“Acele bir ad bulmam gerek iç sesime. Anladım konuk değil yerleşik kendisi” diyor Hanife Altun.
Herkesin vardır ya içinde biriktirdikleri ve o birikenlerin dayanılmaz ağırlığı… Belki de hepimizin bir isim bulması gerekiyor usumuzun derinliklerine mahkûm ettiğimiz seslerimize.
Hanife Altun’un yardımına da "Masalından Göçen Kuş" yetişmiş. Masalından Göçen Kuş’u tarif etmek gerekirse tarçınlı akide şekeri tadında bir öykü kitabı denilebilir. Masal değil anlatılanlar her gün karşılaşabileceğimiz pek çok hikâye yer alıyor kitapta. Bizim hikâyelerimiz demek daha doğru olacak. Acı ile tatlının kekremsi harmanı diyor buna yazar, hayat gibi aslında hem acı hem de tatlı.
Öykülerden önce her okur gibi öncelikle merak ettiğimiz kitapla yazar arasındaki ilişki oluyor. Masalından Göçen Kuş ilk öykü kitabınız ve ilk kitaplar sahicilik açısından değerli oluyor. Ayrıca ilk öykü kitaplarında yazarın henüz kendini saklayamadığını, daha çok ‘hesaplaşma’ kitapları olduklarını görüyoruz. Masalından Göçen Kuş ve yazarından bize biraz bahseder misiniz?
Sahicilik değerlendirmenize katılıyorum fakat bu iyi bir şey mi ondan emin değilim. Çünkü bu sahicilik bir plan ve hesap dâhilinde ortaya çıkan bir şey değil. Aksine bir acemilik, henüz kendi başına giyinme becerisini kazanmamış bir çocuğun giyinmesine benzetiyorum bu acemiliği. İyi örtünemediğin yerlerde açıklar veriyorsun. Masalından Göçen Kuş’ta da bu bağlamda hayıflanmalarım yok değil. İnsan kendini bu kadar açık etmeli mi? Hayır. Etmese iyi olur en azından... Acemilik olduğunu düşündüğüm bu şey zamanla nereye evrilecek bakalım. Genel olarak sözü eğip, bükmeden; yumuşatıp, hafifletme ihtiyacı duymadan söyleyen bir tarafım da var. Acemiliğim ve mizacım bir zaman çatışacaklar gibi.
Masalından Göçen Kuş’ta kitabın ismine rağmen, masalsı ya da gerçeküstü değil, aksine gerçeğe yaslanan bir atmosfer söz konusu ve travmatik kimi öykülerde bile mizahi bir dil tutturulmuş. Sizin de Salçalı Ekmek öyküsünde değdiniz gibi çok acı var dünyada. Mizaha mı sığınıyoruz?
Oradaki “masal” ifadesinden kastım hayat aslında. Hepimizin bir hikâyesi var hesabı. Hepimiz için öngörülmüş bir oyun biçimi var. Kader, yazgı hikâye, öykü vs diye tanımlıyoruz ya ben buna masal demeyi tercih ettim. Yoksa buradaki masal kelimesi gerçeküstücülüğü imleyen bir şey değil.
Tam olarak mizaha sığınmak denemez. Ajitasyonu sevmiyorum, başıma gelen kötü şeylerde oturup sızlanmak yerine onunla dalga geçmeyi seviyorum. Bunu da bir meydan okuma ya da eğlenceli hale getirip, yumuşatıp, hafifletme maksatlı yapmıyorum. Başka türlüsünü bilmiyorum. Niye böyle diye bir gerekçe bulmamam istenirse dışardan bakabilmekle ilişkilendirebilirim en fazla. Durumlar içindeyken acı, sinir bozucu, zorlayıcı olabiliyor ama bu sadece bir boyutu. Başka başka görme ve görünme biçimleri de var, mesele farklı ‘rakım’dan bakabilmek. Kıyıdan gördüğümüz denizle, dağın tepesinden gördüğümüz deniz aynı deniz değildir. Hem görme, hem de görünme biçimi farklılaşır. Bu görme olanaklarının toplamından çıkardıklarımı harmanlayıp aktarıyorum diyebilirim. O zaman da acısı hafifliyor olabilir, ama ben, bunu amaçlayarak yapmıyorum, bildiğim yöntem bu.
“Her hikâyenin bir evi, her evin bir kilidi var” ve bu evlerde o kadar çok iç burkan hikâyeler yaşanıyor ki, özellikle çocuklara yönelik istismarlar kırk kilit altında yaşanan şiddeti gözler önüne seriyor. Nüvel Baba’da Melek, Sığırtmaç Çıkmazı’nda Ferahnaz’la tanışıyoruz ve Annem Evde Mi öyküsünde başkaları… Ülkemizde de son zamanlarda çok fazla gündeme geliyor çocuklara yönelik cinsel istismarlar. Bu öyküleri biraz da bu bağlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Münferit olaylar bunlar çok takılmamak gerek. Hatta makul, mükerrer ölçüleri bile var. Şu kadar kereden bir şey olmaz diye tarifleniyor malum. Bu konu en büyük ikiyüzlülüğümüz, devasa bir çıban, deşip akıtmadan bir iyileşme mümkün değil. Bunu deşip akıtmanın yolu da dillendirmek, bas bas bağırmak hatta. Herkes çok ahlaklı, çok düzgün, çok efendi, fakat buna karşılık, bu düzgünlük ve ahlakla ters orantılı giden başka bir gerçek var. Kapının önünde bir çöp dağı duruyor ama sorsan kimse çöpünü kapı önüne koymamış.
Kurgulamaya kalktığımızda gerçekliği şüphe uyandıran olaylar sokağımızda, mahallemizde, binamızda burnumuzun dibinde yaşanıyor maalesef. Kurumlar aile içi şiddet, tecavüz mağduru çocuklar ve bu çocukların dünyaya getirdiği çocuklarla dolu. Ensest diye telaffuz ettiğimizde zihnimizde çok uzak, çok ütopik bir imge uyansa da maalesef, aynı adama baba ve dayı; baba ve dede; baba ve yine bir başka akrabalık ünvanlıyla seslenmek durumunda olan çocukların sayısı hiç de az değil
Sanmıyorum ki yaşamı boyunca akrabası, iş arkadaşı, yöneticisi, okul arkadaşı, komşusu, sokaktan, mahalleden birilerinin sözlü ya da fiziksel saldırısına, tacizine maruz kalmamış bir kadın –kız çocuğu- olsun. Bu durumlarda suçlanıp, ayıplanan kadının kendisi olacağı için susuyoruz. Bu da beraberinde karşı tarafa, her eyleminde tazelenen bir cesaret getiriyor. Hepimiz biliyoruz ama bu bilgiyi açık etmiyoruz. Bir çığlık kadar basitken sorunun çözümü, toplumumuzun o çığlığı boğazımıza tıkayan, ikiyüzlü ve hiçbir ahlaki değerle bağdaşmayan “ahlaki” yapısı yüzünden susuyoruz. Bu ahlak duvarına çarpıp çarpıp düşüyoruz. Tacizi, tacizciyi koruyan ve güçlendiren sistem ve yöneticilerini dahi bertaraf etmenin yolu bu ikiyüzlülükten sıyrılmakla ve bağırmakla mümkün diye düşünüyorum.
Kitabın isminde yer alan ”Göçen” kelimesinin aksine gidememek daha da ötesi çakılı kalmak durumu görülüyor kahramanlarınızın çoğunda. Çocukluğa çakılı kalmak mesela, eve, mahalleye, sokağa, zamana… Ama özellikle geçmiş, yaşanamamış bir çocukluğa. Büyüdüğümüzü zannediyoruz ama öyle olmuyor. Ne dersiniz zaman her şeyin ilacı değil mi? Gitmek ya da gidenler yerine kalmayı mı yazmak gerekir?
Kitapta söz edilen “göç” vazgeçmeye bir gönderme aslında. Vazgeçip, çekip gitmek ya da kalsa bile sahiplenmediği, sığışamadığı bir hikâyede sadece zamanın dolmasını beklemek. Duygu olarak vazgeçtiğin bir yapının içinde, fiziki olarak durmanın kalmakla bir ilgisi yok En fazla beklemek olur bu.
İlaç olan zaman mı bilmiyorum ama yaranın bizzat kendisinin geçmek diye bir derdi, savaşı var. Bitmeye, geçmeye kodlanmış. Kabuğu kaldırıp yeniden yeniden kanatsak da yarayı, buna teslim olmayan bir inadı var yaranın.
Çocukluğa ilişkin göndermelere yönelik bir şey söylemem gerekirse, çocukluk insanın çekirdeği, tohumu. Toprağa düşen bir erik çekirdeğinden, erik ağacından başka bir şey çıkmayacağı gerçeği gibi bir şey bu, çocukluk neyse, nasıl geçmişse insan ancak o’dur.
Gitmek mi, kalmak mı? Kişisel tercihimi sorarsanız, kesinlikle gitmek. Kalmak bir ömrü ziyan etmekten başka ne ki? Yolda dikkati dağıtacak bir şey illa ki bulunur ve yeniden, yeni bir şeyler inşa edilebilir. Kalmanın bir ömür, bir tek şeyin nöbetini tutmak gibi bir bedeli varsa da, öngörülebilirlik gibi de bir konforu var. Gitmek kolaymış gibi görünse de bir adım sonra ne olacağının bilinmezliği var. Gidenin göze aldıkları daha fazla. Sonuç olarak her ikisi de bir tercih. Tercihini yapar, bedelini ödersin. Kalan, gideni harcamasın yeter.
Delirmek, çok olağan hatta gerekli, hem öyle “Delireceği Allah’ım” diye korkmaya da gerek yok. Aşağı Tükürsem Bıyık, Yukarı Tükürsem Sakal öyküsünde eğlenceli bir delilik var. Akıllı olmaktan sakınmak gerekiyor. Diğer taraftan Beni Almaya Geleceklerde sığınak dediğimiz evlerimizde yaşanan şiddet ve o şiddetin sonucu Veli’nin “deliliği”. Bu noktaya biraz değinebilir miyiz?
Bu, iki delilik, birbirinden çok farklı biri tercih edilen bir delilikken diğeri maruz kalınan bir delilik. İlkindeki bir bilmeme, anlamama hali değil. Aklı bir sınır veya eşik olarak kabul edersek, bu eşiği gönüllü olarak geçmiş, eşiğin gerisinde olanlardan haberdar, yukardan bakıp bizimle (akıllı olduğumuzu varsayarsak) dalağa geçen bize ‘dil çıkaran’ gayet konforlu bir delilik var. Aklı atıl bir şey, yük olarak görüyor. Yolda bulsa dönüp bakmayacak. İki teker, bir pedal takılabilse çok daha faydalı, işlevsel bir şey olurdu, o zaman ben de buna teveccüh gösterirdim diyor. Herkesin varmaya çalıştığı tepeye vaktinden önce varmış, çulunu, minderini, okuma koltuğunu her neyse atmış, ayaklarını uzatmış. Özetle ununu eleyip, eleğini asmış bir ‘deli’ ya da…
İkinci delilik; aklını ve hatta ortalama bir yaşam için gerekli olan yetilerini kaybetmiş, yardıma muhtaç bir insanın deliliği. Sarkaç gibi salınıp duruyor o eşikte, bir akla, bir deliliğe çarpıyor ama ikisi de değil. Kendinden bağımsız, elinde olmayan koşullar sebebiyle delirmiş bu insan için, akıl kıymetsiz değil. Elde etmek için çabalaması gerekiyor.
Bir tanesi terk edilmiş aklın, diğeri kaybedilmiş aklın deliliği.
Öykülerinizde doğrudan olmasa da bir sınıf vurgusu var. Yoksul ve zenginler arasında yaşanan bir sınıf kavgası değil sanki sizin işaret ettiğiniz. Daha naif hikâyeler. Hulohop öyküsünde Cemil’in parasızlıktan Nazlıeda için çaldığı hulohop mesela. Diğer taraftan hikâyesi anlatılanların hepsinin sosyal statüsü nerdeyse aynı ve bu durum farklı sonlara neden olsa da benzerlikler de oldukça fazla. Çocuklu aileler, şiddet, parasızlık... Ancak bu durumdan bir yakınma da söz konusu değil. Masalından Göçen Kuş’u bu noktadan nasıl tanımlayabiliriz?
Sınıf vurgusundan ziyade bunu belirleyen tesadüfi duruma ilişkin bir dert var. Kimin sperminin, kimin yumurtasıyla buluştuğu toplumsal sınıfınız da dâhil her şeyi belirleyen tek ölçüt. Doğduğunuz ailenin içinde, ailenin mevcut koşulları ve ‘kaderiyle’ yoğrularak sürdürdüğünüz bir hayat var ve bu döngü hep böyle devam edip gidiyor. Belki bir yerinden kırılır umudu hatta hayali benimki. Çarkın bir dişlisini yerinden kaydırabilirsek işleyiş bütünüyle değişecek. Güzel olmaz mı bu?
Karakterlerin (onların gıyabında haksızlığa uğrayan insanların) saçma ve sinir bozucu bir kabullenişleri var. Benim de bu kabullenişe itirazlarım vardı. “Bu kadar da olamaz, bir yeter, dur demenin zamanı geldi” diyelim istiyorum. Bu istek sebebiyle, itiraz etme gerekçelerini, ortaya koyabilme çabamın bir sonucu bu öyküler. Yoksa kıyamete kadar Cemil’ler, Nazlıeda’lara hulohop alabilmek, onların gönlünü hoş tutabilmek için ziyan olup gidecek
Son sorumuz biraz tatlı olsun istiyorum. Masalından Göçen Kuş’u okurken bahsi çok geçti. Sormasam olmaz. Tarçınlı akide şekeri…
Kendimi bu kadar açık etmeyi doğru bulmuyorum fakat bir yandan da açık etmeye devam ediyorum. Sağlam çelişki. Tarçınlı akide şekeri en sevdiğim tat. Hayatla ilişkilendirmemin, bu bağlantıyı kurmamın hikâyesiyse şöyle:
Altı yaşında filandım. Zor bir günümüzdü. Herkes üzgün, herkes suskun, ben de bu topluluğu güldürmek diye bir vazife edinmişim kendime, sürekli bir komiklik yapma çabasındayım. Bir ara çabalarım sonuç verdi herkeste bir tebessüm oluştu, gülmeye başladılar. Aile büyüklerinden bir kadın "Hayat bu kimi acı, kimi tatlı. Hem gülecek, hem ağlayacaksın" gibi bir şey dedi. Tamamen tesadüf elimdeki paketten bir tane kırımızı şekeri ağzıma attım o esnada. Nasıl acı, zehir gibi "bu nasıl şeker" diye tükürecekken bir baktım tat değişti, tatlı oldu. Sonra yanağımın içine yaslayıp emmeye başladım bir acı, bir tatlı. Acayip bir hazdı bugün gibi hatırlıyorum. Acı derken tatlıya, tatlı dereken acıya değişen bir döngü. Tam olarak dünya tadı ve bu tadı minicik bir şekerle dilinde hissetmek oldukça ergonomik. Tarçınlı akideyi sevelim, sevdirelim. (YK/HK)
Künye:
Masalından Göçen Kuş, Hanife Altun, Nota Bene Yayınları 2017, İstanbul, 120 s.