Fatmagül Berktay, "Tarihin Cinsiyeti"nde, bilinen tarih boyunca kadının "erkeğin ötekisi" olarak kurgulanmasının, "bağımsız özelliğinin" inkar edilmesinin nedenlerini araştırıyor ve "feminist tarihçiliğin" ortaya çıkışı, gelişimi ve hedefleri hakkında bilgi veriyor.
Kitap, liberal devlet anlayışının, kamusal alanla özel alanı kadın ile erkeğin "doğal" farklılığına dayandırarak ayırmasının ataerkil yaklaşımın yansıması olduğuna dikkat çekiyor.
Liberal devlet ve hukuk anlayışında "insan hakları"ndan söz edilirken "insan" "erkek"le özdeşleştirildiğinden ataerkil anlayış sürdürülmüş, buna karşılık "kadınların insan hakları" kavramı ortaya çıkmış ve kadınların kamusal alana girme mücadeleleri hız kazanmıştı.
Ulus devletler, din ve toplumsal cinsiyet
Berktay, "Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Feminizm" başlıklı bölümde, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin kendine özgü koşulları içerisinde kadınların konumlarını ve mücadelelerini anlatırken İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Fransa gibi ülkelerden örnekler vererek genel olarak ulus-devletin eril niteliğine dikkat çekiyor.
Berktay, burjuva devrimi sonucunda oluşan ulus-devlet projelerinin, kadınların geleneksel "iyi eş ve anne" rollerini modern biçimlerde sürdürmelerini sağladığını, bu nedenle de ulus-devletlerin ataerkil bir yapıya sahip olduklarını belirtiyor.
"İslamcı kadın" kimliğinin ele alındığı bölümde ise Berktay, dinin bir ideoloji olarak ataerkil aile yapısını koruma ve pekiştirmede oynadığı rol üzerinde durarak, İslam dininin ve ulus devletin toplumsal cinsiyet ayrımcılığı konusundaki ortak anlayışına dikkat çekiyor.
Hem İslam dininin hem laik-milliyetçi söylemin ortak noktasının "kadın bedenine ve davranışına ilişkin denetim kaygısı" olduğunu savunan Berktay, İslamcı kadınların kendi bedenlerini "kutsal" ancak, örtünmeyen, dinsel/cemaatçi geleneğe karşı çıkan kadınların bedenlerini "cinsel nesne" olarak değerlendirmelerinin kamusal alanda birbirine düşman "öteki"lerin çeşitlenmesinden başka bir işe yaramayacağını belirtiyor.
"Doğuyla Batının Birleştiği Yer" başlıklı bölümde, Doğucu ve Batıcı erkeklerin ortak noktası, "modernleşmenin sonucu olarak kadınların kazandığı her yeni özgürleşme edimi karşısında kendilerini daha güçsüz, daha az 'erkek' hissetmeleri" olarak ortaya konuyor.
Bu nedenle modernleşen toplumdaki modern erkeğin kadının geleneksel rollerinin önemine daha fazla vurgu yaptığına işaret ediliyor.
Ortaçağ Avrupasında toplumun günah keçileri olarak kadınların "cadı" diye nitelendirilmeleri ve cezalandırılmaları, modern toplumda kadınların yine günah keçileri olarak "meşum kadın" diye nitelendirilmeleri ve toplum düzeni için tehlike olarak değerlendirilmeleri şeklinde devam etmişti. Yani değişen toplumda değişmeyen tek şey ataerkil ideolojinin toplumun temeli olmaya devam etmesiydi.
Arendt, Boran ve Derviş'in nezdinde kadınlar
Fatmagül Berktay'ın, Hannah Arendt, Behice Boran ve Suat Derviş'ten bahsettiği bölümler, ataerkil ideolojiye karşı kadın kimliğini ortaya koyarak kamusal alanda önemli işler yapmış kadınların gerçek öykülerinin anlatıldığı bölümler olması açısından kitabın en keyifli bölümleri olarak değerlendirilebilir.
Toplumsal cinsiyet ayrımının ve bu ayrımın işaret ettiği cinsler arası iktidar ilişkilerinin tarihsel süreci kavramak açısından önemli olduğunu, ancak bu öğelerin katılımıyla tarihin en geniş anlamıyla yeniden kurulabileceğini savunan feminist tarihçiler, varolan düzeni eleştirirken sadece eşitlik talep etmiyor aynı zamanda ilişkileri, kimlikleri ve örgütlenme biçimlerini değiştirmeyi hedefleyen bütünsel bir politikayı savunuyorlar.
Bu savunuya tanık olmak ve "cinsiyet tanımayan akıl ve insan" kavramının gerçeğe dönüşme sürecini anlamak için mutlaka okunması gereken bir kitap Tarihin Cinsiyeti.
* Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti
Metis, 2003
231 sayfa