Dünyanın en büyük askeri gücüne sahip ülkesinin en büyük beş şirketinden biri*, 60 yıldır "savaşsız yaşanmaz" şiarıyla yol almaktadır. Hayatta kalmak için mücadele etmek meşru, şirketin "savaş ekonomisi odaklı" ticari çabaları gayri meşrudur; ama şirketin faaliyetlerini sona erdirecek bir yasa bulunmamakta, tam tersine bu faaliyetler tamamen yasal bir çerçevede sürüp gitmektedir.
Üstelik hayatta kalmak için herkes tek başına ya da en fazla irili ufaklı gruplar halinde mücadele ederken, bu şirket "kârlı savaş" için milyarlarca doları, yüz binlerce çalışanı, binaları, bilgisayar ağları, danışmanları, fonlanan politik partileri, meclisleri, iletişim araçları, reklam ve halkla ilişkiler ajansları, vs. ile mücadele etmektedir.
Kısacası meşruiyetin temsilcileri ile gayri meşruiyetin temsilcisinin güçleri açısından muazzam bir dengesizlik söz konusudur.
Dünyanın en büyük gıda üreticisi**, hazır bebek sütlerini satabilmek için her yıl binlerce çocuğun ölümüne imza atmıştır ve atmaya devam etmektedir. Bebeklerin yaşatılması için mücadele etmek meşru, bebek ölümleriyle sonuçlanan bir ticari faaliyette bulunmak gayri meşrudur. Kendi bebeğini ya da başkasınınkileri yaşatmak için mücadele edenlerle gıda devi şirketin güçleri arasında da bir önceki örnektekine benzer bir dengesizlik vardır.
Bu tür, tüm dünyayı aynı anda ve neredeyse aynı ölçüde ilgilendiren küresel gayri meşruiyetlere, yerel düzeylerde sayısız gayri meşruiyet eşlik etmektedir. Ve güç dengesizliği, yerel düzeylerde de geçerlidir.
Gayri meşruiyetin alabildiğine azdığı, meşruiyetin ise alabildiğine kökleştiği bir dünyada düzenin korunabilmesi için ise, herhalde birkaç temel şeye ihtiyaç vardır: Başkaldıranları ve meşruiyetlerini gözlerden ırak tutacak kesintisiz bir yayın.. Başkaldıranlara gerektiğinde deli raporu verecek muhtelif disiplin ve yaratıcılıkta ruhbilimciler.. Başkaldıranlardan, eylemleri ile yasaları ihlal eden ve sonrasında yakayı ele verenlerin, tecrit ve mümkünse tedavi edilmesini sağlayacak bir hapishane düzeni.
Avrupa Birliği'nin lider ülkelerinde yıllardır hızla yapılandırılan tecrit ve tedavi hapishaneleri sisteminin bir benzeri ne zamandır Türkiye'de de oluşturuluyor. Sürecin aşağı yukarı 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile başladığı söylenebilir. Şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) Genel Kurul'un onayına sunulmayı bekleyen bir kanun tasarısı onaylandığı takdirde, yeni bir sürece girilecek.
Polis saldırınca direnen, "terörist" mi?
"Ceza ve Tedbirlerin İnfazı Hakkında Kanun Tasarısı", beş grupta toplanan hükümlüleri ilgilendiriyor. Bu gruplardan biri, "terör suçlarından hükümlü olanlar".
Gayri meşruiyetlerin giderek daha yoğun ve girift biçimde sistemleştiği "medeni" Batı ülkelerinde ne zamandır "politik suç" diye bir kavram yok ya.. Politik düşünce ve eyleme bu ülkelerin "sonsuz demokratik" ortamında asla (!) suç olarak bakılamaz ya.. Bizde de artık politik suçlu diye bir şey yok. Olan, "terör suçluları"...
1991'de çıkarılan 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu, terörü tanımlarken şöyle diyor: "Terör, baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti'nin ve Cumhuriyeti'nin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemlerdir."
"Baskı", "korkutma", "yıldırma" ve "sindirme" gibi alabildiğine geniş terimler, elinde silah, hatta bir sopa bile olmayan ne çok insanın ne çok eylemlerine uygulanabilir. Mesela, tamamen barışçı da olsa izinsiz bir gösteriye karşı ya da izinli olduğu halde bir noktada dağıtılmak istenen bir gösteriye karşı, polis tarafından plastik mermi, gaz kullanılabilir. Robocop kılıklı polisler göstericilere saldırıp içlerinden bazılarını yaralayabilir, sakat bırakabilir. Göstericilerin üzerine panzerler sürülebilir. Bazı göstericiler panzerlerle çiğnenip yaralanabilir, hatta öldürülebilir.. Bunlar terör eylemi olmayacak ve böyle saldırılar karşısında göstericiler oldukları yerde sakince kurşun ya da gaz yemeyi, sakatlanmayı, hatta panzerle çiğnenip öldürülmeyi bekleyecektir. Polisin gayri meşru saldırısı tamamen yasal, göstericinin meşru direnişi ise tamamen yasa dışıdır!
Böyle bir gösteride polise bir biçimde direnen bir gösterici, artık her an "politik suçlu" değil de "terör suçlusu" olarak yaftalanabilir. Tamamen yasal olarak!
Yeni kanun tasarısının TBMM Genel Kurulu'ndan geçmesi halinde artık bu insanı bekleyen şeylerin başında "tecrit" gelecektir. Bu, şu anda da, yıllardır da, önce "Özel Tip" cezaevleri, sonra ""F Tipi" cezaevleriyle insanlara uygulanan bir şey. Ama kanun tasarısı, pek çok "ayrıntı"yı olduğu gibi tecriti de yeni bir bütünlük ve "meşruiyet" çabası içinde ele alıyor şimdi. "Sıkı güvenlikli kapalı ceza infaz kurumları", Madde 10'da net bir biçimde tanımlanıyor.
Tecrit, ölünce kalkıyor
Tasarıda Madde 27 ile ise, "hükümlünün ceza infaz kurumunda, işyurtları veya atölyelerde çalışmakla yükümlü" olduğu belirtiliyor. Başta ABD olmak üzere, medeni Batı ülkelerinin medeni hapishanelerinde "verimli sektörler" oluşturma projelerine, tasarının kanunlaşması halinde Türkiye'deki hapishaneler de dahil olacak.
1988'de Almanya'da tutuklanan Yasemin G'nin orada yaşadıklarını, gazeteci Ertuğrul Mavioğlu'nun "Asılmayıp Beslenenler" adlı kitabından öğreniyoruz. Yasemin G., Blafeld Cezaevi'nde "çalışma"yı anlatıyor:
"Adli tutuklular için cezaevi bir çalışma kampı gibi. Bunu siyasî tutuklulara da yapmak isterler, ama bu durumda onları bir araya getirmeleri gerekecek. Siyasî tutukluları bir araya getirmek ise tecritle yok etme politikalarına ters bir uygulama.. Dışarıda bir işçinin saat ücreti sanıyorum, o zaman 15 mark civarındaydı, hapishanedeki mahkûmlar ise saat başı 70 fenik civarında para kazanıyordu. Bu paradan da bazı kesintiler yapılıyordu.Yani mahkûmun kazandığıu para, dışarıdaki bir işçinin kazandığı ücretin otuzda biri civarına denk düşüyordu. Ben bu koşulları yakından görmek için çalışma talebinde bulundum. Ama beni iş atölyelerine götürmediler. İşi hücreye getirdiler. Düğme dikme işiydi ve iş uzun saatlerimi almasına karşın kazandığım para o kadar komikti ki. Hitler'in çalışma kamplarından esinlenip korkunç bir mekanizma kurmuşlardı. (s. 347)
Kanun tasarısı ile, "kapalı ceza infaz kurumları"nda tecritin ölçütleri de ayrıntılı bir biçimde ortaya konmuş. Madde 32'ye göre hükümlüler, sayılan şu "haller" dışında, "odalarında barındırılmayan diğer hükümlülerle temas edemezler, nöbetçi infaz ve koruma memurları ve kurumun diğer görevlileri ile ivedi haller dışında bireysel temaslarda bulunamazlar. Toplu halde temas yasaktır":
Tabip, revir, hamam, berbere götürülme, başka odaya nakil, duruşmaya gönderme, başka kuruma nakil, savcıya gidilmesi, tahliye, arama, sayım, ziyaret, denetim, öğretim, spor, iyileştirme çalışmaları, kurumda çalıştırma, kurullara çağrılma, ölüm, deprem, yangın..
"Spor" dışında sadece zorunluluklar olan bu "haller" arasında "savcıya gidilmesi" ya da "arama"ya yer verilmiş olması dikkat çekiyor. Arama ve savcıya gitme gibi işler aslında pekâlâ tek başına da yapılabilirmiş de, bir hak olarak bunları topluca yapmaya "izin verilmiş" gibi.. Bunların arasında bir zeka şaheseri olarak en fazla dikkat çeken de herhalde "ölüm" olacaktır.
"Sessiz direniş" yapana mektup da yok, kitap da!
Tasarıda, hangi hallerde ne tür "yoksun bırakma", "kısıtlama" ve "geri alma" cezalarının uygulanacağı da ayrıntılı olarak anlatılmış.
Madde 40'da "haberleşme veya iletişim araçlarından yoksun bırakma veya kısıtlama" ("gelen mektupları almaktan yoksun bırakılma" dahil) cezasına gerekçe olabilecek eylemler arasında şunlar var:
* "Protesto amacıyla idarece verilen yemeği topluca almama eylemine katılmak."
* "Herhangi bir şeyi protesto amacıyla veya idareye karşı toplu olarak sessiz direnişte bulunmak."
* "Gereksiz olarak marş söylemek veya slogan atmak."
Madde 41ise, "bir aydan üç aya kadar ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma"ya neden olacak eylemleri sıralıyor. Şunlar da var:
* "Sayım yapılmasına karşı çıkma."
* "Kurumda korku, kaygı veya panik yaratabilecek biçimde söz söylemek veya davranışta bulunmak."
Madde 42'de de "hücreye koyma" nedenleri arasında, "kurum tesislerine, araç ve gereçlerine zarar vermek" de bulunuyor. Bu maddede insanın aklına İrfan Aktan'ın TAYAD'dan (Tutuklu Aileleri ve Yakınları Derneği) Mehmet Güvel'le yaptığı bir röportaj geliyor. Post Express'in 32. sayısında yayınlanan röportajın bir yerinde Güvel anlatıyor:
"Radyolardan sürekli müzikler çalınıyor, 'erkek dediğin sarmalar, kadın dediğin çalkalar' gibi abuk sabuk müzikler.. Kimileri hoparlörleri kırdı, onun için ceza da aldılar. Yani delirtmek için ellerinden geleni yapıyorlar.."
Madde 43, "koşullu salıvermenin geri bırakılması"na neden olabilecek "kötü haller" arasında, "suç örgütlerinin eğitim ve propaganda faaliyetlerini yapmak veya yaptırmak" ve "açlık grevine ve ölüm orucuna teşvik veya ikna etmek" gibi halleri sayıyor.
"Eğitim ve propaganda"nın bu en ağır cezaya gerekçe gösterilmesinin ardından, Madde 60'da "kültürün ve sanatın çeşitli dallarını temsil eden programlar" aracılığıyla "ifade özgürlüğü"ne geliyor sıra:
"Bu programların temel hedefi, tutukluların ifade yeteneklerini geliştirmelerini ve bilgilerini artırmalarını sağlamaktır."
Tasarıda, 12 Eylül'ün tam anlamıyla terör estirdiği günlerde bile tutuklu ve hükümlülere kabul ettirilemeyen "tek tip giysi"nin, basit bir zorunlulukmuş gibi yer aldığını da (Madde 64) belirtmek lazım.
Dönmezer'den son bir "meşruiyet"
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam edildiği davada bilirkişilik yapmasıyla da ünlü hukukçu Sulhi Dönmezer'in Gayrettepe'deki evinde 7 Ağustos günü ölmesinin ardından, Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Feridun Yenisey de Dönmezer'le ilgili birkaç şey söylüyordu:
"TCK, CMUK ve İnfaz Yasa tasarılarının geciktirilmesi nedeniyle eski hükümetlere kızgındı. Hazırladığı yasa tasarıları, yargının altyapısını oluşturuyor. Tasarılar yürürlüğe girdiğinde Türk adaleti İsviçre saati gibi çalışacak, duruşmalar kısa sürede bitecek. İşte hocayı esas o gün anacağız."
"DGM'ler kaldırıldı" diye sevince boğulduğumuz, "devlet sivilleşiyor, statü yenilecek, değişim gelecek" diye sayıkladığımız günlerde, 40 yılın değişmez Dönmezer'i bize son bir "meşruiyet" bıraktı. 12 Eylül askerî kadrolarının başlattığını tamamlamak ya da büyük ölçüde yapısallaştırmak da böylece bir "sivil yönetim"e nasip olacak gibi.
Not: Dönmezer'den 17 gün önce bir başka ölüm, medyada bir "haber" olarak hemen hemen hiç yer bulmamıştı. 20 Temmuz 2004 günü Tekirdağ F Tipi'nde ölen Salih Sevinel, tecrit koşullarında ölen 116. kişi oluyordu. Olay, Cumhuriyet gazetesi ve Milliyet'te Ahmet Tulgar'ın köşesi dışında büyük medyada gündeme getirilmedi. TAYAD'ın Web sitesinde ise şöyle anlatılıyordu:
"20 Temmuz 2004 günü yaşamını yitiren Salih Sevinel, Tecrit koşullarında 116. ölüm.
Tekirdağ F Tipi hapishanesinde aniden vücudunda oluşan ağrılar sonucu hapishane revirine kaldırılıyor. Salih Sevinel hiçbir tetkik yapılmadan hastaneye sevk edilme gereği dahi duyulmadan ağrı kesici bir iğne yapılıp, kas gevşetici kremler verilerek hücresine geri gönderiliyor. Revirden geldikten sonra iyice ağırlaşarak titremeye başlıyor. Dişleri kenetlenip hırıltılı sesler çıkarıyor. Hücresinde birlikte kaldığı arkadaşları bunun üzerine tekrar gardiyanlara sesleniyor içeride bulunan butona basıyorlar. Fakat gardiyanlar butonu kapatarak uzun süre ne olduğuna bakmaya dahi gelmiyorlar. Geldiklerinde ise arkadaşlarına 'Siz kapıya kadar çıkarın biz oradan sedye ile götürürüz' denmesine rağmen Salih Sevinel yürütülerek revire götürülüyor. Ve burada yaşamını yitiriyor."
* ABD merkezli General Electric şirketi, dünyanın en büyük şirketlerinden biridir. 2004 yılında açıklanan "Fortune 500" listesinin beşinci sırasında yer alan şirket, 100'den fazla ülkede 310 bin çalışanıyla faaliyet göstermektedir ve 2003 yılında 134 milyar dolar gelir açıklamıştır.
Şu anda dünya çapında dört milyon hissedarı bulunan ve "hayata iyi şeyler katıyoruz" sloganını kullanan General Electric'in bundan yarım asır kadar önce yönetim kurulu başkanlığını yapan Charles Wilson, "sürekli savaş ekonomisi" fikrinin mimarı olarak tarihe geçmiş kişidir. Wilson, şirket gelirlerinin katlanarak arttığı büyük savaş sonrasında ABD'nin askeri ekonomiden sivil ekonomiye dönmesine şiddetle karşı çıkmıştır.
General Electric, aradan geçen 60 yılda savaş ekonomisinin meyvelerini toplamayı fazlasıyla başarmıştır. Şirket özellikle, uranyum madenciliğinden plütonyum üretimine, nükleer silah denemelerinden nükleer atık depolamaya kadar, nükleer silah endüstrisinde büyük mesafe kat etmiştir.
ABD'de üretilen her nükleer silahın tetik sistemi, General Electric markasını taşımaktadır. Son yıllarda General Electric tarafından satın alınan şirketler arasında ise, Patriot füzelerinin üreticisi Raytheon gibi devasa bir silah şirketi bulunduğu gibi, NBC gibi bir dev medya ağı da bulunmaktadır.
** İsviçre merkezli Nestle, dünyanın en büyük gıda şirketidir. "İyi gıda, iyi hayat" sloganını kullanan şirket, gelirlerinin önemli bir bölümünü "bebek sütü" ile elde etmiş ve hâlâ da elde etmektedir.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında "gelişmekte olan ülkeler"e yönelen Nestle, modernleşmenin göstergelerinden biri gibi algılanması sağlanan ve anne sütünün yerini alan "hazır süt"ün bu pazarlarda yaygınlaşması için ürünlerini bedava -annenin sütten kesilmesini sağlamaya yetecek kadar- dağıtmış, büyük reklam bütçeleriyle hazır sütün anne sütü yerine kulanılabileceğini zihinlere kazımaya çabalamıştır. 1981'de Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından formüle edilen ve 118 ülke tarafından kabul edilen kurallara aykırı davrandığı için pek çok ülkede ürünlerine karşı boykot kampanyaları düzenlenen şirket, boykotçular tarafından "insanları hazır sütün besin değerleri hakkında yanlış bilgilendirme"nin de ötesinde, en başta "bebek ölümleri"nden sorumlu tutulmuştur. WHO verilerine göre dünyada her yıl anneleri tarafından beslenmediği için ölen bebekleri sayısı 1.5 milyonu bulmaktadır.
Suyla karıştırılan hazır sütle beslenen bebeklerde diareden ölüm riski, anne tarafından beslenen bebeğe göre 25 kat artırmaktadır. Milyonlarca bebeğin, hazır sütün karıştırıldığı mikroplu sular nedeniyle ölmesinden sorumlu tutulan ve boykota uğrayan Nestle'nin WHO kurallarına aykırı faaliyetlerinin, aksini iddia etmesine karşın sürdüğü görülmektedir (ŞA/BB)