Tecavüz hakkındaki en bilinen ve etkili mit, tecavüzün kaçınılmaz, tecavüzün nedeninin de kontrol edilemeyen dürtüler olduğudur. Savaş sürecinde tecavüzler ise bunlara ek olarak, zaten yapısı kaotik olan savaşın istenmeyen sonuçlarından biri, bir yan ürünü olarak algılanır.
Biz savaş sürecinde tecavüzün sanıldığının aksine, rastlantısal ve savaşın bir yan ürünü dolayısıyla da kaçınılmaz olarak görülmesinin tecavüzü ve savaşı besleyen yapıları, süreçleri gizlediğini düşünüyoruz.
Militarizm ve farkındalık
Bu yapılardan ilki militarizm ve diğeri de ataerkillik. Yani savaşı ve tecavüzü oldukları ana sıkıştırmayıp, o anı besleyen kaynakları incelememiz gerekmekte.
Militarizm en temelde askeri değerlerin (yurtseverlik, hiyerarşi, bütünlük vs) yüceltildiği bir ideolojidir. Militarizasyon ise bu değerlerin hem kurumsal yapılarda hem de günlük hayatlarda oluşumunu ve değişiminin sağlandığı süreçlerdir.
Bu konuda militarizm, milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet üzerine çalışmalarıyla tanınan siyaset bilimci öğretim üyesi ve aktivist Cynthia Enloe'ya göre militarizasyon sanıldığının aksine sadece orduya katılan asker sayısının çokluğu ve/veya silahlanmaya eşit değildir; orduya katılmadan da bir insanın ya da bir şeyin askeriye tarafından gittikçe daha fazla kontrol edilmesi, daha fazla militarist değerlerle donanması mümkün olabilir.
Vurgulanması gereken husus, militarizasyonun fark edilmesi güç, çoğu zaman gizliden işleyen bir süreç olmasıdır. Çünkü bu şekilde, bu gizlilik içerisinde, savaşın kaçınılmaz olduğu iddiaları meşruiyet kazanabilir.
Oysa savaşlar genelde alttan alta oluşan militarizasyonun en fazla yoğunlaştığı ve görünür kılındığı zamanlardır. Militarizm ölmeyi ve öldürmeyi, bunların aracı olarak da şiddeti meşrulaştırır, savaşlar ise bunları gerçekleştirir.
Düşmana en acı mesaj
Savaş ve militarizm arasında güçlü bağları görmek ve savaşın kaçınılmazlığını reddetmek, savaş süreci tecavüzlerinin de bir takım ilkel erkeklik güdüleri sonucu olduğu söylemini geçersiz kılıyor.
Çünkü tecavüz iki farklı şekilde militarizm ve savaşa bağlanıyor. Bunların birincisi, savaş süreci tecavüzünün düşman nosyonu üzerinden gerçekleşmesi ve algılanması. Yani kadının bedeninin taraflar arasında bir savaş alanı haline getirilmesi.
Bu şekilde düşmana "en acı" mesaj gönderilir: "Senin" kadınına, yani milletine, onuruna tecavüz ettim.
"Tecavüze uğrayan" millet de bu mesajı aynen bu şekilde alır. Çünkü milliyetçi söylemin kadına yüklediği anlam "erkeğin, milletin" onuru olması, görevi de milletin devamını sağlamasıdır. Tecavüze uğrayan kadının o millette yeri, yaşam alanı kalmamıştır.
Zorunlu ve paralı askerlik
Tecavüz ve savaş arasındaki ilişkinin ikinci aldığı şekil de yoğun bir militarizmle örülmüş ve savaşın yapısıyla kuvvetlendirilmiş bir maskülinite (erkeklik) kurgusudur. Militarizasyonun en önemli süreçlerinden biri zorunlu ve paralı askerliktir.
Askeriyede verilen çeşitli eğitimlerin temel amacı ölme ve öldürmenin kolaylaştırılmasıdır. Bu yolda korkunun yenilmesi gerekir. Öldürmenin verdiği güç ile öldürülme korkusu bastırılır.
Düşmanın alçaltılması ile düşman korkusu azaltılır. Şehit olma garantisi ile ölüm anlamlandırılır.
Askeri dil ve eğitim
Erkeklik kurgusu, ölme ve öldürmenin kolaylaşması için duyguların bastırılması neticesinde, bir anlamda bu duyguların ötekileştirilmesini getiriyor.
Bu öteki ise duygusal olan, dolayısıyla güçsüz olan kadın imajı oluyor. Bu yüzden askeri dil ve eğitim çoğu kadın düşmanı olan cinsel imajlarla doludur.
Kadını ötekileştiren ve nesneleştiren böyle bir eğitimin savaş zamanında düşman tarafın kadını bir kere düşman olarak kurguladığı ve dolayısıyla tecavüze meşru bir zemin hazırladığı açıktır.
Bu elbette ki her askerin tecavüz ettiği anlamına gelmez. Ancak savaşın yapısı alternatif kimlikleri o kadar olanaksızlaştırır ki, bireysel farklılıklardan ziyade eğitimle güçlendirilen, garantilenen, desteklenen özellikler ortaya çıkar.
Erkek şiddetin uygulayıcısı
Bizim bu araştırmada savaş zamanı yaşanan acılarda kadınlara odaklanmamızın nedeni erkeklerin şiddeti yaşadığını inkar etmek değil. Ancak savaşta kadınların ve erkeklerin şiddeti farklı şekillerde yaşadıklarını düşünüyoruz.
Erkekler askerlikle hazırlanan saldırgan erkeklik kurgusunun nesnesi olurken, kadınlar bu kurgunun güçsüz, korunmaya muhtaç nesnesi olmaları nedeniyle şiddeti çok daha derin boyutlarda yaşıyorlar.
Fakat erkeklerle kadınların rollerindeki temel farklılık, bu söylemde erkeklerin şiddetin bizzat uygulayıcıları, yani şiddetin öznesi olarak konumlandırılmalarıdır.
*Savaşların gittikçe sivilleri hedef aldığı, cephe ve cephe gerisi ayrımının bulanıklaştığı bu son yüzyılda, "savaş süreci tecavüz" gittikçe artan bir şekilde savaşların ayrılmaz bir parçası oldu.
Bu konunun gündeme gelmesi ve açık bir şekilde savaş suçu olarak tanımlanması ise ancak 1990lı yıllarda Bosna ve Kore'de yaşanan kitlesel tecavüzlerin örtülememesiyle oldu.
Bu tecrübeler genel olarak feministlerin savaşlar üzerinde tekrar düşünmelerine yol açtı. Bizim de bu araştırmayı yapmaktaki amacımız böyle bir çerçevede değerlendirilebilir. Savaş süreci tecavüzü Türkiye üzerinden düşünmeye yakın zamanda yapılmış bir çalışma ve yaşanmış bir olay ile başlamak istiyoruz.
Gözaltında cinsel taciz ve tecavüz
İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkan Yardımcısı Eren Keskin, 16 Mart 2002'de Alevi Dernekleri Federasyonu tarafından Almanya Kölnde düzenlenen "Kadın Hakları Eşittir İnsan Hakları mıdır" başlıklı toplantıda kadınlara yönelik devlet kaynaklı cinsel şiddet teması üzerine konuşur.
Sürdürdükleri "Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze karşı Hukuki Yardım Projesi"nden bahseder. Bir grup kadın avukatın devlet kaynaklı cinsel şiddeti incelemek ve devlet kaynaklı cinsel şiddet mağdurlarına hukuki yardımda bulunmak üzere başlattığı projeye üç yıl içinde 113 kadın başvurur ve başvuran kadınların tanıklıklarından oluşan bir kitap yayınlanır.
Tecavüz edenler kimler?
Tanıklıklara göre kadınlar, göz altına alındıkları polis ve jandarma karakollarında ve kasabalarına yapılan baskınlar sonucunda cinsel taciz ve tecavüze uğramışlardır.
Projeye göre suç işleyen failler şunlardır: Polis, jandarma, asker, özel tim, korucu, infaz koruma memuru, itirafçı, gazeteci.
Baş vuran kadınlar arasında çoğu Kürt olmak üzere, Türk, Alman, Roman, Bulgar ve Romen kadınlar da vardır. Gözaltına alınma nedenleri genel olarak siyasi ve/ya savaş kaynaklı olarak gözükmektedir.
Proje avukatlarının proje işleyişinde tespit ettikleri 3 ana sorun vardır.
İlki ifade etmenin zorluğu ile ilgilidir. Bir çok kadın aile baskısı, korkutma, tehdit, tekrar gözaltına alma ve/ya işkence, baskı sonucunda Türkiye içerisinde yaşadığı yeri terk etme zorunda kalma gibi nedenlerle ifade vermekten çekinmektedir.
İkincil sorun cinsel işkencenin kanıtı olarak sadece adli tıp raporunun kabul görmesi ve cinsel şiddetin ispatının sadece fiziksel raporla sınırlı tutulup, uzman doktorlar tarafından verilen psikolojik raporun kabul edilmemesidir.
Üçüncü sorun Türk Ceza Yasası (TCK) ile ilişkilidir. TCK'da, kadının cinselliğine yönelik şiddetin "Genel Ahlak ve Aile Düzenine Karşı Suçlar" gibi oldukça genel bir tanımın içinde yer verilmesi, cinsel tecavüzün kapsamının son derece dar olması verilen ifadelerin mahkeme sürecini zorlaştırırken, bu durum bir çok kadının sorumlulara hiçbir şey yapılmayacağı, gerekli cezayı almayacaklarına dair inançları yüzünden ifade vermekten çekinmesine yol açmaktadır.
Keskine 312den dava ve beraat
İşte bu proje üzerinden hazırlanan raporu sunduğu konferanstaki konuşması yüzünden Devlet Güvenlik Mahkemesi, TCK 312. maddenin ihlali gerekçesiyle Eren Keskin aleyhine dava açar.
312. maddeye göre "Sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklığına dayanarak halkı birbirine karşı kamu düzeni için tehlikeli olabilecek bir şekilde düşmanlığa veya kin beslemeye alenen tahrik etmek" suç olarak tanımlanmaktadır. Keskin yakın zamanda bu davadan beraat etmiştir.
Hürriyetin haberi
Bu konferans 17 Mart 2002 tarihli Hürriyet gazetesine şu şekilde yansır: Köln'de düzenlenen Kadın hakları konulu toplantıda konuşan İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Eren Keskin, Askerler kadınlara cinsel taciz uyguluyor diye iftira attı.
(...) konulu konferans, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Eren Keskin'in Türk Silahlı Kuvvetlerini karalama kampanyasına dönüştü. Eren Keskin, Türkiye'de demokrasinin olmadığını ve ülkenin askerler tarafından yönetildiğini iddia etti." *
Radyo Dde Altaylı
Benzer bir yaklaşımı Fatih Altaylı Radyo D'de 18 Mart 2002 sabahı 08:15 - 09:30 saatleri arasında yayınlanan Bab-ı Ali Yokuşu adlı programında sergiler. Eren Keskin'in gazetede yazılan sözlerini aktararak şunları der: "...Ben bu Eren Keskin'i ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim... Yaa.. olacak şey değil yaa.. Türkiye'yle ilgili gerçekleri şöyle anlatsan yeteri kadar sorun var zaten...abartmanın ne alemi var...Palavranın ne alemi var...herhalde şunu demek istiyor..Eren Keskin bana niye cinsel tacizde bulunmuyorsunuz demek istiyor.. manyak mıdır nedir?" ve devam eder "...Eren Keskin geldiği zaman bir taciz alacağı var diye düşünüyorum ona... etmiyorduk ama edelim demek lazım hakikaten... Belki de istediği, kendisinin de o..."
*Biz "savaş süreci tecavüz" meselesini Türkiye üzerinden düşünürken karşılaştığımız ilk konuşma alanları bunlardı. Fakat bizim bu olayda problemli bulduğumuz birkaç nokta var ve bu noktaların açılmasının savaş süreci tecavüzün dile getirildiği zeminlerde ne şekillerde sınırlandırıldığının anlaşılması açısından önemli olduğunu düşünüyoruz.
Ordu, milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet
Savaş süreci tecavüzleri Türkiye'de konuşamamanın gizli nedenlerinin, en azından bizim görebildiğimiz kadarıyla burada yattığını düşünüyoruz. Konuşamamanın nedenleri bizi üç temel bağlama taşıyor: Ordu, milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet.
Hayatımızda ordunun rolü üzerine yapılan araştırmalar oldukça az; onun yerine ordunun toplumun en güvenilir bulduğu kurum olduğu söyleminin yaygınlığı ile karşı karşıyayız.
Ordu kutsallığı ve dokunulmazlığı öyle bir boyuta varabiliyor ki ordu için söylenen her şeyi kendimiz için de söylenmiş var sayıyoruz, ordu eşittir biz oluyoruz. Böylelikle ordu bir kurum olmaktan çıkıyor, kendimizle özdeşleştirdiğimiz bir kimlik haline geliyor.
Bu söylemin uzantılarından ya da kaynaklarından biri de Türk milletinin asker bir millet olduğu, zaten binlerce yıldır savaşçı bir geleneğe sahip olduğudur. (Kara Kuvvetleri 28 Haziran MÖ 209'ü kuruluş yıldönümü olarak alır!) Hatta buna bağlı olarak milli tarih yazımı da askeri yenilgi ve zaferlere göre şekillendirilmiş durumdadır (yükseliş, duraklama, çöküş, vs) Yani ordu-biz özdeşleşmesi, orduya yüklenen bir tecavüz iddiasının daha baştan bize yapılmış bir suçlama olarak algılanmasına neden oluyor.
Militarizmlerin korkusu
Tüm militarizmler gibi Türk militarizmi de "iç" ve "dış düşman" (korkusun)dan beslenmektedir. Ordunun "tehdit" olarak algıladığı her şey "vatanı bölmek", "milli birlik ve bütünlüğümüze zarar vermek" vasfıyla düşman konumuna getirilir.
Türkiye'nin darbelerle dolu tarihine bakıldığında ordunun vatanı korumak olarak belirlenen görevine rejimi korumak misyonunu da eklediği görülebilir. Bu pozisyon ordunun siyasal alandaki rolünü pekiştirmiş ve kamu oyunun gözünde iddialarının meşrulaşmasına ya da hiç tartışılmamasına neden olmuştur.
Altaylı'nın tepkisi ve Hürriyet gazetesine haberin geçiş biçimi (iftira attı) bunun tipik örneklerindendir.
*Bu şekilde hiç tartışamadığımız bir konu da 1980li yılların orta ve sonları ile 90lı yıllarda, güney Doğu Anadolu'da kimilerine göre "düşük yoğunluklu", kimilerine göre "iç", kimilerine "etnik" kimilerine göre de "PKK ile Türkiye Cumhuriyeti ordusu arasında" yaşanmış olan savaştır. "Terörle mücadele" olarak kodlanan bu savaş içinde ne yaşanıldığı hiç bilinmeyen bir savaş oldu.
Tek aklımızda kalan belki de medyada yansıtılan şu bilgi: "Bu savaş PKK terörüne karşı yapıldı ve haklıydı."
Savaşların gittikçe sivillerin olduğu alanlarda yapıldığı bu çağda bölgedeki sivil halka ne olduğu, ne yaşadıkları hiç bilinemedi. Oysa ki, Güneydoğu Anadolu'daki PKK ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki 1984 yılında başlayan silahlı çatışma 30 bin insanın hayatına mal oldu. **
Savaşı konuşamamak tecavüzü konuşmayı güçleştiriyor
30 bin insan hayatına mal olan bu savaşı konuşamamak savaş sürecinde yaşanan tecavüzleri konuşmayı iyice güçleştiriyor. Tecavüzün dile gelebildiği ortamlar bizi tecavüzün konuşulmasında engel 2. boyut olan milliyetçilik boyutuna getiriyor.
Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin toplumsal cinsiyet perspektiflerinin benzerliği tecavüzü konuşmayı güçleştiriliyor. Bu benzerlik kadınların milletin biyolojik üreticileri olarak görülmeleri ve dolayısıyla tecavüzün algılanışında kadın bedenlerinin düşman tarafların savaş alanı olarak kurgulanmasıdır.
Türk milliyetçiliği tecavüzleri sadece ve sadece "PKK'nın Türk ordusuna iftira atmak amacıyla ortaya sürmüş olduğu iddialar" olarak görür. Kürt milliyetçiliği de tecavüzleri Kürt milletinin bütünlüğüne ve onuruna yapılmış bir saldırı, bir etnik temizlik çabası olarak okur.
Bu bağlamda yukarıda bahsettiğimiz "Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze karşı Hukuki Yardım Projesi" her ne kadar bağımsız kadın avukatlar tarafından sürdürülse ve tecavüze uğrayan kadınların seslerini duyurabilmelerine bir aracı olabilse de, projenin "devlet güçlerinin uyguladığı cinsel şiddet" olarak kurgulanması savaş zamanı yaşanan tecavüzleri tek taraflı okuması nedeniyle Kürt milliyetçi bağlam içerisinde kilitlenebiliyor.
Kürt milliyetçiliğinin etnik temizlik söylemine uzak durmakla beraber tecavüzlerin Kürt halkına yapılmış bir saldırı olarak değerlendirmeleri nedeniyle, milliyetçilik söyleminin kadınların milletin üreticileri, kutsal anneleri olarak görme eğilimini ve etnik temizlik söylemin bir aracı olma tehlikesini içinde barındırıyor.
Tecavüz failleri arasında PKKnın adının bile geçmemesi, PKKnın tecavüz edip etmediğine yönelik bir sorunun dahi sorulmaması bu kördüğümü kuvvetlendiriyor. Ayrıca çoğunluğu Kürt olan korucuların da tecavüz faillerinden olması Kürt milliyetçiliği ve özellikle de etnik temizlik söylemlerini sorgulamayı gerektiriyor.
Onur, namus, ırz
Savaş süreci tecavüzleri konuşamamanın üçüncü boyutu olan toplumsal cinsiyet kurgularına baktığımızda, toplumun ve yasaların içine işlemiş olan ataerkil normlar ile karşılaşmaktayız.
Tecavüz bir çok bağlamda onur, namus, ırz gibi soyut kavramlarla tanımlanıyor, dolayısıyla tecavüze uğrayan kadın da "kirletilmiş, düşmüş" kadın oluyor ve böyle bir "leke" sayesinde toplumdan dışlanmayla yüz yüze kalabiliyor.
Projeye katılan kadınların tanıklıklarına bakıldığında bir çok kadın, konunun bu şekilde kodlanması nedeniyle ya uzun süre sessiz kalmayı seçiyor, dolayısıyla kimseye anlatamadığı için tecavüz sonrası travmayı tek başına yaşamak zorunda kalıyor, ya da açıkladığı zaman ailesi ve/ya çevresi tarafından çeşitli baskılara maruz kalıyor.
Kadınların yaşadıklarını açıklamaları için kullanılan dilin böyle namus, ırz, etnik temizlik gibi kodlardan oluşması, yani farklı, şiddet ve baskıdan uzak bir dilin olmaması kadınların kendilerini de bu söylem içerisinde tanımlamalarını getiriyor; onlar da intikam isteyebiliyor.
Aile düzeni ve kamu adabı
Benzer bir yaklaşımın yasalara da yansıdığını görmekteyiz. Şu anda geçerli olan Türk Ceza Yasasında tecavüz ve cinsel suçlar bireyin bedensel ve cinsel bütünlüğü yerine "aile düzenini, kamu adabını" bozduğu için suç teşkil etmektedir.
Bu da tecavüze uğrayan kadınların "kişiliği"nin "hukuk önünde" tanınmadığını gösterir. Cinsel suçların tanımlanmasında "ırz" kavramı açıklama mahiyetinde kullanılmaktadır.
Oysa teoride kişinin, pratikte yani gerçek hayatta aslen kadının, cinselliğini ve bedensel haklarını erkek egemen topluma mal eden; kişinin cinsel bütünlüğünü, kelime anlamı "namus, iffet, şan, şeref" olan "ırz" kavramı ile eş tutan bu yaklaşım kişinin cinsel hak ve özgürlüklerinin korunmasını engellemektedir.
Çıkartılan kolluk
TCK'nın bu yazının yazıldığı sıralarda tekrar düzenlenmesi söz konusudur. Bir çok kadın örgütünden oluşan TCK Kadın Çalışma Grubunun bildirdiğine göre yeni tasarıda tecavüz, üst soydan biri, veli, öğretmen, hizmetkar, sağlık ve tedavi kurumları, kolluk ve ceza infaz memurları, tutukevleri görevlileri tarafından işlendiği takdirde ceza oranı arttırılacakken bu listeden son dakikada "kolluk" kelimesi çıkartılmıştır.
Bu demektir ki, doktor ve gardiyanın tecavüzü ağırlaştırıcı neden kapsamındayken, polis ya da jandarmanın tecavüzü ağırlaştırıcı neden olarak görülmemektedir.
*Buraya kadar savaş süreci tecavüzün Türkiye'de nasıl konuşulamadığını anlattık. Özetle ordunun kutsallığı, Türk-Kürt meselesinin bugün aldığı içinden çıkılmaz hal ve namus, ırz gibi kavramlar hala gündemde ve geçerlidir.
Pratikler ne olmalı?
Bu noktadan sonra teorik görüşler ve pratikler ne olmalıdır diye düşündüklerimizi belirterek sözlerimizi tamamlamak istiyoruz.
Feminist bakış açısı öncelikle tecavüz edilen kadının fiziki ve psikolojik sağlığı ve güvenliği konusu ile ilgilidir; tecavüzü olma anının şokundan çıkartıp, tecavüz ile militarizmin kadın düşmanı dili ve ataerkil normlara dayalı politikalar arasındaki ilişkiyi irdeler.
Bu bağlamda karar alma mekanizmalarının başında kimlerin olduğunu, bunun ne kadar erkek egemen bir sistem olduğunu sorgular. Ayrıca tecavüzün ve savaş süreci tecavüze uğrayan kadınların çeşitli ulusal ve uluslar arası politikaların propaganda nesnesi olmamalarına özen gösterir.
Düşmana alternatif
Bu sistemin ürünü olan düşman nosyonuna alternatif olarak "farklılıkların korunması ve mümkün olan durumlarda da ortak hareket etme fırsatlarının kollanması" politikası sunar.
Benzer bir şekilde savaş süreci tecavüz ile kadına yönelik şiddetin aldığı diğer şekiller arasındaki (aile içi şiddet, iş yerinde cinsel taciz, vb) bağlantıları ortaya koyarak bu güvensizlik ortamının herkesi farklı şekillerde etkileyebileceğini söyler.
Böylece kadının insan hakları boyutunu bir ortaklaşma zemini olarak sunar. Bu durum tecavüze uğramış kadınların toplumda yalnız kalmalarını ve hayatlarına tecavüzün damga vurmasını önleyici bir nitelik taşır.
Bu görüş paylaşımı ve bilinç yükseltme kadınların karşılıklı olarak güçlenmelerine ve kitlesel şiddet, savaş ve güncel şiddetten uzak bir dünya yaratma istek ve enerjilerini korumalarına yol açar.
Bu gösterir ki militarizmi anlamayı ve dönüştürmeyi önemseyen feminist bir bakış açısına toplumun tüm kademelerinde yer verilmedikçe savaş süreci tecavüzler konuşulamamaya devam edecektir. (ED/NB/NM)
* 19-03-2002. Hürriyet. "Askerler Türkiye'de Kadınlara Tecavüz Ediyor"
** Altınay, Ayşe Gül; New Perspectives. P. 125
*** Esin Düzel ve Nilgün Bayraktar Sabancı Üniversitesi, Kültürel Etütler Bölümü öğrencileri.
**** Bu yazı, Sabancı Üniversitesi Kültürel Etütler Programı ve Siyaset Bilimi Bölümü ile Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nün ortaklaşa düzenlediği Savaş ve Barış Atölyesi için hazırlandı ve 16 Haziran 2003'de Boğaziçi Üniversitesi Rektörlük Konferans Salonu'nda sunuldu.