Sohbetimiz esnasında oldukça dobra dobra cevaplar verdi bu meselelere. Onun umurunda değil aslında sevilme, sevilmeme meselesi. O kafayı daha iyi bir dünya kurma hayalinin peşinde koşmaya takmış bir kere. Durduğu yerin de farkında olan bir kadın. Genç, yetenekli. Bir vicdan aklama istasyonu olduğunu da görse ara sıra yazmaya devam edecek belli ki. Ne diyelim. Allah yolunu açık etsin. İşte bize anlattıkları...
Yazdığınız konular; kadınlar, Kürt meselesi, cezaevleri gibi konular oldu hep. Siyasi görüşünüz mü yönlendiriyor sizi bunlara?
Sonradan okuyup öğrendiğim icat ettiğim bir nedeni yok. Başından beri böyleydi zaten. Bakmayı ve görmeyi insanlar erken öğreniyorlar. Ondan sonra ne yapacağınızın yolu çiziliyor.
Abartılı gelebilir kulağa ama yazı yazmayı öğrendiğimde benim zaten yazacak çok şeyim vardı. Bakmak ve görmek ve annenizin babanızın hayata bakışıyla da biçimlenen bir şey. En baştan siz arka sırada oturan çocukları merak etmeye başlıyorsanız, hayatınızın geri kalanında da aynı şeyleri merak ediyorsunuz.
Olaylar daha sofistike biçimde oluyor olaylar ama, bir taraf tutmak her zaman çok kolay. Kimin tarafı, haksızlığa uğrayanların, ezilenlerin tarafı. Bu benim etime işlemiş bir refleks. Yoksa işte Dünya Sosyal Forumu oluyor, kitaplardan okuduğumuza göre çok önemli bir olaymış, gideyim diye ya da kadınlar meselesi çünkü dünya tarihi şöyledir diye baktığım bir yer değil.
Özellikle İç'eriden konuşmalarda bir dertleşme havası var. Ama sanki her şey hep böyle kalacak gibi de bir durum var sanki...
Dünyanın ve Türkiye'nin durduğu bir yer var. Bugün dünyanın da Türkiye'nin de en önemli meselesi ne yapacağını bilmemesi. Şimdiki bütün sosyal hareketlerin durduğu yer birlikte ne yapabiliriz sorusu. Daha hiç kimsenin bu soruya net bir yanıtı yok. Dünya daha bunun cevabını bulamadı. Dünyadaki entelektüeller de bulamadı.
Dünya hızla sağa kaymadan önceki o 70'ler dönemindeki olağanüstü hareketlilikte kurulan bir takım "biz"lerde yanlışlar oldu hem dünyada hem Türkiye'de. Herkesin farkında olduğu bir şey bu. Ama o "biz"lerin yeniden inşasında neler yapılacak, o "biz"ler nasıl oluşturulacak ve nasıl "biz"ler olacak konusunda daha kimsenin yanıtı yok. Dünya Sosyal Forum süreci de böyle bir süreç zaten. Şimdi göze görünen elle tutulan somut hareketlilik olması açısından söylüyorum.
Yeni bir "biz" nasıl inşa edebiliriz. Böyle bir biz mümkün müdür? Çünkü o 70'lerde oluşturulan "biz"lerde "biz"lerin içindeki "ben"ler eksiltmişti. Benleri eksiltmeden o bizi nasıl inşa edebiliriz. Bence dünyanın aradığı cevap aradığı en önemli soru bu. Buna daha kimse cevap bulamadı. Ben de bulamadım. Ama şimdi yine dünyanın bir konuda netleştiğini düşünüyorum. Dünyadaki muhalif hareketin. Türkiye'deki muhalif hareket de bunun kıyısına ekleniyor artık.
Ancak konuşarak, daha çok konuşarak, ne düşündüğünüzü söyleyerek bir yere varabiliriz. Son zamanlardaki tüm toplumsal hareketlerin adı genellikle platform oluyor. Platform sadece konuşulan bir yerdir. Bu son derece ideolojik bir şey. Evet şu anda dünya, Türkiye sadece konuşuyor. Ben de konuşuyorum ve insanları da konuşmaya davet ediyorum.
Ben insanların benden bir şey beklemesini değil de kendisinden bir şeyler beklemesini tercih ediyor ve insanları da buna davet ediyorum. Çünkü dünyadaki ve Türkiye'deki insanların en büyük sorunu kendine inancını kaybetmesi. İnsana olan inancını kaybetmesi. 70'lerde insanların daha mutlu, daha umutlu olmalarının nedeni buydu bence. Yapabiliriz inancını kaybetmek daha iyi insanlar olma inancını da yok eden bir şey. Bunu da ancak daha çok konuşarak ve evet dertleşerek -ki dertleşmek çok güzel bir kelime değil- ama konuşarak yapabileceğimizi düşünüyorum. Benim konuşmaya sonsuz inancım yok. Belki de tek yol konuşmak değil. Ama ben konuşarak çözüleceğine inanmak zorundayım. Çünkü başka bir şeye inanırsam, onun sonuçları daha ağır oluyor. Ben insana inanmak zorundayım. İnanmakta da ısrarcıyım. Yoksa inanmamı engelleyecek çok şey var.
Çözümü ararken bu yeterli mi?
Valla işte, Arjantin'e gidiyoruz, Hindistan'a, dünyanın öbür ucuna. Yani 80 darbesi benim için kişisel bir mesele dediğim gibi dünyanın kurtulması da benim için kişisel bir mesele. Çünkü daha iyi bir hayat yaşayacağım. Mümkünse ben de görmek istiyorum o hayatı. Bütün "biz"lerin dağıldığı bir kuşaktan geliyorum. O "biz"lerin nasıl olduğunu bilmeden hep dağılma öykülerini dinledik. Dolayısıyla benim insanlığa inancımın çok zayıf olması gerekir. Çünkü hep kötü hikâyeler dinledim. İyi hikâyeleri de hep ağlayarak anlattılar. Yok olan bir şey olarak anlattılar iyiliği, inanmayı ve güzelliği.
İnsana inanmak muhteşem bir şey. Bir kalabalıkla bir olmak şahane bir şey bir yanıyla. Arjantin'de ya da Brezilya'da insanlar hep birlikte bir şeyler yapınca çok heyecanlanıyorsun. İnsanların bir şeyler yapabileceğine inanmak istiyorum. Dolayısıyla çözümü aramak benim için kişisel bir mesele. Arjantin'de insanlar komün kurmuş, ekonomik krizi böyle atlatmış. Bunu görünce kişisel olarak çok mutlu oluyorum.
Son iki yıldır bayağı sarsıldım. Bir taraftan insanlığın alabileceği en güzel hali görebiliyorsunuz. Sonra buraya geliyorsunuz. Amerika Irak'ı işgal etmiş. Kimse bir şey yapamıyor. Bir de insanlığın en alçaldığı hali görüyorsunuz. Bu ikisini birlikte görünce, ki bizim bir şanssızlığımız da bu bence. En iyiyle en kötüyü aynı anda görebiliyoruz. Öyle bir zaman. Dolayısıyla bunların çözümlerini aramak beni en derinden ilgilendiren mesele.
Arjantin, Brezilya, Hindistan... Bizden çok farklılar ve orada olanlar burada olmuyor aynı şekilde...
Bence üç temel fark var. Burada olmayan şeyle orada olan arasında. Birincisi din. Bunu Müslümanlık Hıristiyanlık anlamında söylemiyorum. Latin Amerika için söylüyorum; dinin orada toplum içindeki işlevi bizdeki gibi değil. Rahiplerin orada en başından beri solda ve ezilenlerin yanında yer almaları diktatörlere karşı, orada o din adamlarını da farklı bir şeye dönüştürmüş. Dolayısıyla çok itikatlı bir toplumu da o din adamlarını izleyen insanlar olarak başka bir şeye dönüştürmüş. Bu da tabii şahane bir şey.
Dünya Sosyal Forumu Brezilya'da yapıldığında Porto Allegre'de, toplantıların yapıldığı birkaç merkez vardı. Bunlardan bir tanesi Hıristiyan üniversitesiydi. Bu bence yeterince açık.
İkincisi mülkiyet duygusu. Türkiye'deki mülkiyet anlayışının nereden kaynaklandığını neden böyle çılgınca bir biçim aldığını bilmiyorum. Ama ben biliyorum ki, bu ülkede insanlar aç susuz kalıp ev alabiliyorlar. Ya da bilezik takabiliyorlar. Böyle çarpık bir mülkiyet duygusu var. Latin Amerika'da böyle bir şey yok. Daha çok içelim, dans edelim, sevişelim, eğlenelim. Evi yokmuş kimsenin umurunda değil. Buradaki mülkiyet duygusu ve mülkiyete sahip olma olasılığına duyulan o tuhaf inanç, bence mesela insanların komün hayatı falan kurup krizle başa çıkmasını engelliyor. Üçüncüsü de kadın meselesi. Orası anaerkil bir toplum.
Genç, başarılı bir kadınsın. Şanslı sayılabileceklerden. Okuma ve ev dışına çıkma şansı edinebilenlerden yani...
Vallahi hatırlarsın mor iğne kampanyası olduğu vakit ben on altı yaşındaydım. Benim o zaman evden çıkmama, akşam geç kalmama izin yoktu. İzmir'de bir dergi vardı. Benim ilk yazım da o dergide yayınlandı. O yazıyı o dergiye götürebilmek için geç kaldım eve ve çok kötü azar işittim.
Benim ailem solcu bir aile ama, bu onların orta sınıf muhafazakârlığıyla zehirlenmiş olmadığı anlamına gelmiyor. Türkiye'de kadınlar üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaşıyor, aynı şekilde yetiştiriliyor. Ben de o şekilde yetiştirildim. Bunların hepsiyle de tek tek cebelleşmek zorunda kaldım. Hâlâ da öyleyim. Slalom gibi bir şey benim hayatım. Ben imam nikâhıyla evlenen bir kadın olmayacağım, farklı bir hayatım olacak, istediğim yere gideceğim gibi dertlerin varsa, slalom gibi bir hayatın oluyor.
Ben hiçbir kız çocuğu bilmiyorum ki sekiz yaşından itibaren yalan söylemeyi öğrenmemiş olsun. Bize yalan söylemeyi öğretiyorlar. Bu ne kadar iğrenç bir şey. Ve sen üniversiteye geldiğinde artık yalan söylemek konusunda şahane performanslar sergileyebilen biri oluyorsun. Ben de öyleyim. Bir yerde son bir çıkış var. Orada nihayet yüzleşmek zorunda kalıyorsun. Kılıçları çekmek zorunda kalıyorsun. Ama ekonomik özgürlüğü kazanmanın falan hiçbir yardımı yok aslında bu kavgada. Yine her zamanki gibi silahsız kalıyorsun Türk aile sisteminin karşısında.
Yani Brezilya'ya, Arjantin'e gidebilirsin ama nikâhsız yaşamasan iyi olur. O yüzden slaloma benzetiyorum. Oradan kaçıyorsun, buradan kaçıyorsun ve yokuş aşağı düşüyorsun aslında. Kendini durduramayacağın, hesap edemeyeceğin, önlem alamayacağın bir tehlikeli bir slalom gibi iniyorsun aşağı.
Tabii Çankırı'da yaşayan ortalama benim yaşımda bir kadından farklı bir hayatım var. Ama özel bir yeteneğim olduğu için var. Yoksa olağanüstü mücadele ettim de ben kurtardım kendimi bu kadınlık durumunun getirdiklerinden gibi bir şey değil. Yazmak gibi özel bir yeteneğim olmasaydı, muhtemelen ben de öyle bankada filan çalışacaktım yani.
Basında neler yaşıyor kadınlar? Güzel olmak şart, peki ya yetenek?
Evet ben de güzel olmak zorundayım. Çünkü eski solcu bacılara benziyorsun denmemesi için benim elimin yüzümün düzgün olmam lazım. Ben köşe yazarı olsam bile hâlâ bir görsel malzemeyim. Benim fotoğrafımı bir erkek yazardan daha büyük basarlar, röportaj yaptıkları zaman. Bundan kurtuluş yok. Bu benim önleyebileceğim bir şey değil. Elif Şafak için de geçerli bu. Ne kadar ciddi dursa da hiç fark etmez. Ben de istediğim kadar mücadele edeyim, bu benim yok sayacağım bir durum.
Fakat ben medyada bir sürü aptal, yeteneksiz güzel kadın var sözünü de çok acımasız buluyorum. Biz erkek patronlardan eleştirmeye başlarsak, en son o güzel küçük kızları konuşabiliriz. Ama önce bir erkek patronlar, kapitalist sistem, o erkek patronları oraya oturtan sistemden başlamak lazım. İlk başlanan yer bu işin kuyruğunun ucunda olan o güzel kızlar olmamalı.
Bütün bu sistemin ürettiği bir şey. Bütün bu sistemin ürettiği erkeklerin ürettiği bir şey. Bu sistem o binaları üretiyor, böyle bir haber mantığını üretiyor. O binaların içinde erkek yöneticiler var. Onlar güzel kızlar görmek istiyorlar etraflarında falan filan. Ama ilk düşman o kızlar değil. Kadınlar arası çekişmeyi erkekler çok sever. Çok eğlenceli bulurlar, horoz dövüşü izlemek gibi. Ben bu seyirlik malzemenin bir parçası olmak istemiyorum. O yüzden hiçbir kadına saldırmak istemiyorum. O kadın çok kötü olsa bile.
Ayrıca Türkiye'de medya sektöründe bütün işi kadınlar yapar. Erkekler bir tek yukarıda karar verir. Ama o güzel kızların dışında bir de canı çıkan diğer güzel kızlar var. Bence çok da becerikli, akıllı kızlar var. Dolayısıyla benim medyada ilk saldıracağım kişiler o kızlar değil.
Kitaplarınızla ilgili ya çok sevildiği ya da çok gıcık olunduğu gibi şeyler duyuyoruz. Sizin kulağınıza neler geliyor?
Ben de çok böyle şeyler duydum. Nefret edenleri Ekşi Sözlük'te falan gördüm. Bilmiyorum. Valla ben olsam ben de gıcık olurum. Şimdi otuz yaşında, eli yüzü de düzgün, kıçını başını da yazmıyor, neden orada, neden ben orada değilim. Ben olsam ben de gıcık olurum. Anlıyorum, yani, ooh Arjantin filan öyle geziyor, gülerken resimler çektirip gazeteye gönderiyor oralardan. Dil desen pabuç kadar.
Gıcık olunacak bir durum olduğunun farkındayım. Gıcık olsunlar. Daha iyisini yapmaya çalışsınlar, daha uzağa gitmeye çalışsınlar. Gıcık olmak bence kadınları harekete geçirir. Hayranlık duygusu benim bilmediğim bir şey. Ben kimseye hayran olmadım. Dolayısıyla hayran olmayan insanlar benim kendime daha yakın hissettiğim insanlar. Gerçekten. Çünkü hayranlık ilişkisi benim kurmadığım bir ilişki.
Gıcık olmak mesela daha bildiğim demeyeyim ama daha anlayabildiğim bir şey. Daha empati kurabileceğim bir şey. Benim de gıcık olduğum kadınlar var. Ben de Arundathi Roy'a gıcık oluyorum. Sen kalk Hindistan'dan çık. Uluslararası kitlelere konuş. Çünkü ben de orada olmak isterdim yani. Ursula Le Guin'e gıcık oluyorum. Müthiş kitaplar yazıyor. Daha bir sürü kadın var. Çünkü bayılıyorum hepsine. (BB)