14 Şubat Dünya Sevgililer Günü yaklaşırken aşk, ilişkiler, yalnızlık temalı konuşmalar, sohbetler dalga dalga yayılıyor son yıllarda. 14 Şubat’a yönelik eleştirilerse muhtelif; en çok “kapitalizmin bir oyunu, alışveriş hacmini artırmak için uydurulmuş bir gün” denir ya da 14 Şubat’a sevgilisiyle girenlerin sevgilisi olmayanlara “hava attığı” ima edilir. Bir kesim diğer kesimi “ilişkilerini” faş etmekle itham ederken, diğer kesim “kıskançlık” diye geçiştirir. 14 Şubat’a gereğinden fazla önem verildiği başka bir sav olarak öne sürülür; lakin bu eleştiriyi getirenler 14 Şubat’a tepki olarak oluşturulan 11 Kasım Dünya Yalnızlar Günü’nü kutlarlar mı bilinmez… Velhasıl her 14 Şubat gönül ilişkilerinin yanı sıra insan ilişkileri için de bir imtihan haline gelir.
Bu hercümerç içinde “aşk” nedir? Nasıl bir duygudur ki bu kadar tartışılır? Bir tür rahatsızlık mıdır ya da rahatsızlıklara mı neden olur? Aşk bir günü olacak kadar önemliyse, insana iyi geliyorsa, sağaltıcı bir tarafı varsa neden modern zaman insanlarını çift, evlilik, ilişki terapisine gider. Biz insanların sorunu nedir?
Aklımda bu sorular bianet’teki yazılarından tanıdığınız psikoterapist Tuğçe Isıyel’in kapısını çaldım. Isıyel edebiyat ve psikoloji ilişkisi üzerine yazıp çiziyor. Psikanalitik Edebiyat Okumaları başlıklı bir atölye çalışması yürütüyor. bianet’in yanı sıra Sabitfikir, Gazete Duvar, K24, Birgün Gazetesi’nde yazıları yayınlanıyor. Çalışma alanı ise çift ve yetişkin terapisi.
Psikanalitik Edebiyat Okumaları atölyesi veren bir uzmanla doğal olarak edebiyattan başladık konuşmaya, aşkın neden bittiğini, yeniden alevlendirmenin mümkün olup olmadığı, düzgün bir ayrılık ya da boşanmanın ne anlama geldiğine doğru ilerledi…
Sizi en çok etkileyen kurgu aşk neydi? Serbest çağrışımla şu an ilk aklınıza gelen olsun…
Karar vermesi zor bir soruyla başladık. İlk aklıma gelen Stefan Zweig’in Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu oldu.
Bir erkek yazarın gözünden bir kadının platonik aşkını anlatan en iyi eserdir bence. Bir kadının hissettiği aşkı içinde nasıl büyüttüğünü, o erkeği nasıl idealize ettiğini, kendini nasıl adadığını, o takıntılı hâli çok etkileyici bir biçimde anlatır.
Kitap “sana, beni asla tanımamış olan sana” şeklinde başlar. Bu cümleye tersten bakınca aşıkken kendimizi ne kadar tanıyabiliyoruz diye düşünmüştüm.
Aşk gibi yüksek ve uçucu duygu esnasında kendimize, dünyamıza dair algımız epey farklılaşıyor.
Birisine aşık olmak, biraz da kendimize tuttuğumuz ayna işlevi görüyor. Daha doğrusu bize ayna tutacak kişiyi bulmak oluyor. Sanki kendimize dair bizim bilmediğimiz bir şeyin, hakikatimizin onda olduğu yanılsamasına kapılıyoruz. Bu anlamda aşk, biraz da narsisistik bir şey gibi geliyor bana. Lacan’ın artık neredeyse klişe olmuş ama yine de çok sevdiğim bir sözü vardır; “Aşk, sizde olmayan bir şeyi, bunu sizden istemeyen birisine vermeye çalışmanızdır” diyor. Bir imkânsızlıktan bahsediyor sanki.
Serbest çağrışım dedin bak acayip yerlere gidiyoruz. :)
Bu durumda aşk sorunlu bir duygu diyebilir miyiz? Mesela nefret, öfke, kıskançlık gibi zarar veren bir yanı var mı?
Bence bu aşkı nasıl gördüğünüze, nasıl kullandığınıza göre değişir.
Aşk, bir yanıyla kendimize, bir yanıyla da karşı tarafa bir iliklenme hali gibi sanki. İliklenirken düğmeyi koparabilirsiniz, yanlış yerden düğmeyi geçiriyor olabilirsiniz hatta düğmeyi iliğe geçirmeyip oraya dikebilirsiniz de…
Aşıkken karaları da bağlayabilir, yaratıcılığınızı doruk noktalarına da çıkarabilirsiniz. Şifayı bulabilirsiniz de, şifayı kapabilirsiniz de…
Bu biraz sizin ruhsal mayanızla, iç nesne temsillerinizle, ötekini hayatınıza nasıl dahil edebildiğinizle ya da edemediğinizle ilgili bir şey. Fakat en nihayetinde aşk, kontrolün sizden çıkması demek. Bunun sonuncunda da aşk, illâ ki dönüştürür insanı. Bu dönüşümün nasıl olacağını pek kestiremeyiz. Bu belirsizlikle nasıl baş edeceğiniz de aşkın akıbetini belirler.
Çift ve aile terapisi alanında çalışıyorsunuz. Size gelen danışanların temel sorunu aşk diyebilir miyiz? Ya da ikili ilişkilerde aşk meselesi ne kadar yer kaplıyor?
Temel soruna dair bir genelleme yapmak oldukça güç. Ama daha çok ilişki sorunlarıyla geldiklerini söyleyebilirim. İlişkilerdeki tıkanmalar, yaralar, ilişki kazaları, ilişkinin güç kaybı vs… Elbette buralardan bambaşka yerlere gidiyoruz çoğu zaman. Köken aileler, kuşaklar arası aktarımlar, yaşanan travmalar, sırlar…
Freud, “Bütün bulmalar yeniden bulmaktır” der. Aslında bir şekilde hayatımızın ilk dönemlerinde özellikle anne-babamızla kurduğumuz ilişki modellerinin farklı versiyonlarını kuruyoruz başkalarıyla da. Çünkü bize en tanıdık, en bildik gelen davranış repertuarı orası. İlk içselleştirdiğimiz davranış ve ilişki kalıpları ebeveynlerimizinkisi. Bu yüzden hep benzer hataları yapıp, ilişkide benzer davranış paternlerine çekilebiliyoruz. “Hep aynı adamları/kadınları buluyorum” söyleminin altında yatan şey biraz da bu. Bu sebeple ilişkilerde girdiğimiz o kısır döngü sebebiyle kimi zaman patinaj çekip, hem kendimizin hem de ilişkinin benzinini, aküsünü bitiriyoruz. Sonra bu ilişki niye yürümüyor? Yürümez, çünkü aküsü bitmiş. O aküyü doldurmak da ilişkiye dair yeniden yapılanmayla mümkün oluyor.
Peki çift terapisti aşkı yeniden alevlendirebilir mi?
Öyle alevlerle, yangın çıkartmakla filan pek işimiz yok aslında. Aşkın birçok değişkeni, öğesi var. Çift terapisti kişilerin ilişki içerisinde rahat soluklanabilmelerine, aşk da dahil olmak üzere duygularına temas edebilmelerine ve kişilerin hissettiği her türlü duygunun avuçlarını kanatmamasına yardımcı oluyor. İlişkide sağlıklı birliktelik-bireysellik dengesinin kurulmasına destek oluyor. Eğer ilişki bitecekse de sağlıklı bir ayrılma/boşanma sürecine hazırlıyor. Sonuçta ilişki de canlı bir organizma. O da hastalanıyor, bağışıklığı düşüyor, komaya giriyor vs… Ve zaman zaman bakıma ihtiyaç duyabilir.
Sağlıklı boşanma süreci ne demek? Boşanmanın sağlıklısı mı olur?
Şöyle anlatmaya çalışayım. Mesela dişinizde apse varken dişinizi çektiremezsiniz. Dişinizden ayrılabilmeniz için bile önce antibiyotikle o iltihabı kurutmanız gerekir. Eğer iltihap kurutulmadan dişinizi çektirirseniz dişinizdeki enfeksiyonun kan yoluyla vücuda yayılmasına neden olursunuz. Boşanmada da benzer bir mantık var. İlişkideki iltihabı kurutmaya çalışıyoruz ama ilişki işlevsizse, çürümüşse ve bitmesi gerekiyorsa bu süreci kişilerin daha az yarayla atlatmalarını, yaslarını tutmalarını ve tüm bu süreç sonunda hem kendileriyle hem de ötekiyle daha sağlıklı, daha işlevsel ilişkiler kurabilmelerine destek oluyoruz.
Sevgililik ilişkilerinde akla hemen heteroseksüel aşklar geliyor, sevgililer günü imgeleri, imajları da her zaman heteroseksüel temalar içerir. Aile ve Çift Terapisi açısından farklı bir yaklaşım sergilenir mi? Yani sizin profesyonel alanınızda yaklaşım nedir?
İlişki ilişkidir, terapi de terapidir. Bunun heteroseksüeli, homoseksüeli olmaz. Aşkın toplumsal cinsiyeti yoktur diyebilirim.
Bu söyleşiyi Sevgililer günü dolayısıyla yapıyoruz. “Sevgililer günü” çiftleri birbirlerine yaklaştıran bir gün mü ki bazıları tarafından bu denli coşkuyla kutlanıyor. Birçok yalnıza da bu mutlu günü sosyal medyadan takip edip, dertlenmek düşüyor.
Sevgililer günü gibi özel günlerin biraz sorunlu olduğunu düşünüyorum. Var olan bir ilişki biçimini (sevgililik, evlilik) idealize etmek bana pek anlamlı gelmiyor. İyi işleyen bir sistem kendini hissettirmez, hayatın akışı içerisinde akar gider. Sabah uyandığınızda “bugün de kolum hiç ağrımıyor”, “böbreklerim de ne güzel çalışıyor” demezsiniz. Ancak bir sorun varsa bunu hissedersiniz.
O anlamda sosyal medyada paylaşılan süslü püslü fotoğraflar bana çoğu zaman pek samimi gelmiyor. Bilakis acaba ne yaşıyorlar da mutluluklarını bu kadar gözler önüne serip, ispatlamaya çabalıyorlar diye düşünüyorum. Yani o mutluluk yaşanan değil de sergilenen ve bir de başkalarının “like”lamasına ihtiyaç duyulan bir şeye dönüşüyor. Yani olmak değil de yapmak! Halbuki “sevgililik” bir ilişki oluşudur. Dışarıdan bakacağınız değil, içeriden deneyimleyebileceğiniz bir şey.
Yalnızlık diyorsan o bambaşka ve epey derin bir konu. İlişkisi olup da ilişki içerisinde iki kişilik yalnızlık yaşayan kişiler azımsanmayacak denli fazla. (HK)