****
"Her şey Alman Hıristiyan Demokrat (CDU) politikacı Walter Hallstein'in, 1963'de, Türk hükümetinin, o zamanın Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (EEC) ortaklık başvurusu sırasında "Türkiye Avrupa'nın bir parçasıdır" demesiyle başladı.
Şimdi aynı konuşma devam ediyor. Yalnızca erkeklerin kağıt oynadığı köy kahvelerinde, güzel giyimli laik kadınların dedikodu yaptığı kent café'lerinde, bakanlıklarda ve politik koridorlarda, yazı işlerinde, otobüslerde ve Ankara'nın metrosunda değil; Avrupa başkentlerinde de Türkiye'nin lehine ve aleyhine puan veriliyor: Bu büyük ve genç ulus (% 60'ı 30 yaşın altında) Avrupa'ya uyum sağlayacak mı? Avrupa Birliği (AB) Komisyonu herhangibir çekince olmadan kesin bir müzakere tarihi tavsiye edecek mi, yoksa ticari cennete giriş için yeşil ışık yakmadan önce, bir "ama" mı ekleyecek..
Sonuncusu -geçtiğimiz günlerde Ankara'da bir elçilik resepsiyonundaki tahminlere göre - en olası durum. Pazar günü Türk gazeteleri AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen'ın "komisyon, çıkacak raporda üyelik meselesini açık tutacak".alıntısı yaptı.
Kedi kapağı
Komisyonun müzakerelerin başlamasına ilişkin tavsiyede bulunacağı konusunda çok az şüphe var. Ancak tavsiyenin, AB'ye, üyeliğe uzanan süreçte, kendi değerlendirmeleri çerçevesinde tüm süreci sıfıra indirgeme konusunda ne ölçüde imkan vereceği, yani giriş kapısı üzerinde ne ölçüde bir "kedi kapağı" açılacağı konusunda kuşkular var. "Kedi kapağı" 2005'de müzakereler başladıktan sonra da Türkiye'nin politik ve ekonomik gelişmesinin sürekli AB gözetiminde kalacağına ilişkin bir madde olabilir. Türkiye'nin demokratik gelişimi duraksama gösterir veya geriye giderse, ya da 2001'de olduğu gibi devletin bütçesini yeniden IMF gözetimi altına alacak vahim bir ekonomik kriz olursa "kapak" açılmayacak şekilde kapanabilir.
Eğer komisyon raporuyla birlikte böyle bir "ama" maddesi ortaya çıkarsa AB ve Türkiye yeni bir krize sürüklenir. Bu yıl 1 Mayıs'ta üye olan hiçbir ülke bu çeşit çekincelere maruz kalmadı. Kopenhag'da da görev yapmış olan eski Büyükelçi ve muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisinden (CHP) Onur Öymen'in "kedi kapağı" tahmini için söylediği gibi: "AB bütün aday ülkelere eşit ve adaletli bir değerlendirme vaat etti, aksi bir durum sözünü tutmamaktır."
Çekince Erdoğan'ı güç durumda bırakacak
Tüm prestijini ve bir kısım politik sermayesini AB'den çıkacak çekincesiz bir evet'e rehin vermiş olan Türk hükümeti, meseleye Öymen'den daha yumuşak bakmıyor. Üyelik müzakeresinin tam ve tüm kabulünün dışında her şey bir yenilgi diye nitelendirilecek. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Türkiye'nin aday ülke olarak yaya bırakılıp, Kıbrıs ile dağılmış doğu blokunun eski Comecon üyelerinin aday ülke olarak kabul edildiği 1997 Luxembourg zirvesinde olduğu gibi AB ile ilişkiyi kesmesi zor. Ancak ilişkilerin "yeniden değerlendirileceğine" dair bir açıklama yapacaktır. Bu tip bir adım, İslami tabanlı AKP hükümetinin kısmen başının dik durabilmesi için yegane olasılık gibi görülüyor.
Ancak bu çehrenin gerisinde Erdoğan -Avrupa'ya karşı başka bir Türk alternatifi olmadığı için, raporun içeriği ne olursa olsun - raporu yiyecektir. Erdoğan, AB'nin çekincesinin çok sert olması durumunda - eşit miktarlardaki kibir ve bilgisizlik her zaman yersizliğe neden olduğundan - "Hıristiyan klubüne" verip veriştirecektir. Ve AB'nin Türkiye ile ilişkisinde hiçbir zaman parametre olmamış Türk ulusal gururuna masaj yapacaktır.
Ancak Erdoğan'ın dikkate alması gereken bir Anadolu "faktörü" söz konusu.
Çekincesi bol bir AB evet'i, hükümeti ve AKP'yi, yalnızca Erdoğan'ın sessiz ve sürekli savaş verdiği parlamentodaki muhalefetin ve devlet kademelerinin saldırısına maruz bırakmakla kalmayacak, aynı zamanda kendisinin muhafazakar, islamcı tabanı tarafından da tatsız sorular sorulacak. AKP'nin çekirdek seçmenleri, AB uyum yasaları çerçevesinde gündeme gelen ve toplum ahlakı, ceza yasası ve kadın eşitliği gibi çekirdek alanlarda çoğunluğun geleneksel anlayışına aykırı Avrupalılaşmaya karşı son derece şüpheyle yaklaşıyor.
İş bitirici Erdoğan
Türkiye ve AB arasındaki uyum sürecinde, en son, zinanın cezalandırılması konusuyla ortaya çıkan çıban, Erdoğan'ın hem seçmenlerine aldırmama, hem de AB'yi eleştirme taktiklerine iyi bir örnekti. Ancak kendisi, aynı zamanda iş bitirici. Bunu da, Brüksel'de AB'nin Genişlemeden sorumlu Komiseri Günter Verheugen'la yaptığı, bütün açık uçları kapatmaya yönelik son toplantıda gösterdi.
Toplantıya ilişkin iyi bilgi alan bir kaynağa göre, zina yasasının AB için tahammül edilemez olduğunu anlatmak amacıyla Verheugen'ın yalnızca bir cümle söylemesi yetti. Ardından Erdoğan cebinden telefonunu çıkarıp Ankara'da Parlamento Başkanını aradı ve kükreyen bir sesle "Parlamentoyu ne kadar hızlı toplayabilirsin" diye sordu. "Birkaç gün içinde olabilir" "İyi o zaman topla" dedi Erdoğan, telefonunu kapatıp Verheugen'a döndü : "Bu işi hallettik".
Evde hükümet çekişmeyi "taktik" olarak sattı - zinanın ceza yasasına konması hiçbir zaman amaçlanmamıştı ama Brüksel'in eleştirel dikkatini örneğin Kürt sorunundan çelmek için kullanmıştı. "Mesele" en azından Türkiye'nin dindar-muhafazakar halk kesiminin, ekonomik AB cennetine açılan incili kapının aynı zamanda ulusun "ahlaksızlaşmasından" geçtiği şeklindeki yaygın şüpheciliğini ortaya çıkardı.
Ancak bu şüphecilik yok olmaya başladı bile. Özellikle, 17 Aralık'taki AB zirvesinde, 2005'de bir müzakere günü verilmesi konusunda karar verecek Avrupalı liderlerin ellerinin titremesine neden olan ve Avrupa'da giderek yayılan psikolojik isteksizlikle karşılaştırıldığında..
Avrupa'daki isteksizlik
Avrupa'daki şüphecilik daha yakından baktığımızda iki nedene dayandırılıyor: Türkiye yüzde 99'u Müslümanlardan oluşan bir ülke.. Ve Türkiye'de milli gelirin, 25 üye ülke ortalamasının yüzde 30'undan az olması nedeniyle AB'nin en yoksul ülkesi olacağı..
Kısaca, hem düşünsel, hem de ekonomik koşullardan kaynaklanan bir isteksizlik söz konusu. Büyük ama bazı bölgeleri yoksul ve geri kalmış bir ülkeye AB'nin yapılanma fonlarından (dolayısıyla AB ülkelerindeki vergi mükelleflerinden) ciddi kaynak aktarma isteksizliği. Her iki faktör, yaz öncesinde Avrupa Parlamentosu seçimleri sırasındaki tartışmalara damgasını vurdu. Öyle ki Türkiye'ye kesin bir müzakere günü verilmesi konusunda ortak sorumluluğa sahip olan Danimarka'nın eski Başbakanı sosyal demokrat Poul Nyrup Rasmussen da tabağı tersine çevirip Ankara'ya karşı konuştu.
AB'nin tarım konusundaki komiseri Avusturya'lı Franz Fischler, büyük olasılıkla nüfusun yüzde 40'ının istihdam edildiği tarımı sektörünü düşünerek, Türkiye'nin "Avrupalı olmaktan çok oryantal" olduğu açıklaması yaptı. Aslında demek istediği Türk çiftçilerinin bugün 11.3 milyar Euro tarım desteği alacağı idi.
Dramatik yeteneğiyle tanınan, İç pazardan sorumlu Hollandalı Komiser Frits Bolkestein, Avrupa tarih kitaplarına göre "Avrupa uygarlığını kurtaran" ve Osmanlıların Viyana kuşatmasını kaldırmaya zorlandığı yıl olan 1683'e gönderme yaparak, "AB içinde bir Türkiye'nin '1683'ün boşa çıktığı' anlamı taşıyacağını" söyledi. Söylemek istediği, Türkiye'nin üyeliğinin yılda 10 milyar Euro bölgesel destek anlamına geldiğiydi.
Alman Hıristiyan Demokratların (CDU) Şansölye adayı Angela Merkel, ilkbaharda Ankara'da da lanse ettiği ve soğuk bir omuz silkmeyle karşılanan "özel ortaklık" önerisiyle oy topluyor.
Ancak bu konuda yalnız değil - Jacques Chirac' ın muhafazakar partisi, UMP, Chirac'ı, Türkiye'nin üyeliğe alınmasına ilişkin müzakerelerin 10 veya 15 yılda bitmesi durumunda - ve şayet biterse - bir halk oylaması yapılması konusunda Fransızlara söz vermesi için zorluyor. O zamana kadar Chirac'ın 'Yalnız İhtiyarları Koruma Derneği'nin* Fransız versiyonu haricinde bir yere Başkan olması zor. Bu nedenle verilen söz Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından ciddiye alınmıyor. Gül, sosyal demokratların bir süre önce yapılan kongresinde eski İçişleri Bakanı Karen Jespersen'ın Danimarka için de aynı şeyi önerdiğini farketmedi. Gürültülü suskunluk diye nitelendirilebilecek Kongrenin de buna dikkat etmemesi, herhalde görece yeni seçilmiş ve arka planda sükunet isteyen parti başkan Mogens Lykketoft'a karşı sadakatten kaynaklanıyor olsa gerek.
Türkiye'ye tarih verilmesi konusunda AB tarafından 1999 ve yine 2002'de verilmiş politik vaatlere rağmen; Türkiye'nin 1963'den beri AB'yle ilişkili, 1987'den bu yana da resmen aday ülke olmasına rağmen, Merkel, Chirac, Jespersen ve diğer politikacılar Avrupa halkının derinliklerinde iltihaplı bir çıbana dokunuyor.
Türkiye'nin üyeliğine karşı direnişin Avrupa'daki toplam 12.5 milyon Müslüman'ı barındıran ülkelerde - Fransa, Almanya, Avusturya ve Hollanda'da olması, durumu anlatıyor. Kamuoyu yoklamalarına göre direniş Danimarka'da da yaygın ve kısmen, halkın Türkiye'yi Ishöj, Brabrand ve Volssmose'de ** yaşamasından kaynaklandığı sanılıyor.
Aynı ülke, iki versiyon
İngiliz haftalık dergisi The Economist'in geçtiğimiz hafta yazdığı gibi, ülkeye bakıldığında, AB "iki çok farklı başvurucu"ya karşı tavır almış görünüyor.
Birinci Türkiye, 50 yıldan fazla sadık bir NATO üyesi olmuş, UEFA'dan Eurovision'a ve Avrupa Konseyi'ne, Avrupa'nın örgütsel alt yapısının üyesi, çarpıcı bir demokratik gelişme içinde olan, ordunun imtiyazlarını azaltmaya yönelmiş, canlı ve özgür bir basını olan, parlamentonun üçte ikisini arkasına almış istikrarlı bir hükümetle idare edilen bir ülke.
Dindarlığın ağırlığını hissettirdiği, ama Fransa'da olduğu gibi okullarda başörtüsü gibi dini sembollerin kullanılmasını yasaklayan, tavizsiz laik anayasası olan bir ülke. Geçtiğimiz üç ay içinde yüzde 14.4'e ulaşan ve arkada bıraktığımız birkaç yıl içinde ortalama yüzde 8 oranında ekonomik büyüme kaydeden bir ülke. Kayser Konstantin'in İstanbul'da dünyanın ilk katedralini inşa ettiği, Hıristiyanlığın beşiği olan bir yer. Hıristiyanlığın doğmalarına 1700 yıl önce diz çöktüren kilise toplantılarının yapıldığı yerlerin komşusu..
Diğer Türkiye biraz farklı görünüyor: Doğu sınırı, huzursuz Irak, İran ve Suriye'ye, Orta Asya Cumhuriyetleri ve Gürcistan'a, kısacası Asya'ya demir atmış. Kürt sorununa çözüm bulamamış, PKK'nın yine silaha sarıldığı, AB'nin en yoksul üyesi ile dahi karşılaştırılamayacak bir ekonomi. 2020'de 86 - 88 milyonla Avrupa'nın en büyüğü olacak bir nüfus. Rüşvet, insan hakları ihlalleri, askeri darbelerle - 1960'dan bu yana dört tane (***) - dolu bir tarih ve reformları uygulamaya geçirme konusunda büyük güçlükler. Öyle ki Kürt bölgesindeki bir TV istasyonu, TV programcılarının bir Kürt müzik videosunu Kürtçe takdim ettikleri için bir ay süreyle kapatıldı.
Avrupa'daki tartışmanın sorunlu yanı, politikacılar ve karar mekanizmalarını elinde tutanların, ülkenin AB - kulübüne alınmasına karşı veya lehte olduklarını açıkladıklarında, aynı ülkenin iki değişik versiyonu birbirine karşı tartılacak şekilde kantara oturtulmuyor. Nedenlerin tartışılması söz konusu değil ve yorumcular, Çar I. Nikola'nın "Avrupa'nın hasta adamı" (Asya'nın değil) diye adlandırdığı bu ülkeye ilişkin derinlemesine bir tartışmanın yapılmadığını ifade ederken haklı..
Hala ciddi hastalıklara işaret etmek mümkünse de, "Avrupa'nın hasta adamı" kesinlikle iyileşme sürecinde." (YS)
* Danimarka'da "Ensomme Gamles Vaern" adlı dernek.
** Ishöj, Brabrand ve Volssmose, Danimarka'nın büyük kentlerinde göçmen kökenlilerin yoğun biçimde yaşadığı ve ghetto diye tanımlanan semtler.
*** Çiller-Erbakan koalisyonunu bitiren ordu müdahalesi de yarı darbe olarak nitelendiriliyor.
**** Lasse Ellegaard'un bianet için hazırladığı yorum Yıldız Samer tarafından Türkçeleştirildi.