Tarık Akan 12 Ekim 2011’de Antalya’da En İyi Oyuncu ödülünü almak için sahneye çıktı. 1979'da Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Adak” filmiyle bu ödülü kazanmıştı. O gün sahne yine rol aldığı “Sürü” filmine de ödül veriliyordu. Ödül töreni 31 yıl sonra yapılabildi. 12 Eylül Askeri Darbesi nedeniyle festival yapılamamıştı.
12 Eylül’ün Tarık Akan’a “darbesi” sadece bu olmadı, Almanya’da yaptığı bir konuşma nedeniyle Türkiye’ye dönüşte gözaltına alındı ve iki buçuk ay hücrede tutuldu.
Yaşadıklarını “Anne Kafamda Bit Var” adlı kitabında yazdı. Kitap 2002'de Can Yayınları’nda çıktı. Kitabın ilk 50 bin basımının gelirini kuruluşunda yer aldığı Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı'na bıraktı.
Kitabın girişindeki “Bir Dakika, Beni Nereye Götürüyorsunuz?” bölümü, bir anlamda Türkiye’nin nereye doğru götürüldüğünün ipuçlarını barındırıyor. Kitabın en çarpıcı bölümlerinden birinde Tarık Akan’ın filmleriyle büyüyen kuşaklar için şok edici:
Polis, hücreye getirdiği çocuğa sordu:
"Sen neden geldin lan?"
Ayaktaydım. Merak ve heyecanla izliyordum.
"Benim bir suçum yok," dedi çocuk.
"Ne yani lan, suçun yok da seni camiden mi aldılar, pezevenk, neden aldılar?"
"Evden aldılar... Ders çalışıyordum... Tıp fakültesinde okuyorum. Beni aramıyorlar aslında, abimi arıyorlar; ama beni aldılar."
"Abin kimmiş lan?"
"Mehmet Şener. Ben de Hasan Hüseyin Şener."
"Başlatma lan Ahmet'inden Mehmet'inden! Kimmiş lan Mehmet Şener?"
"Ağca'ya silah veren," dedi çocuk, övünerek.
O âna kadar çocuğu çiğ çiğ yiyecekmiş gibi bakan polisin tüm hırsı tükenmişti.
Ben araya girdim; öfkeyle: "Bu çocukla beni aynı yere koyamazsınız," dedim.
"Sen de kimsin lan?"
"Ben Tarık Akan'ım."
"Ne olmuş lan Tarık Akan'san? Neden kalamıyormuşsun bununla? Bu insan değil mi?"
Çenemi tutamadım, ettim lafımı: "Ben bu faşistle kalamam, beni başka yere..."
Mideme bir yumruk yedim. Ayaklarım yerden kesildi. Neye uğradığımı anlayamamıştım. Kendimi yerde buldum. İki-üç tekme de yerde yedim. Kafamı kolluyordum.
Darbenin 36. yıldönümünden dört gün sonra hayatını kaybeden Tarık Akan'ın bugün tekrar okunması gereken 12 Eylül anıları şöyle başlıyor:
"Sana hiçbir şey olmayacak, göreceksin bak. Elini kolunu sallayarak dışarı çıkacaksın."
Uçak havaalanına yaklaşırken Müjdat (Gezen) beni yatıştırmaya çalışıyordu. Onu duymuyor gibiydim. Tutuklanacak olursam onun neler yapması gerektiğini düşünmeye çalıştım; tanıdık birkaç kişinin adını saydım.
"Onları hemen ara, avukatımı devreye sok," dedim; bir de bütün gazeteleri aramasını tembihledim.
Pencere kenarında oturuyordum, Müjdat yanımdaydı. Almanya'dan birlikte döndüğümüz kafilenin öbür elemanları da uçaktaydı. Üst üste viski içtiğimi anımsıyorum. Sık sık dışarı bakıyordum. Heyecanlıydım. Yerde beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Uçak inişe geçti. Arkama dönüp baktım. Halit (Kıvanç) Ağabeyle işaretleşerek selamlaştık. Perran (Kutman), 'güçlü ol, telaşlanma, arkandayız' anlamında yumruğunu sıkıp öpücük yolladı. Hürriyet gazetesi yazı işleri müdürü de bizimle birlikte uçaktaydı.
Durduk. Herkes hareketlendi, ben bir türlü yerimden kalkmak istemiyordum. Gönülsüzce, ağır ağır hareket ediyordum.
Müjdat'a döndüm: "Beni götürürlerse bavulumu sen al," dedim. "Bavulla şubeye gitmek istemiyorum. Yan ceplerinden birinde telefon defterim var, onu yok et."
Yolcular birer ikişer uçağı terk etti. Çevremdekilere baktım. Halit Ağabey ile Perran dışındakilerin kaçamak ve korkak bakışlarıyla karşılaştım. Göz ucuyla süzüldüğümü hissediyordum. Suçlayıcı tavırlar ve bakışlar dikkatimi çekti. Öyle telaşlıydım ki daha uçaktan çıkmadan polislerin gelip beni götüreceğini sanıyordum. Korktuğum şimdilik başıma gelmemişti. Uçağa yanaştırılan körüğün içinden yürüdüm, koridorlar geçtim, köşeler döndüm. Sürekli çevreme bakmıyor, sivil polis arıyordum. Şimdi şuradan çıkacak diye bekliyordum, ama yoktu işte. Yanımda Müjdat vardı. O da heyecanlı görünüyordu. Kuyruğa girmiş insanların ardına eklendim.
Bir anda kravatsız ama takım elbiseli iki kişi dikkatimi çekti. Bana bakıyorlardı. Pasaport kontrolü için benim girdiğim sıranın ucundaki polis kulübesinin yanma geldiler. Oradan da doğrudan bana yöneldiler. Gözlerini üstüme dikmişlerdi. Artık emindim; bunlar sivil polisti. Tüm hareketleri ağır çekim görmeye başladım.
"Tarık Bey, sizi şöyle alalım; pasaportunuzu verin, biz hallederiz..."
Konuşacak halim kalmamıştı. Havaalanının ortasındaki karmaşa ve gürültüde siyah-beyaz ve hareketsiz dikiliyordum.
Bu manzaradan makasla oyulup çıkarılmış, başka bir deftere yapıştırılmıştım.
Müjdat benimle konuşan polise döndü: "Bir sorun mu var memur bey?" Polisler onu duymazdan geldiler, hiçbir şey söylemediler.
Pasaport kuyruğu uzuyordu ve birlikte geldiğimiz kafiledekiler sadece bakıyorlardı.
Derken polisin sesini yeniden duydum: "Hakkınızda tutuklama emri var."
"Hangi nedenle? Ne olmuş ki?"
Soruyu gene Müjdat sormuştu.
Polisler bilgi vermemekte kararlı görünüyorlardı; koluma girdiler, kuyruktan çıktık.
Beni pasaport kulübelerine sokmayacaklarını anladım. Yürüdük. Yanda, üstünde 'Emniyet Odası' yazılı odayı gördüm. Hemen, beni arka taraftan çıkaracaklarını düşündüm.
Birden, "Bavullarım var; bavullarımı almalıyım," deyiverdim. Bunun üzerine beni pasaport kulübelerinin yanma götürdüler. Bir polis pasaportumu aldı, herkesin önüne geçti, pasaportumu uzattı. Kuyrukta sıra beklememize gerek kalmadan, polisle birlikte salona gittik, bavulların döndüğü yürüyen bandın önünde beklemeye başladık. Önce pasaportu alan polis, sonra yavaş yavaş yolcular geldiler. Müjdat'ın biraz telaşlı ve şaşkın olduğu dikkatimi çekmişti.
Polise bir şeyler daha sordu: "Tarık'ı nereye götürüyorsunuz?"
"Emir var, başka bir şey bilmiyoruz."
Gene elde var sıfırdı. Beklemeye koyulduk. Uzunca bir ara geçti.
Müjdat dayanamadı: "İyi ama, nereye götürdüğünüzü de mi bilmiyorsunuz?"
Polis bu kez yanıt verdi ama önce bizi şöyle bir güzel bekletti. Uzunca bir aradan sonra, "Birinci Şube'ye," dedi.
(HK)