Parlamento gündemindeki "uyum yasaları" çerçevesinde yürütülen, "mini demokratikleşme paketi" üzerine görüşlerini açıklayan TESEV, hükümeti, siyasi partileri ve bürokrasiyi topluma güvenmeye, atılan imzaların ardında durmaya ve evrensel ilkeler doğrultusunda irade oluşturmaya davet ediyor. .
Açıklamada; Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) üyeliği yolundaki gelişmeler, Türk Ceza Kanunu 312. ve 159. madde değişiklikleri, Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, Dilekçe Hakkı ve Yeniden Yargılanma Hakkı başlıklarıyla demokratikleşme tartışılıyor.
"Dilekçe hakkı" için, "evrensel bir bireysel hak olup, dilekçenin içeriğine bağlı olarak değerlendirilemez" deniyor ve Kürtçe öğrenmenin sadece Kürt kökenli yurttaşların değil, bu ülkede yaşayan herkesi bireysel hakkı olduğuna işaret ediliyor.
"Türkiye'nin AB üyeliğine uzanan yolu kısaldıkça, ülke yönetiminin tasarrufları ve kararları yalpalama izlenimi veriyor. Bunun bir nedeni üyelik kriterleriyle ilgili hazırlıkların yeterince yapılmamış olması."
"Ancak asıl neden ne siyasilerin ne de bürokratların AB üyeliğini temel siyasi hedef olarak görmemeleri ve Türkiye'nin bu nedenle hedefe kilitlenmemiş olmasıdır. "
TESEV raporu şöyle:
AB üyeliği
Dolayısıyla atılan imzalar, alınan ilkesel kararlar, gün gelip somut meselelerle yüzleşildiğinde anlamlarını yitirmekte; AB üyeliği sanki zorlandığımız ve kaçınmaya çalıştığımız bir yaptırıma dönüşmektedir.
Oysa AB'ye uyum çabaları Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin öncelikle diğer devletlere ve uluslararası kuruluşlara olan bir taahhüdü değil, Türkiye toplumuna verdiği bir sözdür.
İmzalanan anlaşmalar ve şimdiye kadar verilen niyet beyanları, herhalde sadece dış politika taktikleri veya jeopolitik önemimizin stratejik yansımaları olarak ele alınamaz. Söz konusu beyanlar Türkiye halkının ortak hedeflerini, ideallerini; modern ve güçlü bir Türkiye imgesini taşıdığı için meşrudurlar.
Bu nedenle Hükümet'in, Meclis'in ve devlet bürokrasisinin AB üyeliği doğrultusunda davranmanın topluma karşı bir sorumluluk olduğunu idrak etmeleri gerekmektedir.
Ne var ki son günlerde ardarda alınan bazı kararlar bu bilincin yönetim kademelerinde yerleşikliği konusunda kuşkular yaratmaktadır.
159 ve 312. Maddeleri
Türk Ceza Kanunu'ndaki (TCK) son değişikliklerin çoğu suç kavramında anlamlı hiçbir düzeltmeyi ifade etmezken; daha büyük bir muğlaklığın ve takdir hakkının yolunu açma eğilimi göstermektedir.
Örneğin 159. Madde, önerilen şekli ile devlet organlarını saymakta ve bu kurumların 'veya bunları temsil eden bir kısmının' tahkir ve tezyif edilmesini suç saymaktadır. Dolayısıyla eğer bu değişiklik kabul görürse, herhangi bir kamu görevlisinin tahkir ve tezyifi, söz konusu kurumun tümüne yapılmış gibi sayılacaktır.
Diğer taraftan şu ana kadar Türkiye'deki hukuksal uygulamalar eleştiri ile 'tahkir ve tezyifin' birbirinden pek kolaylıkla ayrıştırılamadığını defalarca ortaya koymuştur. Bunun anlamı tek kişinin eleştirisinden, devletin tahkirine giden yolun son derece kısa tutulmasıdır.
Aynı mantık 312. Maddenin yeni düzenlemesinde de geçerlidir. Bundan böyle 'kamu düzenini bozma olasılığı' suçun dayanağı haline gelebilecektir. Buradaki 'kamu düzeni' ibaresi suç alanının daraltılması yönünde olumlu bir eğilim taşısa da, 'olasılık' kelimesinin kullanımı suç alanını belirsiz bir çerçeveye yaymaktadır.
Böylece suç alanının daraltılması amacı berteraf edilmiş olmaktadır. Tasarının gerekçesinde bu olasılığı ölçme takdiri yargıca bırakılmış ve "elbette bu takdir yapılırken AİHM ölçütlerinin göz önünde bulundurulması gerekmektedir" denmiştir. Ne var ki bu ifadenin operasyonel bir ölçüte işaret etmekten ziyade, bir temenniden ibaret kalma ihtimali son derece yüksektir; çünkü bu kritere uymamanın yaptırımı yoktur.
Ayrıca AİHM kararlarının öncelik taşımasının 'egemenlik hakkımızı' elimizden aldığını savunan bir anlayış altında, yargıçların söz konusu temenniye ne derece uyacakları son derece haklı bir soru olarak karşımızdadır.
Dolayısıyla Ceza Kanunu'ndaki son düzenlemeler, bilerek ya da bilmeyerek suçun alanını genişleten ve muğlaklaştıran değişikliklerdir. Bunun bir 'reform' olmaması bir yana, demokratik bir rejimin hukuksal altyapısını oluşturma
açısından, halen var olan sorunları artıracağı açıktır.
BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi
Birleşmiş Milletler (BM) Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi yürürlüğe girdiği tarihten 25 yıl sonra hala Mecliste tedirginlik yaratmaktadır ve onaylanmama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Gerekçe 'bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptir' ibaresidir.
Milliyetçiliği muhtemelen sadece devlet kurma biçiminde somutlaştırdığımız için, 'kendi kaderini tayin' etmenin ille de ayrılıkçı bir cereyanı ima ettiğini sanmaktayız. Oysa birçok halk bu amacı var olan yapıları parçalayarak değil, tam aksine daha büyük bir birimin içinde yer alarak çözmeyi daha seçmektedir.
Dolayısıyla yapılması gereken, her devletin kendi içindeki kültürel ve etnik çeşitliliği bir zenginlik kaynağı olarak görüp kendisine bağlayacak anlayış ve tutumu geliştirebilmesidir. Türkiye'nin Sözleşmeyi imzalamadan ürkmesi ise, böyle bir anlayış ve tutumun üretilmesi iradesinden hala uzak olduğumuzun göstergesidir.
Olayın hukuki yanına bakıldığında ise şu an var olan endişelerin fazla bir temelinin olmadığı daha berrak bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Çünkü her şeyden önce 'kendi kaderini tayin hakkı' Türkiye'nin de kurucusu olduğu Birleşmiş Milletler Şartı'nda aynen mevcuttur ve Sözleşme'nin hukuki dayanağı da bu Şart'tır.
Dolayısıyla Sözleşme'deki 'halklar' ibaresi azınlıkları değil, farklı bir devlet tarafından yönetilen ve bu devletin yurttaşlarıyla aynı haklara sahip olmayan sömürge halklarını kastetmektedir.
İkincisi 1993 yılında Viyana'da yapılan Dünya İnsan Hakları Konferansı'nın sonucu olarak, 'kendi kaderini tayin hakkı' tüm halkı temsil eden bir yönetime sahip ülkelerde, o ülkenin toprak bütünlüğü ve siyasi birliği aleyhine kullanılamaz.
Nihayet söz konusu hak kolektif bir hak olmayıp, bireyin kendi siyasi statüsünü, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmesini sağlama hakkıdır. Dolayısıyla eğer siyasi sürece herkes eşit olarak katılıyorsa ve bu süreç demokratikse, birey kendini ilgilendiren konularda söz sahibi sayılmakta ve 'kendi kaderini tayin' etmekte olduğu düşünülmektedir.
Bu nedenle Türkiye'nin bir azınlıklar meselesiyle karşı karşıya olmaktan ziyade, çözmesi gereken bir demokrasi meselesine sahip olduğunu söylemek çok daha gerçekçi gözükmektedir.
Dilekçe Hakkı
Dilekçe hakkı evrensel bir bireysel hak olup, dilekçenin içeriğine bağlı olarak değerlendirilemez. Vatandaşların resmi dilin yanında başka bir dil öğrenme hakkı 'kamusal özgürlüklerin bireysel kullanımı' çerçevesinde yer alan bir haktır.
Anadil konusu Ulusal Program'ın ilgili bölümünde de teyit edilmiştir. Lozan Antlaşması'nın 41 ve 42. maddeleri resmi dil yanında herhangi bir dili öğrenme ve kullanma hakkı açısından, Türk vatandaşı olmayı yeterli saymaktadır.
Diğer bir deyişle Kürtçe öğrenmek ve kullanmak sadece Kürtlerin değil, tüm Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının bireysel hakkıdır. Oysa bugünlerde bazı üniversitelerimizde Kürtçe eğitimle ilgili verilen dilekçelerin sonucunda, dilekçe sahipleri tutuklanmış, öğrencilerin bir çoğu okuldan uzaklaştırılmanın eşiğine gelmiştir.
Bu uygulamanın hukukun temel ilkelerine ters düşmesi bir yana; ana dil ile ilgili talepleri daha şiddet içeren eylemlere yöneltme olasılığını beslemesi göz ardı edilemez.
Diğer taraftan Türkiye'deki Kürt kökenli vatandaşlarımızın anadilleriyle ilgili doğal taleplerinden vazgeçmelerini beklemek gerçekçi olmayacağına göre; Kürtçe konusunda var olan talepler arasında, karşılanması bir süreç içinde mümkün olanların belirlenerek bu yönde yeni yasal düzenlemeler için çalışmaların başlatılmasında yarar vardır.
Yeniden Yargılanma Hakkı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AIHM) kararıyla sanıklara yeniden yargılanma hakkı tanınmasına ilişkin düzenleme, AB hukuksal mevzuatına uyum amacıyla düzenlenen yasa paketinden çıkarılmıştır.
Bunun anlamı Türkiye'nin altına imza attığı anlaşmalara ters düşen bir konuma sıkışmasıdır. Çünkü Türkiye'nin AİHM kararlarına uyması bir yükümlülüktür ve bu yükümlülük aynı zamanda ülkemizin hukuk sisteminin itibarını yeniden kazanmasının da vasıtasıdır.
Bu nedenle yeniden yargılanma hakkının yasa paketinden çıkarılması, bizatihi insan hakları kavramını göz ardı etme eğilimlerinin arttığına dair kuşkuları beslemekle kalmamakta, Türkiye'nin uluslararası platformlardaki saygınlığını da örselemektedir.
Söz konusu düzenlemenin uyum yasası paketinden çıkarılma gerekçesi ise, yeniden yargılama hakkının Türkiye'nin egemenlik haklarının devri anlamına geleceği şeklinde izah edilmektedir.
Ekonomik krizden çıkmak amacıyla IMF koşullarına uymaya çalıştığımız şu dönemde, egemenlik haklarından söz edilmesinin çelişkisi bir yana; evrensel insan haklarının bir üst hukuk olarak benimsenmesini 'egemenlik hakkının kaybı' olarak değerlendirmek Türkiye'nin çağdaşlık hedefleriyle uyuşmayan bir bakışın ifadesidir. (NM)