitleye dönük hareketleridir... Bu örgütlenme yok olunca -bugünkü duruma geliyoruz- halk hareketinin yöneleceği kanal da yoktur. Daha da ileriye gitmek, insafsızca ilerlemek istiyorlar.
Emek örgütlenmesinin bugünkü zayıf haliyle dahi ayakta durmasını önlemek istiyorlar. O yüzden, IMF'nin ikinci önemli ismi Ann Krueger, asgari ücreti hedef alıyor. Asgari ücret, bireysel işçiyle sermaye arasında teke tek sözleşme oluşmasını engelleyen kurumsal güvenceler manzumesinden biridir; işgücü piyasasının refah devleti veya sosyal devlet anlayışı doğrultusunda kurumsallaşmasının araçlarından biridir. Kıdem tazminatlarının seviyesi ve ödenme koşullan bir diğeridir. Yaygın bir sosyal güvenlik sisteminin edinimleri bunlardan biridir...
Tüm bu edinimleri aşındırmaya yönelik operasyon, emeği tamamen bireysel işçi haline dönüştürme, örgütlü işçi sınıfını yok edip tek tek işçilere dönüştürme operasyonudur. Böylece insan insanın kurdu olur. Mücadelelerin sınıf saldırısının heyet-i umumi-yesine, tümüne karşı inşa edilmesi gerekir. Bu doğrultuda verilecek ufak ödünler, telafisi çok zor olan, olumsuz dönüşümlere yol açar.
Mahfi Eğilmez bir yazısında "ekonomi çevrelerinde baş sırayı tutan" dört sorun sıralıyor: "1) Borçlarımızı ödeyelim mi, ödemeyelim mi? 2)Yapısal reformları nasıl yapalım? 3) IMF ile yeni bir stand-by yapalım mı, yapmayalım mı? 4) Yabancı sermayeye vergi koyalım mı, koymayalım mı?" Fakat bunları cevaplayabilmek için öncelikle şu iki sorunun cevabının gerektiğini de ekliyor: "1) Türkiye, piyasa ekonomisi olma yolunda ilerlemeye devam edecek mi, etmeyecek mi? 2) Türkiye öteden beri kendisine hedef ak dığı Batı değerlerini yaşama geçirmekte kararlı mı?"
Soruyu yanlış sorarsan, tartışılacak konu kayar. Batı değerleri dediğimiz değerler nedir? Batı değerleri, Türkiye'de emekçi insanların, hatta demokrasiye tutkun insanların algıla-masıyla, Batı'nın sınıf mücadeleleri ve çalışan sınıfları refah devletine taşımış olan tarihî dönüşümlerdir. Batı değerleri, mesela, Batı'nın sömürgelerde uyguladığı perspektif ve siyaset değildir. Batı oralarda burjuvazinin çıplak tavırlarını, ideolojik özünü gösterir.
Sınıf mücadeleleri içinden oluşmuş, Avrupa'nın içindeki Batı ise, Avrupa uygarlığının kurumlarını, siyasî rejimini, en azından bundan yirmi yıl öncesine kadar, hatta büyük ölçülerde bugün dahi yer yer içermektedir. Mahfi Eğilmez Batı değerleri derken başka bir şeyi algılıyor.
Eğilmez'in sorularından gidelim: Borçlarımızı ödeyelim mi, ödemeyelim mi?
Borçlar ödenir, ama vergilenerek ödenir. Borç senetlerini elinde tutan yerli burjuvazi vergilendirilerek borçların döndürülmesi, ödenmesi sağlanır.
Konjonktürün uygun olduğu bir zamanda, borçların ana tutarı para basarak da ödenebilir. Borçların yapısı radikal değişikliklere uğratılarak ödenebilir. Ve nihayet, gerekiyorsa borçlar ödenmeyebilir. Bunlar iç borçlardır... Dış borçların da ödenmemesi mümkündür zaman zaman.
Mesela 2000 yılının sonunda, IMF Türkiye'ye bankaların bütün özel dış borçlarının devlet tarafından üstlenilmesi diye bir koşul kabul ettirdi. Sessiz sedasız, hile ve desise yoluyla. Ne yaptığını bilmeyen bir başbakanın, Ecevit'in eline bir kağıt sıkıştırılarak gerçekleşti bu. Bu borç devletçe ödenmez. Devlet o borcu kabul etmeyecekti. O tarihteki özel ve müflis bankaların olağanüstü boyutlu borçları devletin sırtına yüklendi ve ödeniyor. Sadece Türkiye'deki mevduat sahiplerinin güvencesi sigorta fonu eliyle ödenirdi. Dış alacaklılara müflis bankaların borçları ödenmeyecekti. Devletin bu borçları üstlenmesi için bir sebep yoktu. Dolayısıyla bu soruların tartışılması abestir.
Peki IMF ile yeni bir stand-by yapalım mı, yapmayalım mı?
Elbette yeni stand-by imzalanmamalıydı. IMF borçları zaten belli bir taksitlenme içindeydi. Onu yayma imkânı zaten eski stand-by'la sağlanmıştı. Sonuçta, başın çok sıkışırsa, sermaye hareketlerini çok sıkı kontrol altına alarak, Merkez Bankası'nın rezervleriyle dahi ödenebilir o borçlar. Merkez Bankası rezervleri çok düşük bir düzeye iner, ama sermaye hareketleri kaskatı kontrol altına alınırsa, o küçük rezervle de dış dünyayla iktisadî ilişkilerini sürdürme mümkün olabilir...
Bütün bunları niçin konuşuyoruz, onu da söyleyeyim. Demin söylediğim gibi, 1994'ten bu yana, iktidarların hepsi ve iktidara aday olan bütün büyük partiler, uluslararası finans-kapitalin modelini olduğu gibi sineye çektiler. Yakın gündemde olan iktidarlardan hiçbirinin bunun tersini yapmayacağını biliyoruz. Ama bunları niçin söylüyoruz? Yapabildiğimiz ölçüde, halka ve aydınlara, kapitalizmin sınırları içinde dahi bu teslimiyete mahkûmiyetin kaçınılmaz olduğu iddiasını reddetmenin mümkün olduğunu göstermek için... Yani teslimiyet duygusuyla mücadele ediyoruz. Alternatifsizlik algılaması, çaresizliği, teslim olmayı gerektirir, mücadele gücünü tamamen ortadan kaldırır... Kapitalizmi yahut krizleri yönetmek gibi bir amaçla söylemiyorum bunu. "Gel sen yap" türü bir davetin muhatabı da değilim. Ama halk mücadelesinin olası program öğelerini söylemiş oluyorum. Halk bunu arıyor, problem siyasî düzlemde. Halkın bu arayışını iktidar mücadelesine taşıyacak siyasî kuruluş ve örgütlenmelerin yetersiz veya hiç olmamasıyla ilgili problem.
Yabancı sermayeye vergi koyalım mı, koymayalım mı?
Yabancı sermayeye vergi koymak kısa vadeli sermaye hareketleriyle ilgilidir. Yabancı sermayeden kasıt, doğrudan yatırımların hangi tür vergi mevzuatına tabi olacağı ise, serbest bölgeler dışında, Türkiye'ye giren tüm doğrudan yatırım, mesela Gima'yı bir anonim şirket gibi satın alsa, Türkiye'nin kurumlar vergisine tabidir. Kâr transferlerine hukukî engel yoktur.
Kısa vadeli sermaye giriş-çıkışları içinse vergi koymaktan daha basit önlemler var. Mesela Türkiye'de kayıtlı olan yerli veya yabancı bütün bankaların dış kredi kanallarını engellersin. Bir noktada, tüm döviz mevduatını Türk lirasına da çevirebilirsin; bugün yapılacak bir şey olarak söylemiyorum, ama yapılabilecek bir şeydir. Böyle bir öneriyi kıyamet işareti olarak yorumlar bazı arkadaşlar. Atla deve değildir, mevcut mülkiyet ilişkileri içinde yapılacak basit bir hukukî düzenlemedir. Bankaların dış kredi almalarını önlersin, giren sıcak parayı denetim altına almış olursun.
Borsayı vergilendirirsin veya kapatırsın. Borsanın hangi işe yaradığını ciddi olarak düşünmesi lazım insanların, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, Türkiye'de sermaye birikimine mi hizmet ediyor, yoksa spekülatif para giriş ve çıkışlarını mı sağlıyor? Kumarhane gibi yani. Dediğim gibi, mevcut mülkiyet düzeninin devrimci bir operasyonla değiştirilmesi değildir bunlar, basit önerilerdir. Giren sermayenin vergilendirilmesi bunun en yumuşak şeklidir.
Mahfi Eğilmez ve onun gibi düşünen iktisatçıların derdi ise, yabancı sermayenin kaçmaması için vergilendirilmemesi gerektiği...
Giren sermaye kaçıyor halbuki. 2004'te 22.5 milyar dolar yabancı sermaye girişi var. Cari işlem açığı -ki abartılı bir açık bu, yanlışlıkların ürünü-15.5 milyar dolar. Demek ki, cari işlem açığının çok üstünde sermaye girmiş. Geçmiş yıllarda bu daha da fazlaydı; 5 milyar açık verirdik, 15 milyar sermaye girerdi. Bu sermaye zaten girdiği yıl çıkıyor. Daha önemlisi, yabancı sermaye stoku Türkiye'de büyüyor. Mesela borsaya giren l dolar, borsada kazanç yükselirse 2 dolara çıkıyor. Böylece bir sıcak para stoku oluşuyor. Bu her an çıkabilir -borsadaki varlıklar yahut banka mevduatı bozularak, çıkabilir.
Yani giren sermayeyi önlersen, çıkışın yaratacağı problemi peşinen önlemiş olursun. Türkiye'ye giren sermaye, Türkiye'nin gereksinimi olan sermayenin çok üstünde. Türkiye'nin gereksinimi olan sermaye girişi, Türkiye'nin yatırımlarının tasarruflarını asmasıyla ilgili. Yani Türkiye'nin yatırım gereksinimi Türkiye'de yapılan tasarrufları aşıyorsa, ekonominin ihtiyacı olan dış kaynak budur. Buna mukabil, o marjın ötesinde, hiç alâkası olmayan spekülatif sermaye geliyor. Bankaların borçlanmasıyla giriyor, bankaların kendileri rantiye yatırım yapıyorlar. Veyahut borsaya giriyor veya ikinci el piyasaya, devlet borç senetlerine, hisse senetlerine yabancılar spekülatif yatırım yapıyor. Giren frenlenirse, çıkan da frenlenmiş olur.
Mevcut stoku ne yapacağın ayrı bir meseledir. En azından mevcut stokun artmasını önleyecek tedbirler almak mümkün.
Sizce ABD ekonomisiyle Türkiye ekonomisinin benzer tarafları var mı?
Evet, çok büyük benzerlikler var. Tasarruflar çok düşük, Amerika'da Türkiye'den de düşük. Amerika, makro-ekonomik kimi özellikleriyle fakir bir Afrika ülkesi gibi. Tüketiminin finansmanı için dahi dış kaynağa gereksinimi var. Ama Amerika'da finansmanı yapılan o kadar yüksek bir tüketim düzeyi ki, yapısal benzerlik çok farklı bir düzlemde. Kamu açığı çok yüksek, Türkiye'deki gibi. Ve dolayısıyla, bu iki büyük açık dıştan gelen kaynaklarla kapatılıyor. Amerika'da bireyler borçlanarak ayakta duruyor. Ama, Türkiye'dekilere göre, varlıkları var, mesela ipotek edilebilecek bir evi var.
Türkiye'de gayrimenkul mülkiyeti çok yaygın ama, bunun dörtte üçü ipotek edilemeyecek gayrimenkullar. Yani gecekondu bölgeleriyle kırsal bölgeler. Dolayısıyla, Türkiye'deki borçlanma nakde çevrilebilir bir servete dayanmıyor... ikincisi, doların imtiyazlı konumu. Amerikan dolarının dünya parası olması, dolayısıyla para basarak, daha doğrusu, onunla aynı anlama gelen borç senetleri basarak, sözü geçen açıkları dünyaya, özellikle de Asyalılara, Japonlara, Çinlilere ve bir ölçüde Avro bölgesine kabul ettirebiliyor. Bütün bunlardan hareketle soralım: Amerikan ekonomisi çöker mi? Bu model geçmişte de böyle konjonktürlerden geçti, 2000 sonrasına ait bir durum değil. Mesela 70'li yıllarda, Vietnam savaşı sırasında da böyle bir konjonktür söz konusuydu, oradaki gerilimler Bretton-VVoods sisteminin çökmesine yol açtı.
Şimdi şöyle bir durum var: Amerika'nın dış finansmanını sağlayan çevreler, aynı zamanda, Amerikan ekonomisinin çökmesiyle de zarara uğrayacak çevreler. Mesela en tipik olan Çin'i alalım. Kendini sosyalist ilan eden bir ülke bu. Çin Amerika'yı batıracak güce sahip, 600 küsur milyar dolarlık rezervi var ve bu rezervin büyük bölümü Amerikan dolarlarıyla ihraç edilmiş olan ABD borç senetlerinden oluşuyor. Bunları elinden çıkarmaya karar verdiği andan itibaren, Amerikan ekonomisi çöker, ama Çin kendi elindeki servetin değerini de yitirmiş olur. Mesela doların değeri yarı yarıya düşünce Çin'in rezervlerinin alım gücü de aynen aşınır, ikincisi, bu türden bir operasyonla, senetlerin değeri düşünce, faiz oranı yükselir. Faizlerin yükselmesi, Amerikan ekonomisini daralmaya ve krize sürükler. Ama Çin'in ihracata dayalı ekonomisinin en önemli alıcısı Amerika. Dolayısıyla, böyle bir hassas denge var.
Bir ekonomik savaş söz konusu olursa, Amerika ayakta duramaz. Onun için, Amerika'nın haddini bilmesi lazım, Çin'le meydan okuma konjonktürüne girmemesi lazım. Çin'in yoksul bir halkı var, kendi kendine ayakta durmayı göze alabilir. Ama Amerika bunu yapamaz. Otomobil kullanan Amerikan emekçileri benzin fiyatının finansmanını sağlamadıkları andan itibaren Amerikan ekonomisi çöker. Çünkü Amerika'da adamı evinden işyerine götürecek başka bir araç yok. Bu hassas denge şüphesiz böyle süremez. Bu sözünü ettiğimiz mekanizma, dünya ekonomisine belli bir canlılık da getiriyor. Türkiye o işi beceremedi ama, pek çok ülke, Amerikan ekonomisinin büyük dış açıklarını Amerika'ya ihracat fazlası yaparak kendi lehine çeviriyor. Hem hızlı büyüyen, hem yüksek ihracat yapan, cari işlem fazlası yaratan bir yığın ülke var. Bu, herkesin lehine bir konjonktür gibi görünüyor, ama iç gerilimleri çok fazla. Bir noktadan sonra, hem faizleri düşük, hem parasının değeri düşük bir ekonomi olarak süremez Amerika. Parasının değer düşüklüğünü telafi edecek olan mekanizma, faizlerin yüksekliğidir. Yani değeri düşen doların kabul edilebilmesi için dolar üzerinden yüksek faiz ödenmesi lazım, ama henüz ona geçemedi. Dolayısıyla, bu hassas dengenin krize gebe olduğunu söyleyebiliriz, ama yumuşak inişler de mümkündür, dramatik krizler de mümkündür. Hangi yolun izleneceği şu anda belli değil.
Irak işgali ve dünyadaki diğer Amerikan müdahaleleri de genel olarak bu hassas dengenin sürdürülme çabasına bağlanıyor...
Çok tartışmalı bir konu. Bu, emperyalizmin çıplak yüzünün yeniden canlanması anlamına geliyor. Petrol mü önemli, yoksa başka stratejik çıkarlar mı?.. Emperyalizmin silahsız özellikleri kaybolmadı. Emperyalizm silahtır, işgaldir dersek, algılamamız yanlış olur. Silahlı emperyalizmin çok basit ölçüsü işgal yoluyla genişlemektir, arkasındaki temel motivasyondan biri, hammaddelere hakim 1 olmaktır. Yani Amerika'nın yaptığı, primitif emperyalizme dönüştür. Bazıları " diyor ki, petrol o kadar önemli değil, dünyanın efendisi olduğunu kabul ettir- " me çabasıdır esas olan. Zaten işin tuhafı, ABD petrolde beklediği işi de yapamadı, Irak petrollerine henüz el koyamadı. Irak petrolleri hala o çürük çarık Irak devletinin elinde. Dolayısıyla Irak uzun bir mesele. (ME/EÜ)