Güzel bir tesadüf eseri, tam da Belgrad’a taşındığımız günlerde Tanıl Bora’nın Yugoslavya kitaplarının ("Milliyetçiliğin Provokasyonu Yugoslavya" ile "Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası - Bosna Hersek") yeni baskıları yapıldı. Kitaplar aklımda kaldığı kadarıyla “uzaktan" da olsa Yugoslavya’nın parçalanma sürecinin tanıklığı yapıyordu. Fakat ben, bundan da öte, şimdi içinde yaşamaya başlayacağım bu coğrafyayı tanımama yardımcı olacağını düşündüm.
Sonra tabii okudum. Bora’nın kitapları uzun zaman Osmanlı hakimiyetinde kalan bölgenin kısa bir tarihinin yanı sıra, 1. Dünya Savaşı ertesi 1. Yugoslavya’nın kuruluşu, 2. Dünya Savaşı sırasında Yugoslavya, Partizan direnişi, Ustaşa ve Çetnik terörü, sonrası ise bir uluslar mozaiği olarak kurulan sosyalist Yugoslavya, öz yönetimci sosyalizm ve nihayetinde iç savaş-parçalanma sürecini ele alıyor. İkinci kitapsa adından da anlaşılacağı gibi özel olarak Bosna Hersek. Önceki baskıları 90’lı yılların ilk yarısında yapılan kitapların yeni versiyonlarına Bora’nın “27 yıl sonra kısa bir not”u dışında bir şey eklenmemiş. Bora orada özetle “Velhasıl, kitabı baştan aşağı yenilemeyi isterdim. Fakat bin bir iş arasında buna kalkışamıyorum” diyor.
Elbette kitaplarda dahası da var. Öncelikle dikkatimi çeken şey, kitapların olanı biteni bütün yönleriyle algılamaya çalışan, ayrıntıları atlamayan, birçok kaynağın tarandığı ve belki de en önemlisi, başka bir dünyanın mümkün olduğu bilincini süs gibi taşımayan bir perspektifte oluşlarıydı. Bu anlamda memleket yazınında bir hayli popüler olduğu üzere kendimizi merkeze alan ve “bu bizim ne işimize yarar” sorusundan çok “ne oluyor”u dert etmesi yerindeydi.
Milliyetçilikle boğuşan Avrupa
Kitaplar bir başka halimi daha gösterdi. Bırakın komşularımızın dillerini öğrenmeyi, aynı topraklarda birlikte yaşadığımız insanların dillerini yok saymayı marifet bilen bir milletin ferdi olarak elbette ben de Yugoslavya veya Balkanlar hakkında pek bir şey bilmiyordum. Bu aslında bir sürpriz değil. Hangi komşumuzun neyini biliyoruz ki? Asıl mesele sanırım evvela “ne gerek var ki”den sıyrılmak. Sonra merak etmemiz gerekiyor, ulusal marşımızın “Korkma…” diye başlamaması, her şeyi bilen ilelebet muhafaza edeceğimiz “başkanlar”ın olmaması da…
Bu uzak olmadığımız coğrafyaya ilişkin Bora’nın kitaplarında anlatılan şeyler bugün yaşananları düşününce zaman dilimi açısından da fazla uzağa gidemediğimizi gösteriyor. Çünkü ne Yugoslavya coğrafyasında sorunlar bitti, ne bizim her sorunu “beka” anlayışı çerçevesinde tanımlayan paranoyamız sona erdi. Asıl kâbus Yugoslavya’da var edilmeye çalışılan çok sayıda etnik ve dinsel topluluğun bir arada yaşama deneyimine yeterince sahip çıkmayıp, aksi politikalar geliştirmeyi yeğleyen ya da olanı kabullenen ve bugün hortlayan milliyetçiliklerle boğuşan Avrupa’ya ait. Bize de tabii. İçinde yaşadığımız coğrafyada birlikte yaşamayı önermeyen, yeşertmeyen bir hayaliniz yoksa, sizin kâbusun bir parçası olmadığınızı kim söyleyebilir?
“İran orada ne arıyormuş?”
Yugoslavya’nın başına gelenlerin daha uzun zaman dünya üzerinde etkisini, dolaylı da olsa sonuçlarının göreceğiz. Bora’nın Yugo kitaplarında ilginç başka şeylere de rastlayabilirsiniz. Örneğin Bosna’ya ilginin/ilgisizliğin memleketimizde siyasal İslamcılığın gelişiminde ne kadar belirleyici olduğunun pekâlâ izi sürülebilir. Belki abartı gibi gelebilir ama El Kaide ya da IŞİD’in köklerine rastlamak da sanırım hiç şaşırtıcı olmaz. Ya da “İran orada ne arıyormuş” diyebilirsiniz. “Bunların nüfusu çok artıyor, artık kendi memleketimizde yaşamayacağız” diyen kişinin bir Sırp mı Türk mü olduğunun ayırdına da varamayabilirsiniz. “Sıra buradan sonra Libya’ya gelecek” kehanetinde bulunan bir Sırp politikacıya da toslayabilirsiniz…(1)
Bora’nın kitapları Yugoslavya’yı 1994’e kadar getirip bırakıyor. Umarım sonrasını getirecek yeni ilgilere mazhar olur…
Söz Tanıl Bora’da
Kitapları bitirdikten sonra aklıma takılan bazı soruları Tanıl Bora’ya yönelttim. Anlayacağınız öyle “27 yıl sonra kısa bir not”la kurtulmasına izin vermedim. O da sağ olsun, jet hızıyla yanıtlarını gönderdi…
Yugoslavya ile ilgili Türkçede yeterince çalışma olmadığını görüyoruz, bu niye böyle? Seni Yugoslavya'ya çeken neydi?
Kurumsal reel-sosyalist sistemlerin dışında bir sosyalizm tecrübesi teşkil etmesi… Milletler meselesinde geliştirmeye çalıştığı özgün model… Sonra da bu model ve tecrübenin korkunç çöküşünün uyandırdığı dehşet duygusu… Hem anne hem baba tarafından, Yugoslavya değil ama Balkan göçmeni bir aileden gelmemin de duygusal payı olabilir.
Yugoslavya'nın yaşadığı özyönetimci sosyalizm deneyimi iyi bir şey miydi?
İyi olabilirmiş, diyeceğim. Edvard Kardelj gibi, özyönetimi tabandan demokrasiyi gerçekleştirmenin imkanı olarak, Sovyetler ve “peyklerinin” bürokratik-otokratik sistemine alternatif bir sosyalizm yolu olarak düşünen, bunun heyecanını duyan düşünür ve kadroların inisiyatifi daha fazla olsaydı, belki olabilirdi. Fakat başta Tito, partinin amirleri, özyönetimi sadece Sovyetler’le cedelleşmelerinde şık bir araç olarak görmüşler, “bakın bizim de kendi teorik kaynaklarımız” var iddiasının malzemesi olarak görmüşler. Tekrarlayayım, “keşke” makamından, iyi olabilirmiş, diyebilirim!
Tito'nun büstü
Tito için hep en sevdiğim diktatör diyorsun ve masanda küçük büstü bile olduğunu biliyorum, nedir bu Tito muhabbeti?
Aman diyeyim, onu arkadaş arasında, eğlencelik söylüyorum, kamu önünde demem öyle! Biliyorsunuz, eski Yugoslavya ülkelerinin özellikle “gariban” olanlarında da hâlâ küçümsenmeyecek bir Tito muhabbeti vardır. Bu şakanın yarı ciddi yanı, Yugoslavya’ya ilgimden ve sempatimden kaynaklanıyor. Yugoslavya’da yönetimin diğer reel-sosyalist ülkelere göre daha fazla serbest alan açmış olmasından. Joze Pirjevec’in Tito biyografisini okuduktan sonra, Tito’ya sempatim azaldı. Gerçi “büyük güçlere” ve Sovyetler’e rağmen Yugoslav direnişini örgütleme becerisini ve müstakil bir devlet inşa etme iradesini takdir etmemek imkânsız. Fakat “saltanatı” gerçekten diktatörce olmuş. Gulag ölçeğinde ve gaddarlığında değilse de, Goli Otok hikayesi bir zillet. Utanç verici bir lüks ve gösteriş “icraatı” var. Cilas ve Kardelj gibi sosyalist fikriyat açısından değerli insanlara muamelesi gerçekten üzücü. O da neticede sosyalist “ülküden” ziyade, hikmet-i devlet sevkiyle davranmış.
Yugoslavya iç savaş sürecinde bizim memleket medyasında o gün de popülerleştirilen bazı söylemler var. Örneğin "Bu gelişmeleri bölgesel güç olmak için değerlendirmemiz lazım, Anadolu'ya sıkışırsak iç savaş çıkar, bölünürüz..." gibi. Niye biz başkalarının pekala felaketi anlamına gelebilecek durumlardan bir gelecek devşirmeye çalışıyoruz?
Resmi ideolojinin ve milliyetçiliğin çok güçlü bir tehdit algısı ve beka kaygısıyla biçimlenmiş ve sürekli yeniden bununla besleniyor olması… Dünyaya ilgisizlik, daha doğrusu cümle aleme had safhada “ben/biz-merkezci” bakış… Habersizlik, bilgisizlik, meraksızlık…
Kitapta bazı yanıtlar var ama sol neden yeterince Yugoslavya iç savaşı ile ilgilenmedi sence, bugün ne söylersin?
İslamcıların ve milliyetçilerin ve jeopolitik devlet aklının sahiplenmesi karşısında, “bu bizim işimiz değil”, hatta “hasımlarımızın iştigal sahasıdır” kanaati güçlendi. Kolaycı, toptancı ve yine jeostratejist aklın güdümündeki emperyalizm teoremleri, hazır anti-ABD ve anti-AB tavır kalıpları, teferruata bakmaktan alıkoydu. Belki ondan da önce, genel bir ilgisizlik… Memleket solunun da çoğunlukla “Türk biricikliğine” ve içe dönüklüğe yatkın olduğunu, dünya ilgisinin mahdut kaldığını düşünüyorum. (AS/HK)
(1) Bora'nın Yugoslavya kitaplarında değil ama İlhan Uzgel'in geçenlerde Duvar'daki yazısında ilginç bir bilgiye rastladım. Bu dönemin şeytanı ilan edilen Soros / Türkiye için diyor ki "...Bosna savaşında Boşnaklara 50 milyon dolar yardım sağlıyordu. (O dönemde Türkiye bir ülke olarak ve o da kredi şeklinde, bu ölçüde bir yardım sağlayabilmişti)..." Demek o zamanlar da edebiyat parçalamak en sevdiğimiz sanat dalıymış...
Künye:
* Milliyetçiliğin Provokasyonu (1. Baskı - 1991 Birikim Yay. / 2. Baskı - Ekim 2018 İletişim Yay.)
* Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası Bosna-Hersek (1. Baskı 1994 Birikim Yay. / 2. Baskı Ekim 2018 İletişim Yay.)