Ülkemizde 8 yıllık ilköğretim zorunlu kılınırken insan hakları eğitiminin de Milli Eğitimin amaçlarından biri olduğu belirtilmiştir. Ancak bugün eldeki bilgilerden yola çıkarak ilköğretimde eğitim hakkının gerçekleşme durumunu irdelediğimizde sorunlu alanların varlığı görülür:
* Okullarımızın fiziksel koşulları çocuğun ilgi alanlarını keşfetmesine fırsat vermemektedir.
* Tek tip müfredat programları eğitimde fırsat eşitliği ve bireysel farklara dayalı eğitim ilkesine uymamaktadır.
* Sınıf içinde, eğitimin hedeflerinin gerçekleştirilmesinde izlenecek yöntem ve teknikler belirlenmemiş, öğretmenin tercihlerine bırakılmıştır.
* Eğitimde hem bütünlüğü sağlayacak, hem de eğitim ve öğretimin kalitesini artıracak, öğretmenlerle birebir temas ederek çalışan üst kurumlarımız yok.
* Eğitim sisteminin içindekiler, dışındakiler bütün toplum sanki özellikle devlet okullarının ne kadar yetersiz olduğunu kanıtlamak için söz birliği içerisinde.
* Eğitim konusunda kamuoyunu bilinçlendirmek amacıyla kitle iletişim araçlarıyla yapılan yayınlarda uzmanların değerlendirmelerine yer verilmiyor.
* Sonuçta, temel haklardan olan çocuğun kişiliğinin, zihinsel ve bedensel yetilerinin keşfi ve geliştirilmesi amacına ulaşılamıyor.
Ağzına kadar çocukla doldurulmuş odalar
Birinci sorunlu alan olarak fiziksel koşullar öne çıkıyor. Milli Eğitim Bakanlığının Devlet İstatistik Kurumuyla birlikte yayınladığı istatistiklere göre 2005-2006 akademik yılında ilköğretim seviyesinde okullaşma oranı yüzde 90, derslik başına düşen ortalama öğrenci sayısı 35'tir. Öğrenci yoğunluğu bölgelere göre derslik başına 53 ile 24 öğrenci arasında değişiyor ve derslik dışındaki eğitsel alanlardan söz edilmiyor.
Bu verilerden de anlaşılacağı gibi okula gitme şansını yakalayan bir çocuğa sunulan ortam esasında ağzına kadar çocukla doldurulmuş bir odadan ibarettir. Kapalı-açık spor alanları, laboratuarlar, etkinlik salonları, sanatsal eğitim atölyeleri, kütüphane henüz okul adıyla birlikte anılmaz. Okulların bulundukları mahallelerde bu amaçlarla kullanılabilecek başka alanlar bulunmadığı gibi bu tür alanlardan yararlanmaya yönelik bir planlama da yok.
Okuma becerisinde 16 OECD ülkesi arasında en sondayız
Okulun çocuğa sunduğu fiziksel koşullara baktığımızda, dinleme dışında hiçbir etkinliğe olanak olmadığını görürüz. Bu da, kaçınılmaz olarak Bloom'um "Eğitim Taksonomisi"nde "bilgi düzeyinde öğrenme" olarak adlandırılan en alt düzeydeki öğrenmenin gerçekleşebileceğini işaret ediyor. Eğitim bilimcileri, bBu düzeyde öğrenilmiş bilgilerin gerçek durumlara uygulanabilmek, başka alanlara aktarılmak, çözümleme ve yorum yapmakta kullanılamadığını vurguluyor.
Bu durumu OECD nin 2000 yılında 4.sınıfların okuma becerilerinin düzeyini belirlemek amacıyla yaptığı PIRLSde (Progress in Reading Literacy Study=Okuma Becerisini Geliştirme Araştırması) doğruluyor. 16 ülkeyi kapsayan bu çalışmada Türkiye en alt sırada yer alıyordu.
Çocuğun zihinsel ve bedensel yetilerinin belirlenip geliştirilebilmesi için eğitim ortamının çeşitlenmesi, dinleyici olmanın ötesinde farklı etkinliklerde bulunabilmesi gerekir. Bu olanağı yaratmanın en yaygın yoluysa, laboratuarlar, sanat atölyeleri, spor alanları, kütüphane, gösteri alanları ve benzerleri düzenlenmekten geçiyor Milli Eğitim Bakanlığı verileri arasında derslikler dışındaki çalışma alanlarıyla ilgili bilgi bulunmuyor, ancak hepimiz kişisel deyimlerimizle biliyoruz ki okullarımızın bu tarzda çalışma alanları yok, olanlar da etkin ve fonksiyonel olarak kullanılmıyor.
Farklı kültürlere tek tip müfredat
Sorunlu ikinci alan müfredat ve uygulama. Kamuoyu, kitle iletişim araçlarından sık sık müfredatın "çağdışı" olduğunu pekiştiren eleştiriler duyar ve izler. Müfredat programlarının içeriğine baktığımızda bunların referans alınabilecek başka ülkelerin programlarından aslında çok da farklı olmadığını görürüz. Türkiye deki sorun iki başlık altında özetlenebilir:
Ülkemizde sosyal yaşamın çok çeşitlilik gösterdiğini hepimiz biliyoruz. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, okula başlayan çocukların giriş özellikleri yörelere göre farklılık gösterecektir. Öğrenme kuramları bireyin öz yaşamını referans alan yaklaşımların öğrenmeyi hızlandırdığını ve üst düzeyde öğrenmenin gerçeklenmesine katkıda bulunduğunu söyler. Eğer amacımız temel insan hakkı olan eğitim hakkının fırsat eşitliğine dayalı olarak gerçekleşmesini sağlamak ise bütün çocukların önüne aynı programı ve materyali koymak daha işin başında amaçtan uzaklaşmak anlamına gelir. Ülkenin en ücra köşesinde Türkçe bilmeyen çocukla en gelişmiş bölgedeki çocuğun aynı işleme tabi tutulması her ikisi için de adil olmasa gerek.
Uygulamada başıboşluk
Milli Eğitimin müfredat programlarına bakıldığında bunların, işlenecek konu başlıkları dizininden oluştuğu, hedeflerin açıkça belirtilmediği görülür. Oysa formel eğitim, önceden belirlenmiş amacı gerçeklemeye yönelik bir çalışmadır. Amacın ve amaca hangi yol izlenerek ulaşılacağının, uygulayıcı durumunda olan öğretmene sunulması gerekir. Türkiye'nin eğitimde örnek aldığı Batı ülkelerine baktığımızda öğretmenin sınıfta atacağı her adımın belirlendiğini, yöntem konusunda fikir ve malzeme üreten, öğretmene hizmet içi eğitim desteği veren yerel veya ulusal komisyonların bulunduğunu görürüz.
Türkiyede ise uygulama tek başına bir öğretmene bırakılmış durumdadır. Bunların yanında öğrenci başarısını ölçmek ve ölçme araçlarını geliştirmek de öğretmene bırakılmıştır. Durum böyle olunca da çıktının ne olacağı öğretmenin tercihlerine bağlı olarak değişiyor, ülke genelinde bir bütünlük oluşmuyor. PIRLS araştırmasının bulguları bu sonucu kanıtlar niteliktedir. Bu araştırmanın gösterdiği gibi, Türkiye, en başarısız ülke olmasının yanında en iyilerle en zayıflar arasındaki farkın en yüksek olduğu ülkedir aynı zamanda.
Okul deyince akla olumsuzluklar geliyor
Okul algısının başarıya etkisini ölçen bir araştırma yok elimizde. Ancak motivasyonun öğrenmeyi etkileyen etmenlerden biri olduğu, eğitim bilimlerinin temel bilgileri arasındadır. Kitle iletişim araçlarında eğitimle ilgili yapılan yayınlara ve eğitimle hiç ilgisi olmayan programlarda ima edilen bilgilere baktığımızda devlet okullarının çok kötü, öğretmenlerin çok yetersiz, oralarda bir şeyler öğrenmenin mümkün olmadığının vurgulandığını algılarız. Etrafı bu bilgilerle kuşatılmış bir çocuğun okul ortamı kursuz olsa bile kazanımlarında azalma olur. Toplumumuzda TV izleme oranlarının yüksek olmasının, TV yayınlardaki bu olumsuz vurgunun yaygın şekilde algılanmasına neden olduğu söylenebilir.
Bütün bunların yanında ortaöğretim kurumlarına yerleşme ve ortaöğretim kurumlarının sınıflanma şeklinin yarattığı olumsuzluklar da ayrı bir yazı konusu olmayı hak eder. (HU/EK)