*Görseller: Pixabay.
Fotoğraf: Anadolu Ajansı
Türkiye'nin bağımsız Bilim Akademisi çatısı altında oluşmuş bir popüler bilim platformu olan Sarkaç'ın seçkisinin yer aldığı "Meraklısına Bilim" kitabı Doğan Kitap'tan çıktı.
Farklı alanlardaki bilim yazılarının derlendiği kitaptaki seçki, yediden yetmişe herkes için vazgeçilmez bir bilgi kaynağı olma hedefinde. Periyodik tablonun tarihinden, asal sayılara; Amerikan başkanlık sisteminden, yapay zekâya; Osmanlı'da enflasyondan kanser tedavilerine geniş bir yelpazede bilim insanları tarafından kaleme alınmış yazılardan Bülent Aslan'ın "Bu kadar ışığa ihtiyacımız yok!" başlıklı yazıyı paylaşıyoruz.
Liderlerin, ideolojilerin, savaşların, bazı teknolojik gelişmelerin ve silah tiplerinin vb, tarihe yön veren veya onu belirli ölçülerde biçimlendiren faktörler olduğu kabul ediliyor.
Büyük kitleleri etkileyen salgın hastalıkların da bazen tarihteki belirleyici rollerinden söz edebiliriz.
Savaşlar ve salgınlar
MÖ 396 yılında Kartacalılar Sirakuza'yı kuşatmışlar, fakat bu sırada orduda çıkan veba salgını yüzünden geri çekilmek zorunda kalmışlardı.
Veba salgını o kadar şiddetliydi ki, sadece Kartacalıların kuşatmayı kaldırmasına neden olmakla kalmadı, Sicilya'daki askeri varlıklarını da çökertti.
Eğer Kartacalılar bu kuşatmada başarılı olsalardı, daha sonraki asırlarda Akdeniz'de Roma'nın yerine Kartaca egemenliği kurulmuş olabilir miydi?
Salgın hastalıklar, Haçlı Seferleri sırasında da etkilerini sürdürdü.
Haçlı ordularının Filistin'de tutunamamalarının en önemli nedenlerinden biri, saflarında yaygınlaşmış bulunan bulaşıcı hastalıklardı.
Almanya İmparatoru II. Frederick 1227 yılında Haçlı ordularına destek amacıyla ordusunu Brindisi'den gemilere bindirmiş, fakat daha sonra dizanteri salgını nedeniyle geri dönmek zorunda kalmıştı.
(Yüzlerce yıl sonra bu defa Almanya Kralı Frederick William, Avusturyalı müttefikleriyle birlikte Fransız devrim ordularına karşı yürüyüşe geçmiş, fakat 42 bin kişilik ordusu yine dizanteri salgını yüzünden 30 bine inince çareyi geri dönmekte bulmuştu.)
Çiçek virüsü ve Aztekler
İspanyollar Amerika kıtasının keşfinden sonra kıtayı istila etmeye kalkıştıklarında en büyük "yardımcıları", kendilerinin getirdiği Çiçek virüsünün yarattığı salgının yerli halkı güçten düşürmesi ve yok etmesi oldu.
Çiçek, kızamık ve kabakulak gibi hastalıklarla ilk kez karşılaşan Aztekler milyonlarca insanını kaybetti. Aynı felaketle daha sonraki yıllarda Güney Amerika'da İnkalar karşılaştı.
Napolean Bonaparte (1769-1821) da Doğu Seferi sırasında bulaşıcı hastalıkların yıkıcı etkileriyle boğuşmak zorunda kaldı.
Napoleon'un 1812'deki Rusya Seferi'nde karşılaştığı büyük engellerle ilgili olarak aşırı kış soğuğundan çok bahsedilmiş, fakat orduyu kırıp geçiren tifüs ve dizanteri salgınına pek dikkat çekilmiştir.
1861-65 yılları arasındaki Amerika İç Savaşı'nda yalnızca Kuzey ordusunun askerlerinin 220 bini, tifo, dizanteri ve tüberküloz gibi hastalıklardan ölmüştür.
Bu sayı, Kuzey ordusunun çarpışmalarda kaybettiği askerlerinin sayısının iki katına yakındır.
Kolera günlerinde savaş
1854-56 yılları arasında yapılan Kırım Savaşı'nda da Fransızlar askerlerinin 20 binini çatışmalarda, 50 binini ise çeşitli hastalıklardan kaybetmişlerdi.
İngilizler ise 5 bin askeri çatışmalarda, 17 bin askeri ise hastalıklardan yitirmişlerdi. Fransız ordusunun başkomutanı Saint-Arnaud ile İngiliz ordusunun başkomutanı Lord Reglan koleradan öldüler.
Rusların çatışmalarda ölen 38 bin askerine karşılık, 37 bin askeri de hastalıktan ölmüştü.
Türkiye'de de Balkan Savaşları sırasında Trakya'yı ve İstanbul'u etkisi altına alan kolera salgınının ne kadar büyük yıkımlara yol açtığı ve ne büyük zorluklarla kontrol altına alınabildiği bilinir.
Birinci Dünya Savaşı'nda ise 1915'te Çanakkale Savaşlarının en şiddetli ve kritik döneminde Osmanlı ordusu, müttefiklerinden gerekli asker ve mühimmat desteğini alamamıştı.
Çünkü müttefik Avusturya kuvvetleri, tifüs salgınının kol gezdiği Sırbistan'dan geçmekten çekinmişti.
Daha sonra Avusturya kuvvetleri ve topları geldiğinde ise savaşın manzarası çoktan değişmiş bulunuyordu.
Sığır vebası ve veterinerler
Kurtuluş Savaşı'nda da Türkiye kuvvetleri, sadece düşman kuvvetleriyle değil, mikroplarla da büyük bir savaşa girişmişti.
İsmet (İnönü) Paşa, işgalci güçlerin kuvvetlerinden değil, ellerinde neredeyse sağlam katır bırakmayan sığır vebasından korkuyordu.
Az sayıdaki, çalışkan, bilgili ve fedakar veterinerlerimizin sığır vebasına karşı büyük ve başarılı mücadelesi olmasaydı, Garp Cephesi'ndeki mücadelenin zaferi kesin olmayabilirdi.
Kara ölüm ve Avrupa
Salgın hastalıklar, savaş koşulları dışında da etkili oldu. MS 540'ta Bizans İmparatorluğu'nda baş gösteren ve imparatorun adıyla anılan Jüstinyen Vebası o kadar çok insanın ölümüne yol açmıştı ki, imparatorluk yıkımın eşiğine gelmişti.
1348-1351 yılları arasında kıta Avrupa'sında ortaya çıkan ve Kara Ölüm adıyla anılan ünlü veba salgını da milyonlarca kişinin ölümüne neden oldu.
Kara Ölüm, Avrupa'nın ekonomik, sosyal ve demografik yapısını önemli ölçüde değiştirdi. Kara ölüm dönemin yazarı Boccaccio (1313-1375), Decameron adlı ünlü eserinin giriş bölümünde veba salgınının yol açtığı sosyal, psikolojik ve ahlaki çöküşü olağanüstü etkileyici bir biçimde tasvir etmişti.
I. Dünya Savaşı ve İspanyol gribi
1918 yılında baş gösteren ve Birinci Dünya Savaşı'nın yarattığı olumsuz koşulların da etkisiyle kısa sürede bütün dünyaya yayılan İspanyol gribinin neden olduğu ölüm sayısının 50 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Birinci Dünya Savaşı'nda bu kadar insan ölmemişti.
Türkiye'de de Cumhuriyet'in ilk yıllarında nüfusun çok büyük bir bölümü sıtma, verem, frengi, tifüs, trahom gibi bulaşıcı hastalıklardan kırılıyordu.
Genç Cumhuriyet bu hastalıklara karşı çok büyük ve çok yönlü bir mücadele sürdürerek 10 yıl içerisinde salgınları hemen hemen yok etmişti.
Tarihteki salgın hastalıklardan ve bunların toplumsal yaşamdaki etkilerinden söz ederken önemli bir nokta dikkat çekiyor.
Aşı ve antibiyotiğin keşfi
Mikropların varlığının ve hastalıkların mikrobik kökenlerinin anlaşılması ve mikrobik hastalıklarının önlenmesine (aşılarla) ve tedavisine yönelik gelişmeler, Pasteur, Koch, Lister vb.'nin öncülüğündeki bilim insanlarının çabalarıyal ancak 19. yüzyılda mümkün olabildi.
Bu döneme kadar salgın hastalıklar kaçınılmaz bir kader olarak kabul ediliyor, bu hastalıklarla mücadelede doğa üstü güçlere bel bağlanıyordu.
Bilimsel gelişmeler, 19. yüzyılın sonlarından itibaren kitlesel salgın hastalıkların yıkıcı etkilerini yok etmeye başladı.
20. yüzyılın ilk yarısında antibiyotiğin keşfiyle de bulaşıcı hastalıklara karşı büyük bir başarı kazanıldı.
Bilimin ve tıbbın, diğer toplumsal sonuç üreten yaratıcılıklarının yanı sıra bu başarısıyla da tarihteki büyük yönlendirici rolü ortaya çıkmış olmuyor mu?
(PT)