“'Klasik Demokrasi'nin temel ilkeleri; seçim ve temsil ilkesi, genel ve eşit oy, çoğunluğun yönetim hakkı, azınlığın korunması ve çoğunluğun sınırlanması, bireysel temel hakların devlete karşı korunması ve yasalar önünde eşitlik ilkesi olarak sıralanır. Bu ilkelerden birine bile uyulmadığında, klasik anlayışa uygun 'demokrasi'nin de ortadan kalktığına inanılır.”
Klasik demokrasiyle yönetildiğimiz günler sayılı...
Yukarıda alıntıladığım paragraf, bir Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisinin üniversitedeki ögrenim yaşamının ilk günlerinde Anayasa Hukuku dersinde ögrenip bir daha unutmadığı bir kavrayışı kapsar. Daha sonraki yaşamlarında, aktif siyasete atıldıklarında bu paragrafı unutmak için çok çabalasalar da bu bilgi silinemeyecek bir yerlerde hep yazılıdır.
Türkiye’ye bu açıdan bakıldığında,” klasik demokrasi” ile yönetildiğimiz günlerin de ne kadar sayılı olduğu ortaya çıkar. Bu sayılı günlerin temel nedeni büyük olasılıkla, bu oyunun altyapısının ve sınıflararası dengeden kaynaklanan “demokrasi kültürü”nün oluşamamasıdır.
Çoğunluk fırsatını buldukça azınlığın muhalefetini yok etmeye çalışır...
Son seçim sonuçlarından başlayıp geriye doğru gidildiğinde, öncelikle “genel ve eşit oy” meselesini bir türlü içimize sindiremediğimiz görülür. Çoğunluğun yönetim hakkının üzerinde daima bir “Demokles Kılıcı” sallanır. O çoğunluk fırsatını buldukça azınlığın muhalefetini, farklı düşünme hakkını, farklı düşüncesiyle gelecekte iktidar olma olasılığını yok etmek için her türlü yolsuzluğu yapar.
Bireyin temel hak ve özgürlüklerinin devlete karşı korunması gerektiği ise ancak başına bir iş gelmişler tarafından hatırlanır ve aşağı düşüldüğünde savunulur.
Bu saydıklarım kuşkusuz yalnızca bize özgü bir durum değil. Az gelişmiş/gelişmekte olan ülkelerin çoğunda benzer koşullar var. Bu nedenle demokrasi ile ulusal gelir düzeyi arasında güçlü ilişkiler olduğunu ileri sürenler de var. Kişisel görüşüm, tüm çelişkilerine karşın bu sistemin işlemeye devam etmesinin üç ana nedeni olduğu yönünde:
Birincisi, çalışan sınıfların örgütlülüğünden gelen toplumsal güç. İkincisi de bireylerin temel hak ve özgürlükleri ile ilgili güçlü bilinçleri. Üçüncüsü, güçlü bir “hukuka saygı” geleneği.
Karanlık spektrum...
Bu üç ögede de bize özgü anlayış farkları olduğu sürece, ilerlemek ne kadar güç. Karşısındakini konuşturmayan TV konuşmacısından, parti içi muhalefeti yaşatmayan siyasal parti genel başkanına, örgüt parasını iç edip bunun hesabını soranları örgütten atmaya kalkışan sivil toplum önderine, hortumla sanık dövüp “asayiş” sağlayan “Bekçi Murtaza”lara, “devlet”i kendi vatandaşlarına karşı korumak amacıyla derinleştiren asker-sivil bürokratlara kadar uzanan karanlık spektrum bu eksikliklerden kaynaklanmıyor mu?
Düzeni değiştirmek iddiası taşıyanlar da "az gelişmiş" olursa...
Daha da can sıkıcı olan, sözünü ettiğimiz bu hastalıkların hemen hemen tümünün, bu “bozuk düzen”i değiştirmek iddiasıyla yola çıkan yapılanmaların çoğunda da eksiksiz yer alması. Az gelişmiş ülkenin devrimcisi de “az gelişmiş” olmak zorunda mı?
Daha gelişmiş olanları “bünye” kabul etmeyip dışladığından bir negatif seçilme bu cephede de mi mevcut? Bunun böyle olmadığı bir yer ve durum yok mu? “O belde hangi bir kıt’a-i muhayyelde?”
"Zor olan kapitalizmin insanlık dışı olduğunu göstermek değil..."
Bu tür kaygıların cok değişik ortamlarda daha sık dile geldiğini görüyor ve bir sağlıklı gelişme olarak olumluyorum. Çok yeni yayınlanan “Özgürlük ve Örgütlülük “kitabında, Haluk Yurtsever de bu düşünce dizgesini şöyle özgünleştiriyor:
“Milyonlara, kapitalizmin insanın insani özüne yabancı ve dahası insanlık dışı bir düzen olduğunu göstermek o kadar zor değildir. Daha zor olan, önerdiğimiz yeni düzenin gerçekten bir toplumsal kurtuluş ve özgürleşme düzeni olacağını bugünden, eylemde, örgütlenmede, ilişkilerimizde, en azından embriyonik düzeyde gösterebilmektir.”(s.319)
Doğru söze ne denir? (AE/NZ)