Tarlataban bu yıl Boğaziçi Üniversitesi güney kampüsünde kurulmuş bir kolektif. Kendilerini "kolektif emek ve paylaşım ile doğaya dost bir tarım etkinliği" olarak tanımlıyorlar. Hem öğrencilerden, hem hocalardan oluşan inisiyatif, Boğaziçi Üniversitesi ile de sınırlı değil. Herkese açık bir oluşum olmaya çalışıyorlar. Hedefleri ise, gıda egemenliği ile mücadele ederek vatandaşın gıda ve tarım politikalarına tekrar müdahale edebilmesini sağlamak. Bahçenin ilk ürünlerini Temmuz'da almayı planlayan Tarlataban'ın tarlasında şu an ekili olarak ayrık yapraklı kırmızı marul, kara pazı, kereviz sapı, Floransa rezenesi, pembe Çanakkale domatesi gibi pek çok ilginç ürün de var. Tarlataban'ın hikayesini ve amaçlarını gruptan Pınar Ercan ile konuştuk.
Tarlataban kolektifine nasıl dahil oldun?
Viranşehir'de "Toprak ve Su" adı altında bir kolektif kuruldu hatta ben bunun haberini de bianet'te okumuştum. Viranşehir, Urfa'ya bağlı bir yer. Bu tamamen orada ailelerin oluşturduğu bir ekoloji kolektifi ya da ekolojik köy. Ben de Aralık ayında tamamen meraktan oraya gittim çünkü ilgiliyim bu konuyla. Neler oluyor, ne bitiyor, ne yapıyor insanlar göreyim istedim. Orada bu projeyle ilgilenen bir arkadaşım da bana "İstanbul'da Boğaziçi Üniversitesi'nde bir arkadaşım var" dedi, onların da bir şeyler yapmak istediğini, fikirleri olduğunu, araştırmalar yaptığını ve benzer bir kolektif oluşturmak istediklerini söyledi. "Onlarla tanışmanı tavsiye ederim, anlaşacağınızı düşünüyorum" diyerek Cihan Tekay'ın telefonunu verdi. Cihan da bana haftada bir gün toplantı yaptıklarını söyledi ve ben de bir toplantıya gittim.
Henüz tarla açılmamıştı değil mi?
Yok, tarla açılmadan önce. Arazi okuldan alınmıştı fakat henüz hiçbir şey yapılmamıştı, zaten kimse nasıl başlanacağını da bilmiyordu.
Araziyi okuldan alma süreci nasıl oldu? Tam bir fikir sahibi olmadan zorluk çıkmadı mı?
Ben o süreçte yoktum fakat tabii dinledim nasıl olduğunu. Bundan yaklaşık üç sene önce Cihan ve birkaç kişi daha Diyarbakır'a gitmişler orda "Toprak ve Su" kolektifinden insanlarla tanışmışlar. O zaman henüz "Toprak ve Su" kolektifi de kurulmamıştı. İstanbul'da acaba böyle bir şey yapabilir miyiz diye düşünmüşler. Bu işi de gıda egemenliği meselesi üzerinden ele almayı doğru bulmuşlar. Mekana gelince, asıl istekleri zaten okulda bunu gerçekleştirmek. Okul içinde sürdürülebilir bir döngü oluşturmak için istemişler. Boğaziçi Üniversitesi'nin Bahçeler Müdürlüğü ile görüşmüşler.
Yıllar önce bir profesör çiftin okula bağışladığı, şu anda da vakıf arazisi olan bölge önerilmiş. Bağış yapılırken şöyle bir şart varmış: Bu arazi ancak öğrencilerin kullanımına açık olacak ve hiçbir şekilde imara açık olmayacak. Öğrencilerin kullanımı dışında bir amaç için kullanılmayacak. Böylece bu arazi kullanılmadan duruyormuş. Arazi epey de büyük.
Tarlataban Kolektifi'nin aklına yatmış ve rektörlükle görüşmüşler; arazinin kullanımını almışlar. Ben dahil olduğumda araziye henüz geçilmemişti. Sadece bir çağrı metni hazırlanıp okulda dağıtılmıştı. Projenin detaylarının tartışılması yaklaşık iki ay sürdü. Bir yandan da neredeyse hiçbirimiz tarımla ilgili herhangi bir deneyime sahip olmadığımız için nasıl kendimizi geliştirebiliriz diye araştırmaya başladık. Ekolojik doğal tarım yöntemleri nelerdir diye öğrenmek istiyorduk ve iki günlük "Permakültür nedir" diye bir ders aldık
Peki nedir gerçekten permakültür?
Permakültürcülere göre mi bana göre mi?
Size göre...
Şimdi ben permakültür üzerine özel bir okuma ve araştırma yapmadım açıkçası. Üstünkörü bir bilgim vardı fakat aslen ne olduğunu o iki günlük kurs sürecinde öğrendim. Yine de şunu fark ettim, o kursu veren kişinin permakültürü anlayış biçimiyle başka birinin permakülütürü anlayış biçimi her zaman uyuşmuyor. Kısacası permakültürü de farklı yorumlayan insanlar var: o yüzden tam olarak bir tanım yapabilir miyim bilmiyorum.
Genel olarak şöyle söyleyeyim, yaşadığımız çevreye ve doğaya zarar vermeyecek şekilde yeniden düzenlemek. Ekolojik evler yapmak, tarımı ve hayvancılığı ekolojik bir şekilde yapmak, yani tüm bu eylemleri ekolojik tabana oturtarak gerçekleştirmek ve her zaman doğayla arandaki ilişkiyi gözeterek bu eylemleri yeniden düzenlemek.
Tarlataban'ın blogunda "üniversite yerleşkesinde bütüncül değişim yaratmayı" uman bir kolektif olduğunuzu söylüyorsunuz peki bu bütüncül değişim neyi kapsıyor, neyi değiştirmek istiyorsunuz, hedeflediğiniz değişim şu anda ne aşamada?
O bütüncül değişim pat diye olacak bir şey değil tabii, Tarlataban henüz çok yeni bir oluşum ve şu anda Boğaziçi Üniversitesi'nde Tarlataban'dan haberi olmayan bir sürü insan var. O değişim aslında gıda konularında okulda bir tartışma yaratmak yaşam pratiklerimizin ekolojik problemleri nasıl etkilediğinin farkına varmakla olacak. Sürekli haberlerde gördüğümüz ve okuduğumuz HES'ler olsun, nükleer enerji meseleleri olsun bunlarla aramızda nasıl bir bağlantı var? Yaşamlarımızı nasıl etkiliyor?
Hem de gıda egemenliği konusuna dikkat çekmek istiyoruz. Gıda egemenliği de şöyle bir şey: Dünyada tarım tamamen endüstriyelleşmiş durumda. Geleneksel tarım gitgide yok ediliyor ve bilinçli bir şekilde yapılıyor bu. Onun da nedeni kapitalist sistem.
Şirketler, tohumların patentini alıyor ve küçük çiftçileri de o tohumları satın almaya zorluyor. Bu tohumlar da zaten genelde bir şekilde genetiği değiştirilmiş hibrid tohumlar olduğu için o tohumlardan ürün elde eden çiftçi bir sonraki sene kendi tohum ayırıp üretim yapamıyor. Her sene tohumu tekrar almak zorunda. Hem bu şekilde o şirketlere bağımlı olmuş oluyor, hem de doğaya zararlı ürünler yetişiyor. Bir de mesela doğada biyoçeşitlilik diye bir şey vardır. Hiçbir meyvenin, sebzenin standart bir hali olmaz çünkü doğada standart diye bir şey yoktur. Standart kavramı da bu sistemin çıkardığı bir şey. Ama biz şimdi markete gittiğimizde neyle karşılaşıyoruz?
Her yerde standart bir domates, standart bir patlıcan, standart bir kabak, her şey tek tip, bu da işte biyoçeşitliliğin yok edildiğini gösteren bir şey. Normalde mesela sen hangi yöreye gidiyorsan o yöreye has ürünlerle karşılaşırsın. Buranın domatesiyle Antalya'nın domatesi aynı değil. Aslında biz de tarlaya başlarken bir şekilde bu biyoçeşitliliği bir şekilde koruyabilmeyi düşünüyorduk. Hani bizim orada yapacağımız koruma çok büyük çaplı bir koruma olmayacak tabii ama bu konuları insanlara anlatırken kendi aramızda da tartışıyoruz. Mümkün olduğunca yerel tohumlara ulaşıp, onları üretip, başka insanları da üretmeye sevk edip ederek bir tohum takas sistemi yaratmaya çalışıyoruz.
Bir ziraat fakültesinden öğrencilerin sizden fide istediğini de duydum. Bu öğrenciler Tarlataban kadar deneyimli olmadıklarını söyleyip sizden tohum ve fide istemiş. Peki size tohumlar nereden geldi, nerelere başvurdunuz bunu merak ediyorum. Sizden tohum isteyen başkaları oldu mu?
Kokopelli diye bir oluşum var Fransa'da ve bunlar dünyadaki yerel atalık tohumları toplayıp temiz ve ekolojik bir şekilde üretmek isteyen insanlara dağıtıyorlar. Karşılığında istedikleri de bu tohumları aynı yöntemlerle üretmek isteyen insanlarla paylaşman. Biz de Kokopelli'den tohum istedik. Aramızda Kokopelli ile iletişim içinde olan birkaç kişi var onlar bağlantı kurdu ve Kokopelli bize kargoyla tohum yolladı. Bunun dışında kendi aramızda mesela akrabaları köylerde olan insanlar anneannesinden, teyzesinden atalık tohumlar aldı. Çoğunlukla bu şekilde tohum edindik.
Bir de Zeytinburnu'nda bir şifalı bitkiler bahçesi var, orayla iletişime geçtik. Onlar bize fide bağışında bulunacaklar. Henüz fideleri almadık ama orada bir irtibatı sağladık ve yakında gönderecekler. Onlar da zaten doğal tohumlardan yapıyor. Bizden şu ana kadar fide isteyen yalnızca o bahsettiğin arkadaşlar oldu ama biz buna tabii ki de çok açığız. Hatta bizim amacımız tam olarak bu. Tohumları elimizden geldiğince paylaşmak ve insanları ne olursa olsun bir şekilde üretmeye sevk etmek çünkü sorunlu bir durumla karşı karşıyayız Bizim jenerasyonumuz biraz daha doğayla ilişki kurabilen bir jenerasyon. Çocukluğumuzda hala vardı sokakta bahçede oynamak, toprağa dokunmak...
Ama mesela şimdiki çocuklar sütün inekten değil de süpermarketten geldiğini zannediyor. Tamamen yabancılaşmış bir nesil var ortada. Biz de neticede sütün inekten geldiğini biliyoruz ama şunu bilmiyoruz: İnekten çıkıp da bizim elimizde oluşuncaya kadar süt nasıl bir süreçten geçiyor? Orada nasıl bir hikaye yatıyor, o ürünü üreten insanlar nasıl bir hayatla karşı karşıyalar, nasıl bir emek sarf ediyorlar ve bu emeğin karşılığında onlara ne veriliyor?
Biz de bunun perde arkasını pek bilmiyoruz. O yüzden Tarlataban'da bunu da deneyimlemek istiyoruz. İstiyoruz ki bu meseleler sadece tartışma boyutunda kalmasın. Gerçekten yiyecek üretmek nasıl bir şey biz bunu kendimiz de deneyimleyelim, o emeğin ne olduğunu kendimiz de görelim, kendimiz o emeği verelim. Bu şekilde toprakla gerçekten somut anlamda bir ilişki kurarak kendimizi bu pratik içerisinde sorgulayalım ve teorik düşüncelerimizi bu pratik içerisinde yeniden oluşturalım istiyoruz. Böylece bilimsel ve sahici bir bakış açısına ulaşabiliriz.
Sitede yapmak istediklerinizden bahsederken "gıda zinciri üzerindeki egemenliğe geri kavuşması, vatandaşın gıda ve tarımla ilgili kamusal politikalara müdahale etmesi" gibi sözler kullanıyorsunuz. Aklıma 3 Kasım'da açlık grevine başlayan vegan mahkum Osman Evcan geldi. Onun direnişinin ardından 28 Mart'ta tutuklulara kendi diyetleri doğrultusunda yiyecek verilmesi yasallaştı. Bu da gıda politikalarına vatandaşın direkt müdahalesinin bir örneği. Siz de Tarlataban dışında hukuki ya da eylemsel bir şey yapıyor musunuz, örneğin gıda egemenliğini zayıflatmak için?
Aslında Tarlataban olarak henüz bir şey yapmadık. Fırsatımız olmadı diyeyim. Şu anda bayağı bir tarlaya odaklanmış durumdayız ama konuşuyoruz tabii ki bunları. Tarlataban oluşumu içerisinde bu anlamda uğraşan, mücadele eden bireyler var. Mesela bir arkadaşımız hem Tohum İzi derneğinde, hem İstanbul Ekoloji Kolektifi'nde. Ben de bir süredir o kolektifteyim. Çiftçi-Sen ile de bağlantımız var, onlarla fikir alışverişi içindeyiz. Grubumuzda vegan bir arkadaş var ve onların kendi içinde bir örgütlenmesi var. Yeryüzünü Koruma Derneği'nden bir arkadaş var. Bir şekilde gıda egemenliği ve başka ekolojik problemler üzerine eylemsel bağlamda bir şeyler yapan arkadaşlarımız var.
Tarlataban üyeleri arasındaki dağılım ve çeşitlilik nasıl? Örneğin Boğaziçi Üniversitesi'nden olmayan kaç kişi var?
Ben bu toplantılara katılmaya başladığımda biz Boğaziçi dışından iki kişiydik, bir tane de Boğaziçi'nden hoca vardı. Böyle olması normal tabii, Tarlataban herkese açık bir oluşum ama Boğaziçi'nde başladı ve ilk başlarda hep Boğaziçililer vardı. Ancak şu anda Boğaziçi ile ilgisi olmayan insanların sayısı her geçen gün artıyor çünkü hepimiz her hafta giderken yanımızda bir iki kişi daha götürüyoruz ve okul dışından olmuyor. Şu anda yarı yarıya diyebiliriz.
Toplam kaç kişiden oluşuyorsunuz?
Bir 25 kişi var sanırım.
İnternet sitenizde şöyle de yazıyor "gıda politikalarıyla ilgili tartışmaları kampüse taşımak." Bu konuda neler yapıyorsunuz? Tarlataban'ın henüz yeni bir oluşum olduğunu konuştuk, o nedenle daha fırsat bulamamış olsanız bile fikirleriniz var mı?
Var. Mısır üretiyoruz şu anda, yani tohumları daha geçen hafta yeni ektik. Onların tohumlarını da şöyle edindik: Rize'nin bir köyünden çok yaşlı bir teyzenin elli yıldır ektiği tohumları bulduk. Onları ektik geçen Pazar. O mısırları toplayınca bu mısırları öğüteceğiz ve bu değirmende mısır öğütme işine de çok kalabalık gideceğiz. Mısır unu elde ettikten sonra da bu unla hep beraber mısır ekmeği yapalım diyoruz. Bunu da kampüste yapacağız, bu şekilde gıda egemenliği meselesini daha geniş kapsamlı bir şekilde Tarlataban'dan olmayan insanlara yaymak gibi bir amacımız da var. Hem de kolektif bir girişimle de ne olduğunu anlasınlar, sadece ideolojik anlamda değil bir de pratik anlamda bunu deneyimlesinler ve görsünler istiyoruz.
Gıda egemenliğindeki konu tüketicilerin gıda ürünleri üzerindeki pozisyonunun yalnızca tüketiciye indirgeniyor ve gıda üretiminin nasıl bir şey olduğunu bilmiyor olmasıdır. Bizim amacımız gıda üretimi sürecinde egemenliği sağlamak. O egemenlik de nasıl olabilir, kendi yiyeceklerinin bir kısmını üreterek, kolektifler kurarak, kooperatifler kurarak ve bunları üreticiden tüketiciye aracısız bir biçimde direkt geçip dağılmasını sağlayarak. Ayrıca kendimiz de şehirde yaşayan insanlar olarak bu konuya nasıl müdahele edebiliriz, gıda egemenliğini yaşamlarımıza nasıl dahil edebiliriz diye düşünüyoruz.
Onun dışında elde ettiğimiz ürünlerden hep beraber yemek yapıp kampüste hep beraber o yemeği paylaşmak gibi bir fikir var.
Bu dediğinle ilgili bir şey soracaktım. Hem yeni bir üretim, hem dağıtım, hem tüketim pratiği geliştirmek gibi bir amacınız var. Peki şu ana kadar herhangi bir ürün toplandı mı, topladıysa nasıl paylaşıldı?
Yok hiç toplamadık zaten Nisan gibi ektik çünkü sezon anca o zaman açıldı. Ürünler o yüzden toplanacak seviyede değil, sanırım Temmuz gibi toplanmaya başlar. Toplandıktan sonra dediğim gibi yemek yapacak kadar ürün olduğunda yemek yapacağız. Un yapılacak, ekmek yapılacak. Onun dışında da çeşitli fikirler var mesela Boğaziçi'nde BÜ-KOOP isimli bir tüketim kooperatifi var. Tarlataban'dan bir süre önce kuruldu anladığım kadarıyla. Bir kısım ürünü onlara verebiliriz diye düşündük. Yoksa da bir şekilde dağıtacağız, zaten eminim o ürünlerin nasıl kullanılacağı hiç sorun olmaz. Dağıtılır, yenir, bir şey yapılır. Önemli olan orada bir kolektif yaratmak, bu işi hep beraber yapmak, paylaşmak, bunu deneyim edebilmek, meseleleri yalnızca haberlerde görüp geçmemek, biz bu konuda ne yapabiliriz diye düşünmek ve "evet bu konu hakkında bir şey yapabiliriz" demek!
Sitede grup içinde hiyerarşi olmadığını da söylüyorsunuz. Bu toplantılar ve buluşmalar sırasında herhangi bir sözcü ya da öncü sahibi olmamanız bir soruna yol açtı mı, yoksa sizin daha verimli olmanızı mı sağladı?
Hiçbir soruna yol açmadı. Ben örneğin çağrı metnini ilk gördüğümde de bu ifadeyi fark etmiş ve çok doğru bulmuştum fakat bu gerçekleşecek mi gerçekleşmeyecek mi bilmiyordum çünkü gruptaki hiç kimseyi tanımıyordum. Fakat hakikaten gördüm ki grup içinde bilgi anlamımda kimimiz kimimizden daha çok şey biliyor, kimimiz de kimimizden daha çok deneyimli ama buna rağmen grupta kimse kimsenin üzerinde bir bilgi hiyerarşisi kurmuyor.
Hakikaten her konuyu aramızda konuşuyoruz ve tarlaya, Tarlataban'a dair bir şey yapacağımız zaman mutlaka herkesin fikrini söylemesine özen gösteriyoruz. Gerek e-mail grubunda tartışmalarla, gerek tarladaki tartışmalarda mümkün olduğunca hakikaten o hiyerarşinin hiçbir şekilde oluşmamasını sağladık. Hiç kimsenin de zaten ön plana çıkmak, sözcü olmak gibi bir derdi yok kimse kimseyi bu anlamda frenlemeye kalkmadı. Gerçekten de ben şunu anladım ki "Hiyerarşinin olmamasına özen gösteriyoruz, yatay örgütlenme modeli benimsiyoruz" laflarını insanlar içselleştirmiş. Bunu fark ettim ve çok hoşuma gitti. Genelde böyle şeyler hep söylenir ama olmaz, bizde oldu!
Tarla hangi bölümlerden oluşuyor? Mesela şu an biz tarlaya gitseydik nasıl bir manzarayla karşılaşırdık? Fiziksel olarak şu anda tarlada ne var, kaç bölümden oluşuyor ve neler yetişiyor?
O arazi çok büyük bir arazi ve hepsi ekili değil. Biz orada tarım yapmaya başlamadan önce olduğu gibi ağaç ve yabani otlarla kaplıydı, doğal bir görünümü vardı gerçekten. Biz önce küçük bir kısmına ürün ekmek için yabani otları kestik, toprağı çapalayıp havalandırdık, yükseltilmiş yataklar yaptık. Oraya ağırlıklı olarak domates ektik, fideleri de okul serasında tohumdan yetiştirmiştik. Serada onlar fide haline geldikten sonra tarlada hazırladığımız yataklara ektik.
Çeşitli sebzeler de ektik o yataklara. Daha sonra geçen hafta mısırları ekmek için ayrı bir bölümü yabani otlardan temizledik. Mesela bu hafta o mısırların arasına fasulye ekeceğiz çünkü bu ikisi uyumlu ürünler. Onun dışında bir yamaç var arazide ve o kısma böğürtlen ve çilek ektik. Onları da mesela direkt yabani otların arasına ektik.
Şimdi başka bir bölüme de büyük ihtimalle kuru fasulye ekeceğiz. Onu hala düşünüyoruz, buğday da olabilir. Tarla şu anda doğaçlama bir şekilde gelişiyor ve bir şey ekeceğimiz zaman ne kadar araziye ihtiyacımız varsa o kadar yabani ot temizliği yapıp oraya ekiyoruz. Öyle birden arazinin hepsini yabani otlardan temizleyip ağaçları budamak gibi bir şey yapmadık. Ekili olmayan alanlar şu anda hala tamamen doğal bir şekilde duruyor. Zamanla orası bir biçim alır ama belli bir tasarımımız yok.
Sizin bir tohumu alıp ekmeniz için o tohumun hangi özellikleri olmalı, ne gibi kriterleriniz var?
Tohumlarda aradığımız kriter doğal tohum olması, mümkünse atalık tohum olması.
Atalık tohum nedir?
Atalık tohum da hiçbir şekilde kimyasal ilaca, kimyasal gübreye maruz kalmamış, genetiği değiştirilmemiş, bir yöreye has, yerel dediğimiz ve yıllardır kullanılan tohum. Mesela bu mısır tohumu öyle; Rize'nin köyündeki teyze elli sene önce ekmiş sonra elde ettiği ürünün tohumlarını ayırmış bir sonraki sene onları ekmiş, bu döngü böyle elli yıl devam etmiş. Bizim şu anda tarlada ektiğimiz tohumlar işte o Rize'deki mısırların atalık tohumu.
Atalık tohum "atalardan kalma" gibi yani. Biz de böyle olmasına özen gösteriyoruz. Bu tip tohumları da ya gerçekten atalık tohumları saklayan köylülerden ya da konuyla ilgili oluşumlardan elde edebiliyoruz. Tohum takas şenliği de oluyor mesela Türkiye'de. Bağlantıya geçildiği zaman bulunabiliyor aslında. Çok zor bir mesele olmadığını fark ettim. Ben ilk başlarda o tohumlara ulaşmak nasıl olur diye düşünüyordum ama yok mümkün oluyormuş.
Tarlataban iyice oturduktan sonra nasıl bir şey olmasını bekliyorsunuz? Kampüs dışına çıkmasını nasıl sağlayacaksınız? Tarlataban'ın geleceği konusunda ne gibi planlarınız var?
Aslında kampüste bir değişiklik yarattı diyemem tabii de bu meselelerle ilgili olan kişiler yavaş yavaş biliyor sistemi. Şöyle bir şey var Tarlataban okuldaki Çevre Kulübü ve BÜ-KOOP ile iletişim halinde olan bir oluşum. Mesela Çevre Kulübü her yıl bir festival düzenliyor. Biz bu sene Çevre Kulübüyle acaba bu festivali seneye beraber mi düzenlesek diye konuştuk. Bir şekilde Tarlataban'ı insanlara geniş çapta anlatma olanağımız olabilir böylece.
İnsan sayısı az o nedenle böyle bir değişikliğe yol açtı diyemem ama ufak çaplı bir şekilde başladı. Biz geleceğe yönelik "şunu hedefliyoruz, bunu hedefliyoruz" demiyoruz ama hayal kuruyoruz bol bol. İnsanların hayatında nasıl bir değişiklik yaratır meselesi de çok öngöremeyeceğimiz bir şey. Örneğin tarlaya ilk indiğimizde çok az kişiydik ama bir anda bir sürü insan gelmeye başladı. Biz de şaşırdık nasıl yayıldı bu diye. Gelen insanlar gerçekten çok coşkulu bir ruhla katıldı Tarlataban'a. Herkes pazarları tarlaya çok heyecanlı bir şekilde geliyor.
Tarlanın artık insanların hayatında önemli bir yeri oldu. O yüzden bu katılım devam ettiği sürece herkesin hayali bir şekilde gerçekleşecek. Kampüs boyutunda en güzeli insanları oraya çekmek, orada gıda üretimi meselesi üzerinden kolektif bir hayat oluşturmak, bunun sorgulamasını yapmak, oradan alınan hazla insanların hayatlarının başka alanlarına da bu kolektif yaşam biçimini sokmaya çalışmak. Bu kolektifin mümkün olduğunu, güzel ve zevkli bir yaşam biçimi olduğunu, ayrıca da en mantıklı ve sağlıklı seçim olduğunu göstermek istiyoruz.
Mesela Amerika'da okuduğum üniversitenin de bir tarlası var ve yemekhanede bu ürünler kullanılıyor. Siz de Boğaziçi yemekhanesiyle böyle bir işbirliği düşünüyor musunuz?
Tabii, tabii biz onu aslında en baştan beri konuşuyoruz zaten ama şöyle bir durum var, bir üniversitenin yemekhanesi dediğin zaman bu bayağı muazzam bir üretim gerektiriyor. Bizim tarla bunu karşılayabilir mi ben emin değilim. Tabii bir kısmını karşılayabilir, mesela yemekhaneden çıkan tüm ürünler tarladan geliyor olmaz ama bir kısmı geliyor olabilir. Bir kısmı bile gelse zaten bu çok iyi bir şey. Neticede biz bu ürünleri alıp marketlere satmayacağız. Okulun kantini olur, kooperatifler olur, hep beraber yemek olur. O ürünlerin tüketim sürecinde de kolektif bir ruhun ve bilincin olmasına dikkat edeceğiz.
Tarlataban'a nasıl destek verilebilir?
Bugün dünyanın dört bir tarafında devlet ve şirketlerin ortaklığı ile yürütülen gıda ve tarım politikaları hayatlarımıza hastalıktan başka birşey getirmiyor. Çünkü dayatılan bu politikalar (hatta bunlara enerji politikaları gibi ekolojik felaketlere yol açan diğerlerini de eklemeliyiz) doğayı ve yaşamı sömürmek üzerine kurulu. Doğa ise kendisiyle uyum içinde olmayan var oluş biçimlerini hastalandırır. Bu nedenler bizler doğadan yabancılaşmamış, onunla uyumlu bir yaşam biçimi oluşturmalıyız. Köylerde, vadilerde, devletlerin tüm barbarlığına rağmen topraklarını şirketlere vermemek için direnen insanların neyin mücadelesini verdiğini anlamamız gerekiyor. Bunun için biz şehirli insanlar da yaşadığımız alanlarda direniş ağları yaratmalı ve bu küresel saldırı karşısında küresel dayanışma ağları kurmalıyız.
Tarlataban'ın gıda egemenliği etrafında attığı adım, böyle bir yaşam için atılmış bir adımdır. Böylesi bir yaşamı dayanışma içinde kolektif deneyimlerle oluşturabileceğimize inandığımız için herkesin katılımına açığız. Her pazar tarlaya hepinizi bekleriz. (EK/HK)