"Günümüzün dünyasında mülteci sorunu kartopu gibi büyürken geçmişte mülteci konumuna düşürülen insanları görmezden gelmek yeni askeri tarihçilikte kabul edilemez bir tavırdır. Kaldı ki tarihçilerde bile modern çağdan önceki savaşların toplum, kültür ve ekonomiye etkisinin az olduğuna dair bir yanılsama var. Oysa 19. Yüzyıldan önceki savaşlar son derece yıkıcıdırlar."
On yedinci yüzyılda Osmanlı kuşatma savaşları hakkında TÜBİTAK destekli bir projeyle uğraşan Kahraman Şakul, geçtiğimiz aylarda bu projesini tamamladı.
Bu araştırmanın ilk ürünü olarak II. Viyana Kuşatması: Ejderin Fendi başlıklı kitabı Timaş Yayınları’ndan çıktı.
Şakul ile çalışmasını ve askeri tarihçiliği konuştuk.
Çok kişisel bir yerden başlamak istiyoruz. Siz “askeri tarihçi” olarak anılıyorsunuz. Bu alana ilginiz nasıl başladı, nasıl gelişti?
Uzun zaman ilgimin kaynağını hiç düşünmedim. Ta ki yüksek lisans tezimin savunmasında bu soruyla karşılana dek. Jürimde tez hocam Hakan Erdem ile birlikte Selim Deringil ve memleketimizdeki ilk teknoloji tarihi kürsüsünün sahibi rahmetli Günhan Danışman hocalarım bulunuyordu. 18. Asırda Osmanlı topçuluğu ve askeri teknolojisi konulu bir tezdi. Soru karşısında şaşırdığımı söylemeliyim. Fakat o an aslında daha ilkokul çağından beri askeri tarihe ilgim olduğunu fark ettim. Can Yayınlarının çocuk serisinden çıkan basitleştirilmiş İlyada Destanıyla başlayan bir süreç galiba. Tabii ki Ömer Seyfettin hikâyelerini de unutmamak lazım. O yaşlarda savaşın epik yönü etkileyici oluyor.
Sonraları savaşın o kadar da estetik bir şey olmadığını keşfettik tabii. Batı Cephesinde Her Şey Sakin tarzı romanlar ve konu hakkındaki akademik literatür mutlaka etkili olmuştur üzerimde. Yüksek lisans tezimi yazarken doktora tezi hocam Gábor Ágoston’un Osmanlı askeri teknolojisi hakkındaki öncü makaleleriyle tanıştım. Caroline Finkel Hoca’nın hala basılmamış doktora tezi ki 1593-1606 Osmanlı-Nemçe Savaşı’nın lojistiğiyle ilgilidir, savaşa bakışımı değiştirdi. Sonra büyük bir nezaketle Türkiye’de ulaşamadığım makalelerini bana posta yoluyla gönderen Virginia H. Aksan Hocamın meşhur Osmanlı-Rus savaşlarıyla ilgili makalelerini anmalıyım. Karşılaştırmalı tarihçilik ve yeni askeri tarih yaklaşımı ile bezenmiş çok önemsediğim yayınlardı. Sevgili hocam Rhoads Murphey’nin Ottoman Warfare (Türkçeye de çevrilmiştir) adlı yeni bir kitap yayınladığını tez hocam Hakan Erdem sayesinde öğrenince kararımı vermiştim.
“Boğaziçi Üniversitesi’nin yaklaşımı şevkimi besledi”
Yeni askeri tarihçilik denilen şeyle meşgul olmalıydım. O güne dek adeta sadece 90 dakika futbol maçı izlemekten zevk alan bir seyirci gibi olduğumu keşfettim. Yani, aslında o 90 dakikanın arkasında müthiş bir yatırım, tesis, altyapı, finansal yapı vardı ve ben bunu hiç düşünmemiştim. Belki 3-4 saat sürecek bir meydan muharebesi için ya da 3-5 haftalık bir kuşatma için o çekilen meşakkat… Tüm bu organizasyonun sosyal ve ekonomik boyutu… Bunlar yeni askeri tarihçiliğin meseleleridir. Öte yandan daha 1950’lerde Lütfi Güçer gibi iktisat tarihçilerinin de bu işlere kafa yorduklarını söylemek gerek. Tabii, o yıllarda Boğaziçi Üniversitesi’nin sunduğu bilimsel altyapı ve öğrenci odaklı yaklaşım akademik şevki besleyen unsurlardı. Hatta Hakan Hocam Amerika’dan dönerken Baron de Tott’un o kalın hatıratını fotokopi halde benim için getirmişti.
O hatırat olmadan tezim yazılamazdı. Yani, her okulda böyle öğrenci kayıran bir kadro bulmak mümkün değil. Öyle bir geleneğin parçası olmak, o tedrisattan geçmek bir ayrıcalık. Kayıt günü ilk kez kampüse gittiğimizde koca koca profesörlerin bize “siz” diye hitap etmesi filan acayip bir deneyimdi. Başka üniversiteleri kazanmış arkadaşlara anlatınca gözleri fal taşı gibi açılır, gıptayla bakarlardı. Bir mesele olsa rektör Üstün Ergüder’e rahatlıkla ulaşılırdı. O günleri hatırlayan ve hocaya o zamanlar çeşitli nedenlerle kızan arkadaşlar herhalde şimdi o günleri hatırlayıp acı acı tebessüm ediyorlardır. Nereden nereye… Bir süredir Türkiye’de üniversitelerin kapatıldığına veya yeni düzenlemelerle yapısının değiştirildiğine şahit oluyoruz. Umarım zararı yararından fazla olmaz.
“Hamasi söylem kaliteye gölge düşürüyordu”
Kuşatmaların önemli olduğunu, “kale cengi” usullerinin askeri tarihçiler tarafından dikkate alınmadığını söylüyorsunuz. Bunun sebebi ne sizce?
Ülkemizde bahsettiğim öncü çalışmalar sayesinde yeni askeri tarihçilik yaklaşımıyla pek çok çalışma yapıldı. Bu yaklaşım tabiri caizse maçın kendisinden ziyade maça hazırlık evresine yoğunlaşır. Yani muharebe ya da çatışma odaklı olmaktan ziyade lojistik odaklıdır. Bu nedenle bir askeri sefere nasıl hazırlanıldığını bu çalışmalar gayet güzel anlatsalar da muharebe ya da kuşatmada neler yaşandığı konusunda biraz eksik kalıyorlar. Eskinin harp odaklı askeri tarihçiliği ise tüm hazırlık aşamasını atlayıp sadece çatışmaya yoğunlaşırdı. O günün milliyetçi ve hamasi söylemi olsun, “tarihi büyük ‘adamlar’ yapar” tarzı inançlar olsun bu çalışmaların kalitesine gölge düşürüyordu.
“Eski ve yeni tarihçiliği birleştirerek…”
Ben Osmanlıların kale cengi dedikleri bu savaş usulünü eski ve yeni askeri tarihçiliği birleştirerek yapmaya özen gösteriyorum. Yani bir yandan diplomatik ve siyasî-ideolojik arka plan, bir yandan sefere hazırlık süreci ve ordunun cepheye intikalinde yaşanan lojistik sorunlara eğiliyorum. Fakat devamında kale kuşatmasının kendisini de detaylı inceliyorum. Kuşatma sonrasında yaşanan askeri, diplomatik ve kültürel gelişmeleri ihmal etmemeye çalışıyorum.
Böylece okura askeri gelişmelerin genel Osmanlı tarihi ile olan ilişkisini, onu ne yönde ve nereye kadar şekillendirdiğini anlamak ve anlatmak istiyorum.
“Edebiyat ideolojinin temel yapıtaşı”
Çalışmada, dönemin ideolojik boyutunu anlamak için, devrin şiir ve efsanelerine baktığınızı söylüyorsunuz. Edebiyatın, gerek sosyal, gerekse de siyasi tarih üzerinde bu denli büyük bir etkisi var mı? Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Edebiyat ve ideoloji ilişkisi üzerine koca koca kitaplar yazmak mümkün, yazılmıştır da... Ben edebiyatı ideolojinin sadece bir aynası olarak görmüyorum. İdeolojinin temel yapıtaşı gibi. İdeoloji edebiyat sayesinde yok elbette. Ama edebiyat hem mevcut ideolojiyi başkalarına aktaran hem de aktarma sürecinde onu dönüştüren bir araç. Dolayısıyla bir takım destanlara ve manzumelere bakarak “işte ideoloji edebiyata da böyle yansımış” demek istemedim.
Bir ideoloji ifadesini nasıl bulurdu eskiden? Bugün sosyal medyadan tutun da pek çok araç var ideolojiyi aktarmak ve tartışmak için. Fakat eskiden bu nasıl dile getirilirdi ki? Herhalde edebi eserler başat unsurlar oluyor. O nedenle mesele edebiyatın sosyal ve siyasî tarih üzerindeki etkisini ölçmek değil de aralarındaki etkileşimi görmek. Bu bize ne söyler? Dar kapsamlı ve teknik bir mesele olarak gördüğümüz kale cenginin aslında hayatında savaş görmemiş insanların gündelik tartışmalarına dek girebildiğini söyler. Mesela, Yusuf Nabi’nin bir görgü tanığı olarak Kamaniçe’nin fethini anlattığı o ağdalı eserinin onlarca yazma nüshası bulunuyor. Kendisi bu eseri sayesinde meşhur olmuştu. Şair için ne çetin bir görev… Bu kadar teknik bir şeyi bilmeyene nasıl anlatırsın. Ya da siper kazmak, her gün siperleri kaleye yaklaştırmak gibi sıkıcı bir işe kim neden ilgi duysun da okusun? Siperleri bir medrese, askerleri o medresede savaş ilmini tahsil eden öğrenciler gibi sunarsan okurlar. Siperlerin kaleye yaklaşması ile Hacı Bektaş Veli’nin bir duvarın üstüne binip de onu adeta canlandırıp at gibi sürdüğü menkıbe arasında ilgi kurarsan menkıbeye aşina okur bunu anlar.
“Halka bunu nasıl açıklayacaksın?”
Tabii ki tüm bunlar ilgi çekici şekilde okura aktarılırken Osmanlının fütuhatçı yaklaşımının da propagandası yapılıyordu. Sonra, efkar-ı umumiyenin (kamusal alanın) modern manada olmadığı bir dönemde sıradan insanların savaşa bakış açısını nasıl öğrenebiliriz? Ozanların yazdığı destanlar dillerinin sadeliğine bakılırsa rağbet gören şeyler olmalıydılar. Ozan, IV. Mehmet’in ağzından “memleketimi düşmana aldırdılar, ‘baş danışmanın olan anan öldü de o yüzden devlet işlerini eline yüzüne bulaştırdın’ dediler, tahtımı aldılar, yazık bana” diye yazıyorsa ahalinin padişahla ilgili ne düşündüğü açıktır.
Karlofça Antlaşması’nı düşünün. Müthiş bir yenilgi belgesi. Devasa bir toprak kaybı… İtibar kaybı… Halka bunu nasıl açıklayacaksın? Hemen “sulhiye” diye bir kaside formu devreye sokuldu. Kasideyi büyük adamlara yazılan övücü şiirler gibi anlatırlardı bize okulda. Farklı bir kaside olarak da Namık Kemal’in şu meşhur Hürriyet Kasidesi’ni ezberletirlerdi. “Ne mümkün zulm ile bidat ile imha-yı hürriyet…” diye başlayan… Karlofça’dan sonra barış antlaşmasını öven sulhiyeler yazılması çok ilginç değil mi? Kriz yönetimi gibi bir şey… Yirmi yıl önce Kara Mustafa Paşa’ya “hadi git de Viyana’yı al” diye kaside yazan Alaeddin Sabit şimdi “savaş şarabı haram oldu, barış şerbeti helal oldu” diyerek barışı kutsuyor. Savaşta ölümü “şehadet şerbetini nuş etmek” olarak ifade eden bir kültürde şerbetin şehadetle değil de barışla anılması bir dönüşüm değil midir? Nabi, Karlofça için sulhiye yazan bir başka isim… Belli ki o süreçte fikirler de değişmiş. Edebiyat bu değişimin bir aynası olduğu gibi ana taşıyıcı unsuru, çünkü bu eserleri okuyanlar da görüşlerini değiştirme fırsatı ediniyorlar. Son olarak Niyazi Mısri’nin Osmanlı hanedanına yönelik ağır ifadeleri var, onu da hatırlamak lazım.
“Osmanlı yanlısı bir tutum beklenmesi haksızlık”
Üçüncü bölümde, kuşatma öncesi yaşananları, bir de tarafların mağdur ettiğin halkların gözünden, mülteciliği merkeze oturtarak ele alıyorsunuz. Günümüzün de en can acıtıcı meselelerinden biri, mülteci olgusu… Sivil halkın yer değiştirmek zorunda kalması, savaşın bir diğer sonucu. Bir askeri tarihçi olarak bu durumu tarihsel bağlamda nasıl yorumluyorsunuz?
Sırf Türk olduğumuz için veyahut da Osmanlı tarihçisi olduğumuz için Osmanlı yanlısı bir tutum takınmamızın beklenmesi haksızlık. Günümüzde artık kavganın taraflarının bakış açılarını öğrenmek ve yansıtmak nispeten daha kolay. Osmanlının haklı mücadelesini anlatmak gibi bir refleks sergilemekten ziyade kavga konusunun ne olduğunu, tarafların buna nasıl baktığını, meselenin nasıl evirildiğini, günümüze yansımalarını ele almak daha doğru bir tarihçilik yaklaşımı gibi geliyor bana.
Tabii ki öncelikle Osmanlı tarihçisiyim ve haliyle kaynak kullanımı bakımından Osmanlı tarafına ağırlık vermem hem doğal hem de uluslararası bilim camiasından benden beklenen bir şey. Fakat bu durum beni taraf tutma noktasına götürmemeli. Objektif olmak bir gerçeğin teslimidir. Bir hakemin “ben şu takımı tutuyorum” demesi gibi, şayet yine maç mecazına başvurursak… Tarafsızlık ise bir ahlak meselesidir. Hakemin düdüğü üflerken adil olacağına söz vermesi gibi.
“Geçmişteki mültecileri görmezden gelemeyiz”
Osmanlı tarihçisi olarak Osmanlılara, çalışma konuma, o kültüre elbet bir sempatim olacaktır ama bu taraf tutma bahanesi olmamalı. Dolayısıyla yeri geldiğinde zülfüyâre dokunacağız.
Pek çokları Viyana Kuşatması nedeniyle sivil halkın kanları, canları, malları ve hayatlarıyla ödemek zorunda kaldığı bedelleri görmekten rahatsızlık duyabilir. Fakat asker-sivil ayrımı yapılmayan bir dönemde bu trajik sonuçlar maalesef vardır.
Günümüzün dünyasında mülteci sorunu kartopu gibi büyürken geçmişte mülteci konumuna düşürülen insanları görmezden gelmek yeni askeri tarihçilikte kabul edilemez bir tavırdır. Kaldı ki tarihçilerde bile modern çağdan önceki savaşların toplum, kültür ve ekonomiye etkisinin az olduğuna dair bir yanılsama var. Oysa 19. Yüzyıldan önceki savaşlar son derece yıkıcıdırlar.
“Mültecileştirme o kadar modern bir kavram değil”
Biraz da moderniteyle bağdaştırılan mülksüzleştirme, mültecileştirme, öcüleştirme, cephe kavramının tüm ülkeyi kapsaması (Cihan Harbi ile başladığına inanılır) gibi gelişmelerin o kadar da modern olmadığını göstermek istedim. O nedenle kitabımda mültecilerin durumuna dair birkaç kelam ettim. Bu hassasiyetimin insani nedenlerini açıklamak abes olur.
Her gün yaşıyor ve görüyoruz maalesef. Her yer savaş, mülteci, hatta soykırım. Çin’de Uygurlara yapılanlar ortada… Kimin ne tepki verdiği de…
Kimsenin kitabımı okudu diye bir aydınlanma yaşayıp tüm bunlara son vereceği beklentisi içerisinde değilim. Fakat okura hiç değilse bu mekanizmanın tarih boyunca nasıl işlediğine dair bir argüman sunabilirim diye düşündüm. Bu noktada karşı tarafı objeleştirmek, yani insan sıfatından çıkarmak ilk eylem oluyor. “Onlar mağdur değil ABD’nin Çin’i karıştırmak için kullandığı figürler… Onlar öğrenci değil terörist… Onlar sivil değil Nemçe’nin gâvuru…” söylemleri gibi. İş başkalarının iç işlerine karışmaya gelince ise “onlar asi değil zalim krallarına karşı hak mücadelesi veren Macar ahali… Onlar BAAS zulmüne direnen Suriyeli kardeşlerimiz… Onlar fanatik Leh Katoliklerine karşı bize sığınan zavallı Ortodoks Ukraynalılar…” söylemleri de benzer.
Her iki durumda da sivil halk mülteci konumuna itilebilir, ama kullanılan söyleme göre mülteci merhamet kadar nefret de uyandırabilir. 1683’ten sonra savaşların kaybedilmesi neticesinde o kadar çok Müslüman esir alınıp Avrupa’ya götürüldü ki… Bir kısmının belki esaretin verdiği bıkkınlıkla, belki eski aidiyetini sorgulayıp soğuması sonucunda din değiştirdiğini görüyoruz.
Silahdar Mehmed Ağa tarihinde maceracı yaklaşımlar yüzünden bunların yaşandığını anlatır ve binlerce Müslümanın esir düşüp “mürted” olarak ahiretlerini kaybetmelerinden acı acı yakınır. Bunu şu nedenle söylüyorum. Hamasi yaklaşımlara o kadar teşne olduk ki her Osmanlının her konuda aynı düşündüğünü, o devirde herkesin bu tür askeri maceraları sonuna dek desteklediğini varsayıyoruz. Bu yüzden bir tarihçi çıkıp ana anlatının dışına çıkınca, farklı düşünüp yazmış tarihi kişiliklerin sesi olunca derhal niyeti sorgulanıyor. Meslektaşları onu sivrilik yapmakla itham edip argümanlarını “fazla iddialı” bulabiliyor. Genel okur ise “başkalarının mağduriyetini anlatacağına bizimkini anlatsana” diye sitem edebiliyor.
“Çok sesliliği devamlı hatırlatmak zorundayız”
Geçmişteki çok sesliliği, görüş farklılığını devamlı hatırlatmak zorundayız. Mağduriyet yarıştırmaktan da uzak durmalıyız. Geçmişi yabancı bir ülke, kendimizi de o dünyayı dışarıdan gözlemleyen ziyaretçiler gibi görmek soğukkanlı yaklaşımın olmazsa olmaz şartı.
Osmanlı Devleti’nin Viyana şehri ile olan ilişkisi, o tarihlerden bugüne Batı’yla olan siyasi, sosyal, askeri, kültürel ve ekonomik ilişkilerin de en önemli göstergelerinden biri. Doğu’nun, “Batılılaşma çabasında” bu ilişkinin bir mihenk taşı olduğunu düşünüyor musunuz?
Ne zor bir soru! Evet, Viyana’yla sorunlu bir ilişkimiz var. Bir rehber tanıdığım yakınmıştı. Ne zaman Viyana turu yapsa Avusturyalı rehberlerin devamlı kuşatmaya dair “barbar Türk” temalı anekdotlarını duymak zorunda kalıyormuş. Haklı olarak onlara “şehriniz kaç yıl Nazi işgalinde kaldı, yakılıp yıkıldı. Biraz da onları anlatın” diye çıkışıyormuş. Galiba onların da bizimle sorunlu bir ilişkileri var.
“Viyana’yla ilişki, bir nevi hafıza kaybı”
Avusturya’da aşırı sağın en güçlü olduğu yer, Osmanlıların en çok yakıp yıktığı Aşağı Avusturya yöresi. Öte yandan bu kadar göçmen Türkiye’den Viyana’ya gitti ve orada kendi mahallelerini kurarak Viyana kültürünün bir parçası oldular. Osmanlılara gelince, Viyana ile ilişkileri “unutmak” üzerine kurulu sanki. Unutmayı, amnezi manasında kullanıyorum. Bir nevi hafıza kaybı.
1783 kuşatmanın 100. Yılıydı, Viyana’da türlü anma faaliyetleri yapıldı. Bildiğim kadarıyla Osmanlıda o zaman Viyana’yı hatırlayan yok. Gündem Viyana’daki hezimetten 100 yıl sonra Müslüman Kırım’ı Rusların ilhak etmesi. Hatta o sene Habsburg İmparator Rus Çariçesiyle buluşup Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma planları yaptılar. Şu meşhur Grek Projesi… Bunun 100. Yılda yapılması anlamlı bence. Osmanlılar bu görüşmeleri biliyorlardı ama Viyana ile ilişkisi üzerine bir spekülasyon yaptıklarını ben bilmiyorum.
200. Yıldönümü olan 1883 Viyana’da önemli bir yıl. Çok önemli eserler basıldı, anma/kutlama faaliyetleri gerçekleştirildi. Oradaki Osmanlı elçisinin bunları bilmemesi mümkün değil. İstanbul’daki basının da. Mesela, Osmanlı basını ne tepki vermiş, oradaki elçiyle Yıldız Sarayı ne gibi yazışmalara girişmiş ben bilmiyorum. Bu bence çok güzel bir yüksek lisans tezi konusudur. İlgililere duyurulur! Hele bir de İstanbul’un fethinin 500. Yılında çıkan şu meşhur “fethi kutlayalım mı?” tartışmalarıyla bağlantısı kurulabilirse sorunuza somut bir cevap üretebiliriz. “Rum tebaa incinir” duyarlılığıyla bir kutlama yapılmadığına göre propaganda ve ulus-devletleşme açısından neyse ki pek de Batılılaşılamamış!
1933’te Viyana’da yapılan 250. Yıl kutlamalarına Yunus Nadi’nin Cumhuriyet Gazetesi’nde nasıl köpürdüğünü biliyoruz ve 1953’te ilk kez İstanbul’un fethi kutlamalarına başlandığına da… Sorudan kastınız Osmanlı ıslahatlarında Viyana’nın rolü ise bu ıslahatların ne kadar Batılılaşma olduğu bir tartışma konusu. Niyazi Berkes, mesela, bunları Batılılaşma için yetersiz görürken Şerif Mardin yüzeysel görür. Milliyetçi-mukaddesatçı kesim ise bizi özümüzden koparan aşırılıklar olarak lanetler. Hatta Cumhuriyetin devre arası olduğunu söyleyen densizler bile çıktı. Densizlikleri tarihi süreklilikten bihaber olmalarında aranmalı. Her halükarda ıslahatları Batılılaşma çabası olarak görseydik bile bunun altında Viyana Kuşatması’ndaki müthiş yenilgiyi aramak abartılı bir tutum olurdu. Zira Karlofça Antlaşması doğrudan bu yenilginin sonucu değildi. Yenilgiden sonra 16 yıl boyunca savaşmakta ısrar edilmesi ve zafer bulunamaması asıl nedendi.
Mesela İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet aynı orduyla üç-beş yıl sonra Belgrat’ta yenildiği gibi neredeyse canından oluyordu. Fakat bu hezimet hiç de yenileşme/Batılılaşma tartışmaları doğurmadı, çünkü durumu sonraki yıllarda toparlayıp Belgrat’ı alamasa bile Balkan fütuhatına devam etti. Viyana’dan sonraki savaşta ise Osmanlılar bunu beceremediler. Yenilginin büyüklüğü ve antlaşmanın ağırlığı karşısında artık “inhitat” dönemine girildiği görüşü 19. Yüzyılda ortaya atılan Gerileme Dönemi görüşünün temelinde yatar. Biz bugün böyle bakmıyoruz, çünkü tarih sadece siyasî, askeri ve diplomatik gelişmelerle şekillenmiyor. Öte yandan pek çok tarihçi askeri ve diplomatik tarihçiliği demode bulup uzak durdukları için eksik veya hatalı tarih analizleri yapabiliyorlar. Eski ve yeni yaklaşımları dengelemek şart.
“Tarihe determinist misyonlar yüklemiyoruz”
Çalışmanızın son bölümünde Viyana, Osmanlı Devleti hâkimiyetine girmiş olsaydı, olabilecekleri söylüyorsunuz. Gerçekleşmeyen bir olayla ilgili saptamada bulunurken belirleyici olan etkenleri, bir tarihçi olarak nasıl yorumluyorsunuz? Varsayımlarla olasılıklar arasındaki ilişki nedir?
Tarihçinin işi olanı yazmak. İhtimal tüccarları değiliz. Gelgelelim, “tarihte olan, olmuş olması gerekendir” tarzı bir determinizme de modern tarihçilikte yer yok. Bu tarz bir kadercilik, tarihi sürece misyon yüklemek demek olur. Hegelciler bu süreci necip milletin yüce çıkarını en mükemmel şekilde temsil eden ulus devletin diğer devletlerle girdiği mücadele gibi görürlerdi –ülkülerin çatıştığı diyalektik bir süreç… Eski Marksist tarihçiler ise tarihte misyonu ezilen sınıfların diğerleriyle girdikleri haklı mücadeleden ibaret görürlerdi. Tabii ki her iki yorumda da tarihin bir sonu var. Mücadele bir noktada kazanılacaktı.
Fakat modern tarihçilikte biz tarihe böyle misyonlar yüklemiyoruz. Niye bu kadar olasılık içerisinden sadece bir tanesi gerçekleşti diye sormak anlamlıdır. Bu bizi olmayanın tarihini yazma noktasına götürmez. Sadece olanın niye olduğunu daha iyi açıklamamızı sağlar. Öyle ya! Pek çok olasılık varken niye bu oldu? Bir diğer mesele ise mevcut ihtimaller hakkında bir tartışma varsa onun tarihini yazmaktır. Yani derdim bu yönüyle “ya fethedilseydi ne olurdu” sorusuna cevap aramak değil, bu soruya tarih boyunca verilen cevapları incelemek. Demek ki bu soruyu sormakla aslında hala olanın tarihini, yani bir fikir tartışmasının tarihini, yazmış oluyoruz.
“Salgın çalışmalarıma yoğunlaşma fırsatı tanıdı”
Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
TÜBİTAK projesi yürüttüğümü söylemiştim. O projenin diğer sonuçlarını kitap halinde okurlarla paylaşacağım. Yani, Kamaniçe (1672), Çehrin (1678), Uyvar (1663), Kandiye (1667-69) kuşatmalarını ayrı kitaplar halinde Timaş Yayınları’ndan çıkartacağım. Onlar da bu kitap gibi renkli baskı olacaklar. Bol görsel ve orijinal çizimler barındıracaklar. Başka türlü kale cengini okura anlatmak beyhude bir gayret.
Ayrıca çalışmalarım esnasında Evliya Çelebi ile ilgili yeni fikirler peyda oldu kafamda. Bunların ipucunu bu kitapta verdim. Evliya Çelebi hakkında da bir kitap hazırlamaktayım. İşsiz bir akademisyen olarak vaktimi kitap projelerine hasrediyorum. Salgın günlerinde eve kapanmak da çalışmalarıma yoğunlaşma fırsatı tanıdı bana. Umarım kitap okurlarını bulur.
Kahraman Şakul hakkında
Lisans ve yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde tamamladı. 2002’de Georgetown Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora çalışmalarına başladı. 2009’da I. Osmanlı-Rus İttifakı’nın kuruluşu (1798) ve Adriyatik’te Osmanlı-Rus ortak deniz harekâtı konulu bir doktora teziyle mezun oldu.
2010-2011 Güz Döneminde Georgetown Üniversitesi Doğu Akdeniz Çalışmaları Merkezi’nde akademik direktörlük yaptı, 2010’dan sonra, şu an tasfiye sürecindeki İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doçent doktor unvanıyla çalıştı.
Osmanlı askeri ıslahatları, siyasî kültürü, Osmanlı teknoloji tarihi üzerine çeşitli ulusal ve uluslararası akademik dergilerde makaleleri yayınladı. Osmanlı askeri tarihi hakkında ulusal ve uluslararası konferanslar düzenledi, çeviriler yaptı ve deneysel tarih konusunda bir derleme hazırladı. Çanakkale Savaşı hakkında bir serginin eş küratörlüğünü yürüttü. (SS/AS)