Aklımızda yer etmiş bir kaç manalı kare var. Biri 2012 Temmuz ayında, o dönem Başbakan olan Erdoğan’a, Van depreminde hayatını kaybeden Yunus Geray’ın olduğu tablonun verilmesiydi. Arsızlık mıydı, farkında olunmayarak mı yapılıyordu? Bakınca bir şey söylemek yetmedi ya da söze ihtiyaç duymuyordu gördüğümüz.
Diğeri ise 2008 yılında, Soma Katliamı’nın ardından, yine Başbakan Erdoğan’a, bir grup toplantısında, Zonguldak’da madencilerle çektiği bir fotoğrafın büyütülmüş haliyle hediye edilmesiydi. Yine bakakalındı.
İçerik değişse de bakınca insanın içini ürperten ama çok şeyin de özeti olan kareler verilmeye devam edildi. Bu yakın zamanda, Erdoğan’ın bir asker cenazesinde, tabuta elini koyarak adeta bir miting alanındaymış gibi konuşma yapması bunlardan biri.
Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede yani türlü hayırlı açılışlar için ilk yapılan şeyin kurban kesmek olduğu bir kültürün coğrafyasında oluyor bütün bunlar. Bir şey için, bir şey feda edilirken, o bir şeyin “insan” olduğu da oluyor.
“Homo Sacer”, yani ölüme açık çıplak hayatlar. İlahi olan karşısında kurban edilemeyen, ilahi hukuk karşısında ölüme çarptırılamayan ancak öldürülmesinde bir sakınca olmayan hayatlar. Kimi zaman Kürtler, kimi zaman Aleviler, kimi zaman Ermeniler ve kimi zaman adlarını bu sıralamada unuttuğumuz ya da tanımlamada milliyetlerini söylemenin yetmediği insanlar.
Bugünlerde sıkça zikrettiğimiz, “kurban, feda, vatanseverlik, şehit” gibi sözcüklerin toplumdaki karşılığını bilen, “Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban” ve “Canım Sana Feda” kitaplarıyla bu konu üzerine çalışan Saime Tuğrul ile bugünleri konuştuk.
Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban/ Çok Tanrılılıktan, Tek Tanrılılığa Kutsal ve Kurbanlık Mekanizmaları kitabınızın dipnotu, “kurban” sözcüğünün Arapça’da Tanrı’ya yakınlaşmak anlamına geldiği bilgisiyle başlıyor. Bir asker cenazesinde, tabutun yani kurbanın, başındaki imam, Erdoğan’a yapılan yuhalamaları duyunca, sesi bastırmak için, cemaate tekbir getirtiyor. Söz söylemenin sıkıntılı olduğu din şemsiyesi, siyaseti de koruması altına alıyor. Din ve siyasetin birbirlerine olan bu desteği nasıl okunabilir?
Evet, kurb Arapça’da yakın olmak, yaklaşmak ve özellikle Tanrı’ya yaklaşmak anlamına geliyor. Bu da, doğrudan her kurbanlık eyleminin aslında kutsal, ilahi bir eylem olduğunu bize açıklıyor. Nitekim Batı kültüründe ve Latin dillerinde kutsal ve kurban aynı kökenin türevleridirler. “Sacred-sacrifice”; kutsal ve kutsal eylem demektir. Yani, her kutsal kabul edilen durum, -bu din dışı, siyasetin belirlediği seküler alanları da kapsar-, kurbanlık eylemini de (sacré facere; sacrifice) üretir. Bu nedenle, kutsallık atfettiğimiz her şeyin dinsellikle ilişkisi, dinsel bir çağrışımı bulunur.
Kabul edilmiş sınırlar içindeki toprak parçasına sahip olmanın yolu, bu sınırların arasındaki dünyanın kutsallaştırılmasından geçer. Kolektife ilişkin bir eylemin kutsallaştırılması ise, her zaman bir topluluğun kutsallaştırılması ile sonuçlanır. Bir toplumun kutsallaştırılması, türevi olan kurbanlık eylemine bağlıdır.
Asker cenazesi “şehit” demektir. (Şehit meselesine daha sonra değineceğim.) Şehit-asker ise, sivil siyasetin sınırlarını belirlediği ve yönettiği vatanını korumak için canını feda edendir, yani kutsal bir görevi yerine getirirken öldürülmüştür. Sadece, bu tanım bile, siyaset ile dinin aslında iç içe olduğunu gösteriyor.
Dinin siyasetin içinde olması hep vardır. Ancak, teoloji ile politika arasındaki ilişki tek yönlü değil, karşılıklıdır. C. Schmitt’in belirttiği gibi, modern devlet teorisini belirleyen tüm kavramlar, özlerinde sekülerleşmiş teolojik kavramlardır.
Diktatörlük, bir Tanrı’ya özenme hikayesi değil midir aynı zamanda? Dindar olduğunu söyleyen birinin, tek ve biricik addettiği mutlak güçle, bu benzeşme hali nasıl gerçekleşebiliyor?
Sivil egemenlik Tek Tanrısal model üzerine kurulmuştur. Bu nedenle, sadece diktatörler değil, tüm siyasi iktidarlar Tanrısal modeli taklit ederler. Bu model içinde egemen yasa koyucudur ama kendisi yasaların üstündedir. Hiç kimse ve hiç bir şey egemenin üstünde değildir ve hiçbir şeye boyun eğmek zorunda değildir. Egemenin yargısının üstünde bir otorite yoktur.
Egemenlik her şeyden önce bir yasa yapma ve askıya alma gücüdür ama her yasa hukuka uygun, etik ya da siyasi olmak zorunda değildir. Egemenlik hakkın üstünde, haksız olma hakkıdır. Bir anlamda, egemeni ilahi güç düzeyine çıkarmaktır.
Egemenlik, eşik, sınırlayıcı bir kavramdır ve iki yönde var olabilir: bir yandan neyin yasaya uygun, sınırlar içinde olması (normları) gerektiği çizgisini koyarak egemenliğin uygulandığı alanın sınırını çizer. Öte yandan, istediği zaman, bu koyduğu kuralları askıya alabilir, neyin istisna, norm dışı olduğunu belirler. Kuralı koyan da, buna göre istisnayı belirleyen de sonuçta aynı egemendir. Yani, her iktidar, bu bağlamda bir “istisna durumu” yaratabilir. Diktatör olması gerekmez. Agamben’e göre, Batı Avrupa’nın tanık olduğu, totaliter rejimler bile diktatörlük olarak tanımlanamazlar; ne Hitler, ne Mussolini diktatör idiler, çünkü faşist ve nazi rejimlerinde, anayasa yerinde bırakılmış ancak ikinci, paralel bir yasal bir düzen getirilip, “istisnai” durum yaratılarak işlevsellik göstermişlerdir.
Demokrasi içinde, kurumlara iktidarı veren halkın desteğidir. Bu destek ise, var olan yasaların çıkışına verdiği onayın devamıdır. (Hatta bu salt demokrasilere özgü değildir; Kral hatta diktatörlerin bile, bu halk desteğine ihtiyacı vardır.) Ancak, Türkiye’de sık sık tanık olduğumuz gibi, bu kurumları doğrudan iktidara bağımlı kılan, sözde yasal uyarlamalar yaptığınızda, ya da Tayyip Erdoğan’ın yapmak istediği gibi egemenlik yetkilerinizi, yasama-yürütme ve yargı kurumların üstüne taşıdığınızda, bizzat , “istisna durumu“ yaratmış olursunuz ve tam iktidar olursunuz.
Askere alınan bedenin, kurban olma yolunda başkalaşması nasıl sağlanıyor? Son asker cenazelerinde gördüğümüz gibi birinin uyanması diğerlerini etkileyebilir mi? Yavaştan, “bu işte bir tuhaflık var” duygusu yayılabilir mi?
Asker, Latin dillerinde (soldato, soldat, soldado…) “soldare” fiilinden gelir ve “parası ödenmiş” anlamına gelir. Burada, açıklaması uzun ama kısaca, para ile tutulan milis güçlerini tanımlar ve Batı’da 18. yüzyıla dek askerlerin savaşlardaki ölümü “hayatları feda etmek” olarak kabul edilmezdi. Fransız Devriminden sonra halk ordusu, çağrılı askerliğe dayanan her erkek vatandaşın askerliği kavramları yerleşir ve “elinde silahlı millet” miti yaygınlaşır. Bu değişim de fedakarlık retoriğinin gelişmesine yol açar. Siyasi egemenin asayiş kuvvetlerine (polis, ordu) ihtiyacı vardır. Bu nedenle ordular ve halk orduları oluşmaya başlar.
Ancak, zorunlu askerlik, iktidar gücünün en uç zor kullanım güçlerinden biridir, yani bireyleri, devleti korumaya ve yasal amaçlarını korumaya mecbur eden bir sınırlamadır. Buna rağmen, kimse itiraz etmeden “vatan görevidir” diyerek askerliğe gider.
Benim “Canım Sana Feda” adlı ikinci kitabımda da sürekli altını çizdiğim gibi, neden insanlar, genellikle kendi seçimleri bile olmayan ülkeleri uğruna ölmeyi kabul ederler? Ölüme gitmek hiçbir zaman kolay bir eylem değildir, buna rağmen nasıl, insanlar aldıkları bir emirle, hayatlarını kaybetmeyi kabul edebilirler? Hayatta kalma içgüdüsü, nasıl yerini ödev duygusuna bırakabilir? Neden bazıları, başkalarının ölmemesi için ölmeyi göze alırlar?
Bu soruların yanıtları kuşkusuz çok kolay değil ama arada bir itirazlar, isyanlar, zorunlu askerliği bilinçli reddedenler olsa da, çoğunluk, sonunda bazen ölüm olabileceğini bilerek askerliğe gider. Bence, bu doğrudan kutsallık ile bağlantılıdır; her kutsallığın olduğu yerde kurbanlık mekanizması devreye girer ve kutsallık atfettiğimiz her şey üstün bir değer, uğrunda feda edilebilecek canlar demektir.
Türkiye gibi, yeni ulus devletler de, genellikle, bir yıkım sonrası oluştuklarından, yeni kutsallığın yerleşebilmesi, B. Anderson’un deyimiyle, “hayali cemaatin” bilinçlerde kök salabilmesi için kutsallaşması ve onu kutsallığa taşıyacak, yaklaştıracak kurbanlara ihtiyacı vardır; yani “kan borcu”, yeni egemen ulus devletinin de eski düzende olduğu gibi içine aldığı en önemli kavramlardan biridir.
Biraz uzun oldu ama özetleyecek olursak ve sizin sorunuz olan “bu işte bir tuhaflık var” bilinci, bence hele Türkiye’de çok kolay yaygınlaşamaz. Bu denli milliyetçi ve hamasi duygularla donamış bir ülkede, askerler en ölümün en kutsal mertebe olarak kabul edilen, “şehitler” olmaya devam edeceklerdir. Üstelik bu bir kısır döngüdür; şehitler oldukça, milliyetçi duygular, “tek vücut” söylemleriyle donanacaklar, nefretler büyüdükçe, öldürme ve ölme eylemleri de artacaktır.
Savaş hallerinde, en çok can yakmak için ilk akla gelen şey kadın bedeni. En son Ekin Wan’da bunu tekrar hatırladık. Yasanın gücünün ceza yöntemiyle birlikte acı çektirmek üzerine de olması (o fotoğraflara bakanların yaşadığı acı) niçin bir devlet tercihi olabiliyor? Niçin ısrarla kadın bedeni?
Bu korkunç fotoğraf hepimizi derinden sarstı. Benim için en tüyler ürpertici olan ise, yerde yatan işkence görmüş cansız bedenin ifşa edilmesinden daha çok etrafında toplanmış, gösteri seyreden o erkek topluluğu oldu. Terörist kadın, erkek teröristten iki kat daha düşmandır; çünkü hem çoğunluk tarafından kabul edilen egemene (Devlete), hem de erkek egemenliğine isyanın sembolüdür.
Nitekim, birçok internet sitesinde okuduğum kadarıyla, bu konuda da çok yazıldı, birçok yerde kadınlar protestosu oldu.
Öncelike, çok genel bir okumadan yola çıkabiliriz: Her türlü iktidar biçiminde, (birey-siyasi iktidar, vatandaş-devlet, kadın-erkek, çocuk-ebeveyn vs) beden ve özellikle kadın bedeni iktidarın hiyerarşik ve ilişkisel niteliğinin yansıdığı ve içeriği değişen bir okumadır. Mauss’un da belirttiği gibi, beden aynı zamanda, kültürelleşmenin de en önemli aracıdır. Böylece sosyal varlık olarak inşa edilip, disipline edilir. Bütün kültürlerde, beden üzerine uygulanan teknikler bulunur. Fikirleri bedene yazmak, sosyalliği biyolojiye aktarmak sadece sembolik değil, bizzat gerçeklikler olarak beden üstünde işaretlenir. Şiddeti bedenlerin üstüne yazmak, geçiş ritüellerinde görünen korkunç işkenceler de, arkaik toplumlarda, bireylerin üstünde, kırılamaz yasaların olduğunun imzasıdır.
Örneğin, Ekin Wan karesinde olduğu gibi, düşmanın bedeni üstünde yapılan işkenceler karşısında bireyin sessizliği ve boyun eğişi,- ölü bir beden için zaten başka türlüsü olamaz-, kendisini aşan bir düzenin baskın yasalarına boyun eğmek zorunda bırakıldığını gösterir. Bizi de, acının altında ezerek, egemenin aşkın kurallarının değiştirilemeyeceğini, öldürme yasasının egemene ait olduğunu ve ontolojik üstünlüğünü ispatlar.
Öte yandan, bu fotoğrafın bendeki ilk çağrışımı ise (etkisi demiyorum!) 2. Dünya Savaşında, Nazi’lerin, öldürdükleri, Yahudilerin, toplu katliamlarının, 1. Dünya Savaşında, düşman askerlerin ölmüş, parçalanmış hatta çürümekte olan bedenleri fotoğraflarını anımsattı; bütün kültürlerde, düşman, - Ekin Wan karesinde terörist kadın- en korkunç şekilde gösterilebilir. Çünkü onlar daha aşağı bir türün, insaniyetten uzak bir cinsin görüntüleridir. Varşova gettosunda, daha sonra ölüm ve toplama kamplarında, Nazilerin çekilen fotoğrafları, insanlıktan çıkmış, vahşi hayvan gözleriyle bakan yaratıkları, iskelet halindeki bedenleri, kirin, hastalığın yapışkanlığını gösterirler.
Benzer bir uygulama, teröristlere uygulanır. Teröristlerin cansız bedenlerinin, işkence görmüş, hatta parçalanmış cesetlerinin ifşası, kutsallığa karşı bir saldırı olarak görülmez. Öldürülen terörist, kolektif hafızada dehşet, korku hatta tiksinti uyandırır; izdüşümümüzün en saklanması, utanılması gereken tarafını ifşa ettiği gibi, insan hayatının kutsallığını hiçe saymanın bir kanıtı, kutsal insan bedenini delip geçen bir saldırının temsilidir.
Oysa onları öldürmeye giderken ölen şehit askerler birer masum kurbanlardır. Ölü askerlerin fotoğraf veya tabloları, bilinçlerde süblime edilmiş bir ölümün görüntüleridir. Acıma, merhamet ama dayanışma ve aynılığımızın izdüşümü olarak gördüğümüz bu imajlar, kolektif hafızamızda, vatan, yurt, özgürlük gibi kutsal değerler adına verilmiş kurbanlardır. Toplumun özgür geleceği için hayatını bağışlayanlardır; bu bağışın getirdiği kefaret ve borç suçluluğuyla, imajlar rahatsız edici değildir. Ölüme bakabilirliğimiz bile, daha önce atfedilmiş değerlerle farklılaşır.
Her iktidarın kendi aşkınlığını (transcendance) ispatlamak için kullandığı bu en çarpıcı yol, düşman olarak tanımladıklarının bedenlerini parçalamak, işkence etmektir. Vahşi uygulamalar, ötekinin insanlığını bedeninde kırmaya yarayan, öncelikle “mental” bir operasyondur. Kurbanlarla, aralarında radikal ve psişik bir mesafe koyma ihtiyacından doğar. Bu yolla, toplum temizlenerek kutsala yaklaşır. Düşman, tamamen başka bir ötekine dönüşür, hatta ortak insan özelliğini kaybeder. Weil’in belirttiği gibi, şiddet herhangi birini bir şey haline getirmektir. Sonuna kadar uygulandığında, kelimenin gerçek anlamında insanı şeyleştirir, çünkü cesete dönüştürür.
“Barış ortamı” ne demektir aslında? Ve nasıl mümkün olabilir?
Bir siyasi iktidar barıştan söz ediyorsa, bu zaten bir savaş durumunun da ifadesidir. Her ne kadar bugün, barış sözcüğü huzur ve şiddetin olmadığı durumlar için kullanılıyorsa da, siyasi iktidar için, kendi gücüne saldıran ve otoritesini tanımayan “düşmanlar”a (iç veya dış düşmanlar olabilir, farketmez) karşı uyguladığı “doğal şiddet” durumudur. Yani, barış olması için önce savaşın olması gerekir.
Savaş da, -Derrida’nın tanımına gönderme yaparsak-; hukuku askıya alarak, yeni bir hukuk kurmak üzere eski hukuku durduran çelişkinin bir örneğidir. Sadece iki zıt çıkarın ya da iki karşıt fizik gücün çarpışması değildir; savaş sonrası gelen barış ile birlikte, yeni bir hukuk oluşur. Bu nedenle de genellikle siyasi iktidarlar, hele iç savaş durumlarında “savaş” kelimesini kullanmazlar. Bizde olduğu gibi, 90’lı yıllarda bile, “Kürt Meselesi” idi. Ancak, siyasi güçler, “teröre karşı mücadele”, “şiddet saldırıları” gibi farklı terminoloji uygulasalar da, her savaş sonrası barış olduğu da bir gerçektir.
Kısacası, siyaset alanında şiddet sonuçlandırılabilir, yani karşı taraflar yeni bir hukukun kurulmasını kabul ettikleri zaman gerçek barış süreci Türkiye’de başlayabilir. Yeni hukuk, Kürtler’in özgürlük, siyasi temsiliyet, adalet, vb. taleplerini karşılayabilirse, uygulama mümkün olursa, bir barıştan söz edebiliriz. Bu da hepimizin bildiği gibi, bugünkü yasal çerçevede, yüzde 10 barajı, kaypak iktidar söylemleri, geçtik yeni hukuktan, varolan hukuku bile sürekli askıya alan, milliyetçiliği ve farklılığı sürekli körükleyen bugünkü siyasi iktidar ile zor görünüyor. Ama yeniliklerin de en zor zamanlardan çıktığını hatırlatarak, iyimser bir nokta ile sonlandıralım. (FG/ÇT)
Saime Tuğrul kimdir?ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi’nden 1976’da mezun oldu. 1985’te Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS), Universite de Paris X’da doktorasını tamamladı. Gazetecilik ve yayıncılık yaptı. Halen Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler Bölümü’nde ve Işık Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi’nde dersler veriyor. İletişim Yayınları’ndan Canım Sana Feda (2014) ve Ezeli Kutsal Ebedi Kurban (2010) adlı kitapları yayınlandı. |