Ne yapılmalıydı, kime kızılmalıydı, hangi birine öfke yağdırılmalıydı, adres hangi birine çıkardı... Bu kadar çokken "onlar", nasıl yaşanırdı bu ülkede ve bu ülkede özgür basın geleneği nasıl devam edebilirdi?
Oysa biz öyle öğrenmedik gazeteciliği. Bize öyle öğretmediler. Öğrencisi olduğum 32.Gün'de söylenmeyeni söylemeyi, konuşulmayanı konuşmayı, sesi çıkmayanın sesi olmayı öğrenmiştik. Agos gazetesi önünde kardeşine ağlayan Rıdvan Akar böyle anlatmamıştı bize.
Ve diğer "ağabeylerimizden", kalemi savaş ve ölüm için değil, barış ve yaşam için kullanmayı öğrendik. Öğrendiklerimizi yapmaya çalıştık, çalışıyoruz. Biz mi yanlış öğrenmiştik yoksa hayat mı tersine akıyordu? Sevgili hocalarım. Biliyorum ne siz terk-i diyar edebilirsiniz ne de biz vazgeçeriz sizinle yürümekten. Böyledir yolumuzun kaderi.
Ölüm galip, yaşam yenik durumda
Ahkamlar kesiliyor cinayet üzerine. Hrant Dink'in nasıl vurulduğu, katil ya da katillerin kimler olduğu, örgüt bağlantıları üzerine konuşuyor "uzmanlar". Bu kurşunun Türkiye'ye sıkıldığı, bir taşla birden fazla kuşun vurulduğunu söylüyor "bilirkişiler".
Ahkamlar kesiliyor geleceğe dair. Türkiye'nin Avrupa serüveninin sona yaklaştığı söyleniyor. Asıl yara alan Türkiye idi. Geride kalanlarsa geçici neferlerdi. Faniydiler. Hayat üzerine konuşuyor gazeteciler, edebiyatçılar. Acımasızlığı, dile gelmezliği, kalem tutmazlı acının.
Oysa tüm bu ahkamları anlamsız bırakıyor ölüm. Her seferinde galip geliyor ölüm. Yaşam ise yeniliyor, yenilerken kendini. Bizler ise eksik kalıyoruz. Mağlup bakışlar, eğiyor mağrur başları yere. "Söz bitiyor, dil sukut kalıyor." Ölüm galip, yaşam ise yenik durumda. Şimdilik...
Neden barışamıyoruz?
Barış nasıl bir şeydi, barışın dili nasıldı; bilen yoktu. Nasıl öğrenilirdi bu dil, kim öğretirdi, bilen yoktu. Uzmanlığı olmayan tek alandı barış. En son ne zaman görüldüğü unutuldu bu kadim topraklarda.
Savaşlar, darbeler, sıkıyönetimler, olağanüstü haller barışı uzak kalmaya mahkum etmişti. Ancak barışı tanımak isteyen, ve bu isteğini defalarca dile getiren birileri vardı.
Birileri savaşın anlamsızlığını, yola gelmezliğini anlamıştı, sona erdirilmesini istiyorlardı ki içlerinden bir zamanlar "savaşan"larda vardı. Şimdi barış için "savaşanlar", tahmin yürütüyorlar barışın dili hakkında.
Barış, tarafların birliktelik hali olmalıydı. Tek taraflı bir öğrenme değildi. Eşitti barış, ve daimi kılınmalıydı. Hoşgörünün hakimiyetiydi barış. Barışın dilini konuşmak isteyen herkesimin, birbirlerini tanımaları, hatalarını, eksiklerini, uyuşmazlıklarını yani neden hala "barışmadıklarını" ifade etmeleri gerekirdi. Silahların, çatışmanın, kavganın, şiddetin olduğu yerde öğrenilmezdi barış. Diğeri, karşı taraf ya da öteki değil "biz" olunduğunda öğrenilirdi barış
Karla karışık barış
Türkiye kışı bekliyor. Günlerdir neden hala karın yağmadığı merak konusu. Doğanın intikam ayak seslerimi yoksa. Yoksa mevsimlerle birlikte dünyanın da yeniden düzen hali mi?
Bizler de karın yağmasını bekliyoruz. Kar beyazlığının bu topraklara hakim olmasını istiyoruz. Belirli aralıklarla yaşanan ve tekerrür eden, "ocak ayı" cinayetlerinin son bulmasını istiyoruz. Türkiye'ye kar bekliyoruz.
Dışımızı ısıtıp, içimizi yakan karanlık ve sahte sıcakların gidip, beyaz kar soğuğunda barışı yaşamak istiyoruz. Bu hava dalgasının, balkanlar, kutuplar ya da doğudan gelmesini değil, bizatihi bu kadim topraklardan yükselmesini istiyoruz. Türkiye'ye karla karışık barış yağsın istiyoruz.(Öİ/EÜ)