Türkiye televizyonlarında bir süredir psikoterapiyi ya da terapilerden kurulan öyküleri anlatan diziler izleniyor.
Bu diziler arasında şimdilerde "Kırmızı Oda" ve "Masumlar Apartmanı" sayılabilir.
Senaryolaştırılmış bu iki öykü de Psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu'na ait. Budayıcıoğlu'ndan yazar diye bahsetmek belki daha uygun, zira kendisinin çok sayıda kitabı var. "Camdaki Kız", "Hayata Dön", "Günahın Üç Rengi" bunlardan bazıları.
Bu diziler çok izleniyor, kitaplar da çok satanlar listelerinde.
Budayıcıoğlu'nun, danışanlarının öykülerini paylaşmasının etik olup olmadığıysa çokça tartışılıyor.
Budayıcıoğlu, Ayşe Arman'a verdiği söyleşide "Kimseyi ifşa etmek gibi bir niyet içinde değilim. Buna çok özen gösteriyorum, kitaplarımı okuyanlar bunu çok iyi bilir" diyor.
Budayıcıoğlu; danışanlarının, kendisine "Hocam beni de yazarsınız değil mi?" diye sorduğunu da aktarıyor.
"Bu diziler neden popüler oldu?" sorusunun yanıtı epey uzun ve durum aslında Türkiye'nin toplumsalcı kültürel yapısıyla ilgili. Peki, psikoterapi süreçlerinin öyküleştirilmesi etik mi? Bu sorunun yanıtıysa açık; değil.
Psikiyatrist İlker Küçükparlak, "Bunlar henüz terapiye başlamamış insanlar için bile psikoterapi ile ilgili bir tereddüt oluşturabilir" diyor.
"O odada ne oluyor?"
Psikoterapiyi konu alan diziler neden popüler oldu?
Batı dünyasında psikoterapi konulu diziler zaten bir süredir mevcuttu. In Treatment, Web Therapy, Anger Management ilk aklıma gelen örnekleri.
Ülkemizde psikoterapiye dair farkındalığın giderek artması, televizyon dizilerinin bu konuya odaklanmasının muhtemelen en önde gelen nedeni.
Son yıllarda televizyon gündüz kuşağında kadrolu psikiyatristler bulunuyor.
Bir cinayeti kimin işlediği ya da bir çocuğun biyolojik babasının kim olduğuna ilişkin "uzman" görüşleri paylaşılıyor. Bu durum, psikiyatrinin sadece entelektüel düzeyde değil, geniş toplum tabanı tarafından da ilgiyle karşılanmasına yol açtı.
Terapi konulu televizyon dizilerinin ortaya çıkmasındaki en önemli unsurun bu farkındalık ve ilgi olduğunu düşünüyorum.
Elbette kültürel unsurlar da önemli.
"Mahremi koruma ve röntgenleme arzusu"
Türkiye toplumsalcı bir kültürel yapıya sahip. Bu yapı, elalem ne der baskısını derinden hissettirir.
Dolayısıyla da yaşamlar, mahrem olanı elalemin bakışlarından korumanın ve başkalarının mahremini röntgenleme arzusunun gerilimiyle devam eder.
Psikoterapiye ilişkin farkındalığın artmasıyla bu mahrem alanlara iştah açıcı bir yeni eklenmiş oldu.
Bu diziler, "O odada ne oluyor?" sorusu üzerine kurulu.
Daha önce popüler olan televizyon dizileri de benzer şekilde o evde ya da o konakta ne olageldiği üzerine kuruluydu.
İkonik Bizimkiler dizisi bir apartmandaki sıradan dairelerin içerisindeki sıradan yaşamlarda ne olduğunu göstermekten başka bir meziyete sahip değildi mesela.
Kapıcı Cafer karakteri, her haneye erişiminin olması sebebiyle terapi dizilerindeki terapist karakterinin öncülü olarak kabul edilebilir bu açıdan.
"Gerçek olaylardan uyarlanmıştır" ibaresi
Psikoterapi süreçlerinin öyküleştirilmesi etik mi?
Değil. Öncelikle terapistin danışanından bu konuda izin ya da onam alması gibi bir durum mevzu bahis değil.
Danışan psikoterapide terapistine karşı çok kırılgan bir durumda bulunabilir.
Bu nedenle alanla ilgili eğitici ya da bilimsel bir amaç taşımadıktan sonra, sadece bu gibi röntgenci arzuların tatmin edilmesine olanak sağlaması için bu konularda onam aramak suistimal biçimidir.
Kaldı ki deneyimli bir terapist kolaylıkla varsayımsal olgular türetebilir. Terapistin işi psikodinamik bir formülasyon yapmak olduğu için herhangi bir kurgusal üretime tümdengelim yöntemiyle varsayımsal olgular türeterek de destek olabilme yetkinliğine sahiptir.
Buna karşın hâlâ bizzat kendi danışanlarının öykülerini kullanıyor olması bu durumun röntgenci arzuları daha çok tatmin edeceğini öngörmesiyle ilgili olabilir. Bir film izlerken "gerçek olaylardan uyarlanmıştır" ibaresinin filmi daha ilgi çekici kılması gibi.
"Çok farklı duygulara kapılabilirler"
Ayrıca bu danışanlar onam vermiş olsalar bile kendilerini bir senarist, bir yönetmen ve bir oyuncunun yorumu sonrası televizyonda gördüklerinde çok farklı duygulara da kapılabilirler.
Terapistleri tarafından nasıl algılandıklarını bu kadar dolayım ardından gözlemlemek, psikoterapinin üzerine kurulduğu zemine taban tabana zıt bir durum yaratır.
Son olarak henüz senaryolaştırılmamış diğer danışanlar için de başka bir huzursuzluk nedeni olabilir.
Kendi aktaracaklarının bir senaryoya ya da kitaba konu olup olmayacağı, olursa nasıl şekilleneceği henüz senaryolaştırılmamış danışanlar için de bir yük nedenidir. Hatta henüz terapiye başlamamış insanlar için bile psikoterapi ile ilgili bir tereddüt oluşturabilir.
Dolayısıyla çok sayıda unsurdan ötürü gerçek terapi süreçlerinin bu şekilde kullanılmasının etik olmadığını söyleyebiliriz.
Zaten terapinin doğasına bu kadar zıt bir tutumun kendisi, öyküleştirilen bu süreci terapi ve bu kişileri de terapist olarak adlandırıp adlandıramayacağımıza ilişkin bir tereddüt de doğuruyor bir yandan.
(DŞ/PT)