Sabah kalkar kalkmaz açtığım televizyonun sabah haberleri sırasında "dün" nelerin olup bittiğini öğreniyorum. Bunu da sıklıkla TRT'yi, sıklıkla da "sabah haberleri" programını izleyerek yapıyorum.
Burada her sabah izlediğim en temel unsur "şiddet" ve şiddeti doğuran "silah"lara ilişkin görüntüler. Evet şiddet ve savaş dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bu doğru. Ama dünyanın şiddetini anlatırken illa bunu doğrudan göstererek yapmak zorunlu mudur?
Şiddet ve onu yaratan silahlar zaman zaman izlediğim hemen tüm TV kanallarında da gördüğüm bir unsur. Kıyaslama olanağım olmadığı için hangisinde daha ok bilmiyorum. Ama "TRT'de bile" varsa ötekilerde boyutunun çok daha fazla olduğunu tahmin edebilmek mümkün.
Bu belki çocukluktan bu yana 40 yıldır edinilen bir alışkanlığın yarattığı ön yargı da olabilir. Ama buna ilişkin araştırmaları ortaya koymak da sanırım uzmanların, medya denetleyicilerinin işi. Sahi izlenme oranı yerine, neden böyle bir ölçeğe göre, yani şiddet unsuruna göre bir sıralama yapılmaz?
Şiddet sağlığı bozuyor
Şiddetle ilgili çok sayıda sav ve yaklaşım var. Kimisi her canlının doğasında olan, yani genetik yapısına kodlanmış bir olgu olduğunu, kimisi ise görerek ve öğrenerek bir davranış biçimi haline geldiğini savunur.
Sanırım her ikisi de doğru. Ama gündelik yaşamda karşı karşıya olduğumuz, sürekli olarak bizi ve davranışlarımızı belirlemeye çalışan bir "medyatik" bombardıman altındayız. Bu öyle bir bombardıman ki, sanal ile gerçekliğin ara kesiti belirsiz.
Şiddet insanın sağlığını ve sağlıklılık halini bozuyor. Sağlığın gelişmesini önlüyor. Şiddet bir halk sağlığı sorunu. İnsanların fiziksel, ruhsal ve sosyal iyilik hallerini ortadan kaldırıyor. Hasta ediyor. Üstelik şiddetin tedavisi yok.
Uygulayanı da, mağduru da...
Yalnız önlenebilir bir sağlık sorunu. Şiddetin ancak izlerini ve yaptıklarını tedavi edebiliyoruz. O da kısmen. Her tür şiddet insanın varlığı üzerinde fiziksel ya da psikolojik bir iz bırakıyor. Ayrıca şiddet bulaşıcı. Şiddet her zaman şiddeti doğuruyor. Tek bir insan hastalanmıyor, şiddet uygulanması halinde birden çok insan hastalanıyor.
Şiddet yalnız maruz kalanı değil, uygulayanı da hasta ediyor. Şiddetin dolaylı sonuçları da var. Yalnız maruz kalanların değil, onu görenlerin, izleyenlerin de tedavisini gerekli kılıyor. En azından rehabilite edilmesini yani insanların yaşamla bağdaşır bir hale gelmesini sağlayan esenlendirme anlamındaki tıbbi faaliyetleri gerekli kılıyor.
Şiddet yalnız insanlığın bütününe ait kaynakları değil, sağlık için ayrılan kaynakların da gereksiz tüketilmesini zorunlu kılıyor.
Bir boyutu daha var şiddetin. O da en çok çocukları ardından da korunması, gözetilmesi gereken yaşlı, sakat ve kadınları etkilemesi. Bu durum onların sağlıklılık hallerini sürdürmeleri için gerekli kaynakların daha çok tüketilmesi anlamına geliyor.
Welles'in yaptığına
Herkesin bildiği ve sıkça anlattığı bir örnek var. Orson Welles sanırım 1950'li yılların ortasında yaptığı bir radyo programında dünyaya uzaydan gelen bazı canlıların saldırdığını, sanki canlı yayın yapar gibi anlatır.
Aslında bir radyo oyunudur ve başlangıcında her hangi bir uyarı yapılmadan başladığı için dinleyicilerin büyük bir paniğe kapılmasına yol açmıştır. İşin aslı ortaya çıkınca da Orson Welles kınanmış, toplumdan özür dilemek zorunda kalmıştır.
O zaman çok yoğun tepki çeken bu tek örnek günümüzde her an sürekli olarak yaşanıyor. Eğer yayınların bu özelliğini bilmezseniz her an Orson Welles'in yaptığına taş çıkaracak panik reaksiyonları yaşayabilirsiniz.
Habere canlılık!
Televizyon, sinema ve giderek yaygınlaşan bilgisayar oyunlarındaki gerçekten ayırt edilemeyecek kadar gerçeğe benzeyen bu kanlı, kavgalı sahnelerinin varlığı ve etkisi altında şiddeti içselleştirmemek, toplumsal bir hezeyan gibi ona katılmamak olanaksız.
Yukarıda dediğim gibi kamuya ait olan TRT, BBC gibi resmi TV. kanallarında bile bu durum sıkça gözleniyor. Örneğin haberlerin ve haber programların jeneriklerinde şiddet ve şiddeti çağrıştıran görüntüler çok sık yer alıyor.
Her an dünyanın bir yerlerinde yaşanan çatışmaların haberleri verilirken, sanki başka türlü olamazmış gibi şiddetin ve onu yaratan silahların göründüğü enstantaneler seçilerek habere canlılık katılmaya çalışılıyor.
Oysa bir çatışmanın insan üzerindeki etkileri, tükettikleri gösterilerek de haber yapılabilir. Ama yapılmıyor. Haberdeki görüntünün taze kesilmiş bir et gibi kanlı canlı olması gerekli. Gerçekten gerekli mi? Bunu bilen yok.
Ama sunulan böyle? Kim için, ne için? Daha çok savaşmak, daha çok silah satmak, daha çok antidepresan, savaş cerrahisinde kullanılan, ya da şiddetin yarattığı sağlık sorunlarının çözümlenmesi için gerekli ilaçların, antibiyotiklerin satılması, savaşın, şiddetin yok ettiklerinin yeniden inşası için gerekli araç gereç, meta ve diğer kaynakların tüketilmesi için mi gerekli?
Şiddet ilgi çeker mi?
Oysa savaşın gerçekliği ve sonuçları silahları, uçakları, silah seslerini, askerleri göstermeden de savaş anlatılabilir. Ülke içindeki olaylarda da benzer tutumlar söz konusu olabilir. Kamu çalışanlarının eylemlerinden söz ederken, "robocop" giysili polisleri göstermeden de bu haber topluma iletilebilir. Ya da bir tekil öldürme ya da yaralama olayı şiddeti kolayca algılatacak unsurları olmaksızın da haberleştirilebilir.
Belgesellerde şiddet var. Dizilerde şiddet var. En masum aile filmlerinde bile şiddet bir unsur olarak kullanılabiliyor. İki saatlik bir filmde 5 saniyelik bir şiddet sahnesi varsa, onun tanıtım filminde mutlaka bu sahne gösteriliyor.
Çünkü şiddetin ilgi çektiği yolunda bir kanı var. Bu doğru mu yoksa, böyle olmasıyla insanların şiddete ilgileri ortaya mı çıkarılıyor; bu belirsiz. Ama seçim çok net ve ortada ve etkiliyor.
Şiddeti fark ettirmeyen "komiklik"
Şiddet müzik eğlence programlarında bile var neredeyse. Orada sanatçıların şaka ile karışık ama içinde şu ya da bu dozda bulunan ve birbirlerine yönelik şiddet gösterileri yalnız şiddetin olağan sıradan bir şey olmasını sağlamıyor aynı zamanda sevimli de kılıyor.
Bu tür eğlence programlarında yer alan kimi "masum" oyunların içinde de şiddet var. İnsanlara vurarak, düşürerek, bedenine fiziksel bir çarpmada vurularak "komik" yaratılıyor.
Gerçekten de şiddete maruz kalan insanların doğal tepkilerinden birisi de ona karşı alayla yaklaşmak gülmektir bazen. Bunu bir komiklik diye göstermek bile şiddeti farkında olmadan benimseten unsurlar arasında yer alıyor.
Sonra reklamlar var. Reklamlarda güç gösterisi en önemli unsur. O ise fiziksel erki ortaya koyarak yapılıyor. Bir arabanın reklamında hızla giderken savrulması ve bilmem kaç desibellik bir lastik sesi çıkararak manevra yapması gösteriliyor, aynı zamanda şuh ve çok zarif bir kadının varolduğu bir sahnede.
Küçük silahlardan "Cennet"e
Gündelik yaşamda da böyledir aslıda. Bir erişkin insan her şeye karşın kendisini koruyabilir. Ama asıl risk altında olanlar çocuklardır. Onlara daha evde çocukken, oyuncak olarak seçilen ve alınan şiddeti doğuran küçük, hoş, sempatik görünümlü silahlarla şiddete aşina kılmaya başlanır. Tanklar, tüfekler, kılıçlar çok sevimlidir o yaştaki çocuklara sunulduğunda.
Çocuk büyüdükçe şiddet yaşamına "dayak" olarak girer çocuğun. Şiddetin en basit ve en kabul edilir olanıdır dayak. "Cennetten çıkma"dır örneğin. Ebeveynlerin çocuklarını terbiye ederken kullandıkları "basit" şiddet uygulamaları "kızını dövemeyen dizini döver, oğlunu dövmeyen bağrını döver" türünden atasözleriyle kabul edilir kılınır.
Sonra okul çağı gelir. Durum aynıdır. Şiddet bu kez "eti senin kemiği benim"le "sıra dayakları"yla daha ilk okuldan başlayarak tüm eğitim boyunca sürer.
Askerlik dönemi öncesinde daha onun hazırlığı sırasında, yani çocuk daha ergin döneminde vatanı ve milleti korumak için yapılması gereken mücadelede "kanının son damlasına kadar savaşmanın" mertliğin ve yurttaşlığın gereği olduğunun altı çizilir.
Kutsallık!
Çocukların bu dönemdeki oyunları Amerikan filmlerindeki şiddetin taklit edilmesiyle yeniden kurulur, kurgulanır. Benzer biçimde bilgisayar oyunları, resimli romanlar, dergiler hep şiddet ve şiddeti doğuran silahlarla doludur.
Bu sıralarda çocuklar "at-şimdilerde otomobil-, avrat, silah"ın yaşamın en büyük değerleri olduğunu öğrenir. Kanının deli deli aktığı bu dönemde şiddeti yaşamak övülecek bir yaşam biçimidir. Şiddete karşı olanlar "kız" ya da "ibne" olarak nitelendirilir, aşağı sınıftan birisidir, diğerlerinin gözünde.
Mahalle kavgaları, sportif yarışmalardaki taraftar çatışmaları bu dönemde övünülecek eylemlerdir. Derken çocuk genç olmaya adım attığında bu kez "inandığı" görüşün "savaşçı bir militanı"dır. O barış için zafere kadar savaşmaya kodlanmıştır.
"Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin" denilerek silaha el basılarak edilen yeminlerde farkında olmadan aslında şiddet kutsanır. Sağcısı da solcusu için de aynıdır hemen hemen. Bir yandan "yaşamak yani ağır bastığından" diyen Nazım Hikmet'e övgüler düzülürken bir yandan "güle oynaya dağa çıkılır" ölmek için. Hükümetler bütçelerinin önemli bir bölümünü silaha yatırırlar. Çünkü düşman kapıdadır ve ülke savunması kutsaldır.
Askerlik içselleştiriyor
Sonra askerlik dönemi gelir. Şiddetin en çok içselleştirildiği dönemdir askerlik. Toplumun ikinci temel "eğitim aşamasıdır" bu dönem. Kıdemli olanın çömezi, üstün astı, muvazzaf olanın, dışardan geleni dövmek ve şiddet uygulamak hakkıdır neredeyse.
Hatta belirli sınıfların birbirleriyle olan ilişkilerindeki hiyerarşi bile şiddet ve şiddeti kullanma unsuru üzerine inşa edilmiştir. Tankçı "kaşalot"tur, "piyade"nin "mekanize" olanı diğer üzerinde egemendir; doğal olarak da şiddeti daha çok uygulamak hakkıdır.
Askerlik dönemi bitince evlenir bizim ülkemizde "deli" ve "kanlı"lar. Başka dillerde bu sözcüklerle mi ifade edilir bilmem ama bildiğim şu: Burada belirleyen "kanlı"lıktır. "Kan"ı akıtma ve dökme konusunda "sorumsuz" olan tek insan türü de "deli"lerdir.
Dolayısıyla bu niteleme şiddetin uygulanmasının doğallığını gösteren bir sözcüktür. Şiddet evlilik içinde de vardır. Koca çocuğundan önce karısını döver. Bir anlamda antrenmana orada başlar. Ama bu da doğaldır. "Koca değil mi, döver de sever de!" Bu nedenle karı koca kavgasına polis bile karışmaz, karışamaz.
Sorsan herkes karşı
Örnekleri çeşitlendirmek arttırmak mümkün. Şiddet her boyutuyla içimizde benliğimizde. Biz istemesek de hem de...
Birileri böyle olmasını istediği için. Ama sorarsanız herkes şiddete karşıdır aslında. Birkaç fanatik dışında bu yazının altına imza atmayacak kimsenin çıkabileceğini düşünemiyorum. Ama hiç kimse bu şiddet unsurlarını yaşamından, yaşamımızdan çıkarmak için gayret ettiğini de görmedim.
Bazı gönüllü örgütlenmeler, bu konuyu kafasına takmış kişiler var. Onların çoğu da şiddetten bir şekilde mağdur oldukları için bunu iş edinenler. Şiddetin doğrudan etkisini büyük ölçekte yaşamayan hiç kimsenin bu işi kafasına taktığını ve bunu ortadan kaldırmak için uğraştığını görmedim. Bunu anlayamıyorum işte.
Kızınca şiddet yerine
Başta TRT olmak üzere, şiddete karşı olduğunu açıkça ifade eden tüm yayın kuruluşları bütün jeneriklerinden, bütün fragmanlarından, bütün tanıtım programlarından, bütün haberlerinden şiddet ve şiddeti yaratan silahların görüntülerini kaldırabilir.
Bütün oyuncakçılar en azından vitrinlerinden silahı, savaşı ve şiddeti çağrıştıran oyuncakları kaldırabilir.
Sinemacılar sevişme sahneleri yerine insanların öldüğü vurulduğu, katledildiği sahnelerle, bu şiddeti yaratan silahların göründüğü sahneleri kesebilir. Anneler babalar çocuklarına kızdıklarında şiddet uygulamaktan başka yöntemleri bularak onları terbiye edebilir.
Bir denesek!
Aslında şiddet insanın ne kadar zayıf bir yaratık olduğunu gösteren bir unsurdur. Kuvvetli insanın şiddete gereksinimi yoktur. O her zaman istediğine ulaşabilir. Bunun tersi de doğrudur aslında: Şiddet hiçbir zaman istenilene ulaşmayı garanti etmez.
Şiddet şiddeti doğurur çünkü. Korumak için hep uygulanmak zorundadır. Demokratik toplumlarda şiddet olmaz. Tıpkı şiddetin az olduğu toplumlarda demokrasinin daha gelişmiş olduğu gerçeği gibi. En çok şiddet uygulayan, şiddetin kendisine ya da görüntüsüne gereksinimi olan toplumlar aslında demokrasisi, toplumsal dayanışması ve insana olan inancı en az toplumlardır.
Bu kadar sözden sonra bir iş, bir görev çıkıyor aslında: O da bunu denemek. En azından bir kez.
Ne dersiniz gerçekleştirebilir miyiz acaba? (MS/NM)