İstanbul' da yaşıyorsanız yürümekten en çok hoşlandığınız yer muhtemelen İstiklal Caddesi'dir. Hafta içi bile olsa hep kalabalık olan bu caddenin cezbedici bir tarafı vardır. Tarihi binalar, caddeden yürürken kulağınıza gelen tanıdık melodiler, sanat mekânları, samimi sohbetlerin döndüğü cafeler... Bir türlü yapılması tamamlanamayan kaldırımları bile keyfinizi bozamaz(dı).
Ne yazık ki son zamanlarda caddede yürürken keyfinizi bozabilecek bir yapı çıkıverdi karşımıza. Demirören Alışveriş Merkezi dediler bu "ucube"nin adına. Mimarı, alınan izinleri ve projenin kendisi tam bir muallak olan bu yapı, İstiklal'in kendi dokusuna oldukça zarar verdi. Mimari ve alışveriş için oldukça geniş seçenekler sunan, cafe, sinema ve tiyatro adına her şeyin olduğu Beyoğlu'na neden alışveriş merkezi yapılmıştı peki? Demirören ile başlayan bu sorgulama bize bir gerçeği gösterdi: alışveriş merkezleri bizzat şehrin ta kendisi olmuştu.
Alışveriş merkezlerinin çıktığı ülke, tüketimin kendi adıyla da satıldığı Amerika Birleşik Devletleri'dir (ABD). 1920'li yıllara kadar uzanan alışveriş merkezi kültürü, 1957 yılında Uluslararası Alışveriş Merkezleri Derneği'nin (International Council of Shopping Centres- ICSC) açılmasıyla resmi organizasyonuna kavuşmuştur. 1970'li yıllarda "shopping mall" denilen bu mekânlar, giysinin yanı sıra çeşitli ürünlerin satıldığı, sinema, tiyatro ve eğlencenin de içine dâhil edildiği yerlere dönüşmüştür. 1980'li yıllar shopping mall'ların olgunluk dönemidir. Bu dönemde alışveriş merkezleri kendi içinde bir nevi yeni semtler olmuştur.
Türkiye'de, tarım toplumundan kent toplumuna geçişin hızlı bir şekilde yaşandığı, ülkenin ekonomik ve diğer her anlamda faklılaştığı 1980'li yıllar, bizim alışveriş kimliğimizi belirleyen dilim olmuştu. Alışveriş kültürünün ekonomik sistemin bir gereği olduğu, bu dönem içinde topluma öğretilmişti. İnsanoğlunun geçmişten beri yaşamak için tüketen yapısı, tüketmek için yaşamaya dönüşürken, Türkiye de bu duruma yabancı kalmadı. Değişen bu yapı ile birlikte alışverişin hayatımızın ana alanında olması artık kaçınılmazdı. İstanbul'un, açık hava alışveriş alanları olan Nişantaşı, Bağdat Caddesi gibi yerlerinin yanında, her değişimde olduğu gibi mimari olarak bizi içine alacak mekânlara ihtiyacı vardı.
Böylelikle Türkiye'nin ilk alışveriş merkezi Gallleria, 1988 yılında devlet ortaklığı ile Ataköy'de açıldı. Merkezin devlet ortaklığı ile açılmasını başka bir konunun yazısı olarak orada bırakıyorum. Galleria ilk açıldığında beklenenden çok ilgi görmüş ve sadece Ataköy'ün değil, tüm İstanbul'un alışveriş merkezi haline dönüşmüştü. Sonrasında alışveriş merkezleri başta İstanbul olmak üzere metropollerde hızlı bir şekilde yayıldı. Bugün ise neredeyse adım başı bir alışveriş merkezine rastlamak mümkün. Bakırköy'de yan yana duran iki alışveriş merkezi bu durumun belki de en trajikomik hali. Şu an İstanbul'da 94 civarında işleyen alışveriş merkezi var. 50'ye yakın alışveriş merkezi de yolda. 2015'e doğru bu sayının 140'ı geçeceği söyleniyor.
Galleria'nın ardından, başta İstanbul'un olmak üzere, metropollerin değişen mimari özellikleri ile yaşam alanlarımız oldukça kısıtlandı. Sahillerimiz elimizden alındı, boş bulunan her araziye otel dikildi. Tabi bir de bu yazıda büyük bir aşkla bahsettiğimiz alışveriş merkezleri... Bu yapılar sloganlarında bahsettikleri gibi bir "yaşam alanı" haline geldiler. İnsanların alışverişlerini yaptıkları, kültürün ve sanatın pazarlandığı, gençlerin sosyalleştikleri mekânlar oldular. AVM'ler konusunda bir de Baudrillard'ın sözlerine kulak kesilelim: "Tüketim merkezlerinde biz, gündelik yaşamı tümüyle düzenleyen ve homojenleştiren tüketiciliğin büyüsü altındayızdır. Her şey soyut bir mutluluğun yarı saydamlığına havale edilmekte, zorunlu iş, boş zaman, doğa ve kültür aktivitelerinin hepsi birbirine karışarak klimalı ve kapalı mekânda sonsuz bir alışverişe dönüşmektedir."
Bu merkezlerde dikkat çeken, çoğu zaman boş gibi görülen mağazaların aksine yiyecek ve içecek alanlarının her zaman dolu olması, insanların çoğu zaman alışveriş yapmaktan ziyade burayı bir buluşma mekânı olarak kullanmaları. Kış aylarında bir nebze makul görülebilen alışveriş merkezi cafe'lerinin kullanımının, yaz aylarında (özellikle İstanbul' da yaşıyorsanız) neden bu denli yoğun olduğu oldukça düşündürücü. İnsanları cezbeden renkli alışveriş dünyasının kendince çekici bir kaç numarası var elbette.
Alışveriş merkezine adım attığınız anda "tüketime merhaba" dünyası karşılar sizi. İnsan algısının yeni bir mekâna girdiğinde iç mekân ışığını algılaması 30 saniye kadar sürüyor. İçeriye girdiğinizde yavaşlıyorsunuz ancak yürümeye devam ediyorsunuz. Alışveriş merkezlerinin girişinde olan mağazalar bu sebeple gözden kaçabiliyor. Buna önlem olarak, siz sevgili tüketicilerini düşünen mekân sahipleri girişteki mağazalara birer kör nokta yapıyorlar. Burada sizi uzun boylu zarif kadınlar karşılıyor. Böylece 30 saniyede algınız tavan yapıyor. Artık alışveriş yapmaya hazırsınız.
Almak istediğiniz özel bir ürün var ve mağazanıza yöneleceksiniz. Ama durun. O da ne? Merdivenlerin arasındaki mesafe oldukça geniş. Elbette bunu da sizler için düşünmüşler. Belirli bir mağazaya ulaşmak için yer değiştirirken, diğer mağazalara da şöyle bir göz atın diye bu mesafe uzun tutuluyor. Hatta haftanın ve ayın belirli zamanlarında bu merdivenlerin iniş ve çıkışları değişiyor ki sürekli aynı yolu takip edip diğer mağazaları gözden kaçırmayın.
Aynı mantıkla yeme içme yerleri de genelde hep üst katlara konuluyor. Bu sayede "Aman, oturup bir kahve içeyim, sohbet edeyim" demenize izin vermeyip, ister istemez mağazalara bakmanız sağlanıyor. Bununla yetinmeyip, siz sevgili tüketicilerinin tüketim algısı daha fazla açılsın diye, havaya elma ve tarçın kokusu sıkıyorlar. Duvar renklerinde daha sıcak renkler kullanmalarının sebebi de bu.
Alışveriş merkezi içinde sıkışan şehirlerimizde, gezme, yeme, eğlence ve sanat için oldukça fazla olanak var. Ancak hayat dışarıda akarken, sahte elma, tarçın kokuları arasında, kalıplaşmış mimari içinde, kendinizi bir şeyler tüketmek zorunda hissettiren bu mekânların büyüsüne kapılmamak gerek. Çevrenizi dört bir taraftan kuşatmış bu binalardan ne kadar kaçabileceğiniz muallak elbette. (NK/EKN)
* Bu yazı eksiyirmidört'ün 2. sayısından alınmıştır.
** Eksiyirmidört'ün bu sayısında, "Sağın Bitmek Bilmeyen Rüyası: Başkanlık Sistemi", "Helal İntertnet", "Gerilla Sanatçı Hareketi: Küf Project", "Ergenekon Kaçırılmış Bir Fırsattır", "Başbakan'ın Emriyle Bombalanan Gazete: Özgür Gündem" ve daha pek çok konu hakkında hazırlanmış yazı ve röportaj bulabilirsiniz.
*** Fotoğraf: Neslihan KARATEPE