Açık Radyo'da Açık Gazete programında Ömer Madra'nın insan hakları savunucusu, aktivist, akademisyen Angela Davis ile 22 Ocak'ta yapılan söyleşisini yayımlıyoruz. Söyleşide Boğaziçi Üniversitesi’nde Hrant Dink İnsan Hakları İfade Özgürlüğü Konferansı’nda Davis'in yaptığı "Ulusaşırı Dayanışmalar: Irkçılık, Soykırım ve Yerleşimci Sömürgeciliğe Direnmek’’ başlıklı konuşmadan bölümler de yer alıyor.
Hoşgeldiniz Profesör Davis. Sizi burada, Türkiye’de görmekten mutluyuz.
Teşekkür ederim.
Bu arada, hayli eski hayranlarınızdan biriyim. Size Paris’te çok kısa süre önce Paris’te Charlie Hebdo adlı haftalık hiciv gazetesi bürosunda gerçekleştirilen katliam konusunda bir soru sormak istiyordum.
Şunu söylemeliyim, epeydir yoldaydım. Daha dün gece indim hava alanına. Dolayısıyla, bu konuda sizden daha fazla malûmata sahip değilim.
Haklısınız. Ama ben olayın bir başka yönü üzerinde durmak istiyorum. Paris’teki dev gösterici kalabalığı hemen hemen tek bir sloganla yürüdü. Birçok kişinin ellerindeki pankartlarda “Ben Charlie’yim!”, ya da “Hepimiz Charlie’yiz!” yazıyordu. Burada çarpıcı bir benzerliği gözden kaçırmak imkânsız gibi: 2007’de Türkiye’de gazeteci ve aktivist dostumuz Hrant Dink kendi haftalık gazetesi Agos’un bürosunun hemen önünde güpegündüz vurulduğu zaman, hemen oraya koşan pek çok insanın o andaki tepkisi de hemen hemen aynı olmuştu: “Hepimiz Hrant’ız!” Üç gün sonraki cenaze törenine katılan devasa kalabalık da aynı şekildeydi: Herkesin elindeki pankartta Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz!” yazıyordu. Bu paralelliğe ne dersiniz?
Her şeyden önce, bu özel günlerde, yani Hrant Dink’in katledilmesinin yıldönümünde burada İstanbul’da olmanın benim için büyük bir onur olduğunu söylemeliyim. Burada bulunmamın ana amacı, sınır-aşırı dayanışma olanaklarını keşfetmek. Belki aranızdaki bazılarınız biliyordur, kendim de bir süre hapiste kalmıştım. Devasa bir uluslararası dayanışma – ki aralarında Türkiye’den de çok sayıda insan vardı – sayesinde özgürlüğüme kavuştum. Ben şimdi de ırkçılığa, soykırıma ve yerleşik kolonyalizme (sömürgeciliğe) karşı verilmekte olan mücadelede işte bu türden bir dayanışmanın yaratılması olanaklarını kovalamakla ilgiliyim. Aslında, Boğaziçi Üniversitesi’nde Hrant Dink konferansı kapsamındaki konuşmamın başlığı da bu.
Ama, şunu da anlayabiliyorum tabii. Dünyada birçok büyük olay da meydana gelebiliyor ve özellikle gazeteciler bunları sıcağı sıcağına kovalamak öncelikli oluyor. Şüphesiz ki Paris’te Charlie Hebdo adlı hiciv dergisine yapılan saldırı insanların aklındaki birinci konu. Korkunç şiddet, hayatların kaybı, aralarında derginin editörünün de bulunduğu gazetecilerin katledilmesi… Bütün bunlar konuyu öncelikli kılıyor.
Bu konuda ilk ağızda şunu söyleyebilirim: Bunun gibi olaylar ve anlar meydana geldiğinde insanlar, en çok etkilenen kişilerle empati ve dayanışma duygularını ifade etmek istiyorlar elbette. Son yıllarda da, bu özdeşleşme duygusunu nasıl ifade edeceğimizi daha iyi öğrenmekteyiz: Hepimiz Hrant Dink’iz demek bunun iyi bir örneği.
Şu halde, sloganın Charlie Hebdo saldırısıyla bağlantılı olarak kullanılmasını, bu dehşet verici saldırının kurbanı olan kişilerle acil dayanışmayı dile getirmek için verilen bir hızlı tepki olarak anlayabiliriz gayet tabii.
Asıl sorunuza cevap olarak da şunu söyleyebilirim: 11 Eylül 2001’de ABD’ye yapılan saldırılara karşı bir cevap olarak yerleştirilen bu çerçevenin galebe çalmayacağını kuvvetle umut ediyorum. 11 Eylül sonrasında Bush yönetimi tarafından teröre karşı küresel savaş diye adlandırılan gafil girişimler yüzünden büyük acılar çekiyoruz. Obama yönetimince de sürdürülen bu yanlış girişimler Irak ve Afganistan gibi ülkelerde haddi hesabı olmayacak sayıda insanın ölümüne yol açtı, CIA’in gizli hapishanelerini ortaya çıkardı, Guantanamo’yu ve işkencehaneleri üretti ve Obama terörle savaş denen bu şeyin en gözle görünür simgesi olan Guantanamo’yu kapatacağını vaad etmesine karşın, burası hâlâ açık duruyor.
Yani, Fransa’daki olaydan çıkartacağımız ders de şu: Bir kez teröre karşı savaş ilan edildi mi, işler gerçekten çağrından çıkar. ABD’de İslam düşmanlığının ABD’deki tarihsel ırkçılıktan, yerlilere, siyahlara yönelmiş ırkçılıktan beslendiğini görülebilir… Ama bence şunu görmemiz çok önemli: Teröre karşı yürütüldüğü söylenen bu cezalandırıcı savaş, bu sözümona savaşın önlemeyi umduğu yıkımdan çok daha fazlasına yol açtı. Umarım Fransa’daki insanlar da buna dikkat ediyorlardır. Tabii asla gözden kaçırmamamız gereken bir şey de şu: Charlie Hebdo’ya yapılan saldırı gibi eylemlere dayanan stratejilere karşı çıkmanın ne kadar önemli olduğunu da bir an bile gözden kaçırmamalıyız.
Hrant Dink İnsan Hakları İfade Özgürlüğü Konferansı’nda yaptığı "Ulusaşırı Dayanışmalar: Irkçılık, Soykırım ve Yerleşimci Sömürgeciliğe Direnmek’’ başlıklı konuşmadan bir bölüm:
Hrant Dink sömürgeciliğe, soykırıma ve ırkçılığa karşı mücadelenin kuvvetli bir sembolü olmaya devam ediyor. Onun adalet, barış ve eşitlik rüyasını yeryüzünden silmenin mümkün olduğunu düşünenler şimdi bilmedirler ki onu yere düşürerek sayısız Hrant Dink yarattınız. Dünyanın dört bir yanından insanlar “Hepimiz Hrant’ız” diye seslenirken biz biliyoruz ki adalet ve eşitlik için verilen bu mücadele yaşamaya devam ediyor. Ve Ermeni Soykırımı’nın bugüne olan etkisini araştırmak için inşa edilmeye çalışılan entelektüel ve popüler çevre, bana kalırsa ırkçılık, soykırım ve işgalci sömürgeciliğe karşı yürütülen global mücadele için merkezi ve hayatî bir konumda. Hrant Dink’in ruhu yaşıyor ve güçleniyor.
Hrant Dink’i burada anarken aynı zamanda geçen Salı, mizah dergisi Charlie Hebdo’ya düzenlenen saldırıda suikasta uğrayan Fransız gazetecilerine selam etmeme müsaade edin. Bu noktada söylemek istediğim şu; öldürülen gazeteci ve polislerin ailelerine, arkadaşlarına başsağlığı dileklerini ilettiğimiz bugünlerde kendimizi de bir tehlikeye karşı uyarmak durumundayız; hemen ve hızlıca intikamcı bir duruşa yönelme tehlikesi bu. Bu olayın failleri olan insanların ve başka bir takım şüphelilerin fotoğraflarına bakarken ve haklarında daha fazla şey öğrenmeye çalışırken ben, bu insanlarda yalnızca terörün yüzünü görmekten kaçınıyorum. Burada benim görmeye çalıştığım, başka bir geleceğin hayalini kurma şansını hiç elde edememiş ve yanlışa yönlendirilmiş bir gençlik.
Faili oldukları şiddet, geleceği düşleyememe kaabiliyetsizliğidir. Pek çok örnek olaya bakarak şunu söyleyebiliriz: şiddet çözüm getirmez. Ya da getirdiği şeyin bir çözüm olduğu söylense de, bu, şimdiyi geçmişten kopartan, cezaya dayalı bir çözüm olur. Gelecekteki çözümlerin önünü tıkayan cezaî çözümlerdir bunlar.
O zaman Charlie Hebdo’ya yapılan bu saldırıda hayatları yarıda kesilenler için yas tutabilmenin yollarını bulmayı umalım. Bu yollar bizi intikam ve öç alma dürtüsünden özgürleştirecektir; öyle ki şu soruyu artık sorabileceğiz: adalete doğru eylemeye nasıl başlayalım ki bu bizi birbirimize bağlayan ilişkilerde bir dönüm noktası olsun?
Hikâyelerimiz, tarihlerimiz birbirinden izole edildiği takdirde açıklığa kavuşamaz. Bize ait olduğunu düşündüğümüz hikâyeleri, “başkalarının” hikâyelerini, tarihini bilmeden gerçek manasıyla anlatamayız. Çoğunlukla bu “başka” hikâyeler ve tarihler aslında bizim tarihimiz, bizim hikâyelerimizdir, bu elbet ortaya çıkar. Siyah feminist sosyolog Jackie Alexander’ın “Öğrenin (Admonition): Siz feministler Kardeşsiniz!” ismini taşıyan çalışmalarında gösterdiği gibi bu diyalektik bir süreçtir; hikâyelerimizi gözden geçirebilmek için onları sürekli baştan anlatmamız gerekir. Baştan anlatıp, onları bir kere daha gözleriz; böylelikle ırk, sınıf, etnisite, ulus, cinsellik ve engellilik gibi konuların birbirine nasıl bağlandığını bilmezden gelmemizin önünü almış oluruz.
Osmanlı’nın son dönemlerinde Yunan, Süryani ve tabii ki Ermeni topluluk ve halklara karşı nüfus mübadeleleri de dahil olmak üzere girişilen hesap kitap edilemeyecek kadar çok şiddet biçimlerinin uygulandığı tüm etnik temizlik süreçleri ortaya konmalı – evet bunlar tüm tarihsellikleriyle ortaya konmalıdır ama bu olaylar hakkında aynı zamanda halklar düzeyinde de bir muhabbet, yani karşılıklı konuşma başlamalı. Mübadeleler hakkında, Kürt halkının hikâyeleri ve tarihi hakkında. Bu, herhangi bir gerçek sosyal dönüşümün ortaya çıkabilmesi için elzemdir. Çok şey mi istemek oluyor bu?
Benim sizlere bu ülkenin emperyal geçmişi hakkında verebilecek bir hazır reçetem yok ama öğreniyorum; Hrant Dink’ten ve Fethiye Çetin’den öğreniyorum ve öğrendikçe şunu söyleyebilirim ki özgürce konuşabilmek mümkün olabilmeli! İfade özgürlüğü için mücadele etmek mümkün olabilmeli!
Ve size şunu da söylemem gerek, bizim Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük bir dezavantajımız var: zira yerli halklara yönelik olarak gerçekleştirilmiş soykırım hakkında nasıl konuşacağımızı bilmiyoruz. Kölelik hakkında nasıl konuşacağımızı da bilmiyoruz. Bilsek, bir siyah adamın başkanlığa seçilmesiyle ırkçılık- sonrası çağa bir adımda sıçrayıp geçebildiğimizi varsayamazdık, öyle değil mi?
Bizler, her birimiz işgal edilmiş, sömürgeleştirilmiş topraklar üzerinde yaşarken; Amerikan yerlileri kaynaklarından yoksunlaştırılmış koşullarda yaşamaya zorlanıyor, onların arasında hapis oranları inanılmaz derecede yüksek. Hatta, aslına bakarsanız, hane başına en yüksek oranda hapsedilme olgusundan bahsediyoruz. Ayrıca bu insanlar alkolizm ve diyabet gibi hastalıklardan orantısız bir biçimde mağdurlar. Ve bu arada spor takımları da tüm bu yerli halkları zan altında bırakacak ırk bakımından aşağılayıcı isimler kullanıyorlar: “Washington Red Skins (Kızılderilileri)” gibi…
Irkçılık hakkında konuşmayı belki de sadece kurban ve kurban eden çerçevesinden biliyoruz. Ki bu çerçeve, kutuplaşmayı ve tarafları töhmet altında bırakmayı ısrarla sürdürüyor.
Ama aynı zamanda şunu da söyleyebilirim: yeni, genç aktivistler tüm bu hikâyelerin kesişim kümelerini hesaba katmayı giderek daha çok öğreniyor. Bu kesişim bölgelerinde hikâyeleler birbirine sarılıyor ve birbirleriyle örtüşüyor. Böylece genç siyah erkeklere yöneltilmiş ve son dönemde sıkça bahsini duyduğumuz ırkçı şiddetin sürekliliğinin analizine giriştiğimizde, artık bizler, ırkçı şiddeti bu [tarihsel - kesişimsel] bağlamda okumayı aklımızdan çıkarmıyoruz.
***
Şimdi size bambaşka bir konuda bir soru sormak istiyoruz. Büyük yazar ve aktivist James Baldwin’in 1960’ların başlarında burada İstanbul’da epey bir süre kaldığını, hatta bu mülakatı yaptığımız kampüste de zaman geçirdiğini, dersler verdiğini, konuşmalar yaptığını biliyoruz. Irkçılıkla mücadele ve anti-faşist mücadele konusunda yaptıkları ve yazdıklharı ile kendisi sizin için ne kadar esin verici bir figür olmuştu?
Konuşmamın ilk bölümünde Türkiye’yi ziyaret konusundaki arzumun, James Baldwin’in burada geçirdiği dönemin 1963 yılına kadar gelen bu dönemin farkında olmamdan da kaynaklandığını anlatıyorum. Another Country (Başka Bir Ülke) adlı eserini burada yazmıştı. Baldwin benim en önemli esin kaynaklarımdan biriydi ve sonunda kendisiyle çok yakın arkadaş olduk. Yıllar yılı İstanbul ve Türkiye’yi zihnimde James Baldwin’le bağdaştırdım. Yani, şunu söyleyebiliriz: Bu ülke konusundaki tecrübem, Baldwin’in burayı kendisine yaşamak ve düşünmek için uygun bir yer olarak gördüğünün bilincindeydim. Burayı böyle görmesi, burasının ırkçılığın mevcut olmadığı bir ülke olmasından filan kaynaklanmıyordu pek. Baldwin’in burayı tercih edişi şundandı: Farklı türde ayrımcılıkları maalesef bağrında barındırmakla birlikte, kendisine ABD’deki ırkçılık hakkında farklı bir perspektif geliştirmeye imkân verecek bakış açıları sunan değişik bir kültürü bizzat yaşama imkânı veriyordu burası. Bu arada, James Baldwin’in Türkiye dönemi hakkında yazılmış iki ilginç kitap da var.
Bazı arkadaşlarımızın söylediğine göre bunlardan biri çok akademik, hatta biraz heyecan ve tutku bakımından eksik bulunuyormuş.
Doğrusunu isterseniz, akademik araştırmanın mutlaka tutkuyu dışarıda bırakmak zorunda olduğunu sanmıyorum. Ama belki de siz, farklı türde bir tutkudan bahsediyorsunuz…
Belki…
Çünkü yazar, bu kitabı ortaya çıkarmak için yıllar yılları araştırma yaptı. Böyle bir araştırma tutkusu olmaksızın, bu kitap projesi bence asla tamamlanamazdı. Ayrıca, mesela kitaptan, Baldwin’in Türkiye’de ırkçı bir saldırıya maruz kalmış olduğunu da öğreniyoruz. Tam ayrıntılarını hatırlayamıyorum şimdi, ama kendisi ırkçı hakaret cümlelerine maruz kalmış. Bu da önemli bir konu, çünkü bu çalışma sadece James Baldwin hakkındaki algımıza katkıda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda ırkçı cinsellik konusunda da bir fikir sahibi olmamıza da yol açıyor…
***
Hrant Dink İnsan Hakları İfade Özgürlüğü Konferansı’nda yaptığı "Ulusaşırı Dayanışmalar: Irkçılık, Soykırım ve Yerleşimci Sömürgeciliğe Direnmek’’ başlıklı konuşmadan bir bölüm:
Şunu söylerek sözlerimi tamamlayacağım: uluslararası dayanışmalar ve bağlantılar oluşturmaya ve ulus sınırlarını aşmaya çalışıyorsak şu anda yüz yüze olduğumuz en zorlu görev, feministlerin “kesişimlilik” olarak adlandırıdığı şeyi anlamaktır. Burada bahis konusu olan kimliklerin kesişimi değildir, mücadelelerin kesişimidir.
Öyleyse, Tahrir Meydanı’nın ve tüm dünyaya yayılmış olan İşgal (Occupy) Hareketi’nin etkisini unutmayalım. Ve tabii hazır burada, İstanbul’da toplanmışken Gezi Parkı göstericilerini de! Unutmayalım! Çoğu zaman insanlar, bu son dönem hareketleri için şunu ileri sürdü: bu hareketlerde liderler yoktur, bir manifesto, gündem ya da talepler listesi oluşturulmamıştır ve bunlar işte bu bu yüzden başarısızlığa uğramışlardır.
Tam bu noktada, bir yıldan kısa bir süre önce aramızdan ayrılmış olan sevgili Stuart Hall’u hatırlatmama izin verin. Hall sonuç ile etki arasında bir fark olduğunu söylemişti. Occupy hareketinin sonunda çadırlar boşaldığında birçok insan dişe dokunur bir şey üretilmediğini, bir sonuca ulaşılamadığını varsaydı.
Lakin, gelin, hayal gücü yüksek ve yenilikçi bu hareketleri bir daha düşünelim. Bu hareketlerde insanlar devletin yönlendirmesi olmaksızın beraber olmayı, derhal polis çağırma içgüdüsünü bir yana bırakıp sorunları kendi başlarına çözebilmeyi öğrendiler. Bu ileride ulus-aşırı dayanışmaları kurarken bizim için çok ilham verici olacak. İstediğimiz, Hrant Dink’in de bizden isteyeceği gibi, Türkiye’de, Filistin’de, Güney Amerika’da, Almanya, Kolombiya, Brezilya, Filipinler ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ve tüm dünyada özgürlükler ve adaletin gelişmesi, genişlemesi ise, yapacağımız şey de olağan- dışı olmalıdır. Bilindik yollardan gidemeyiz. Ortayı, merkezi oynayamayız. Ilımlı olamayız. Birleşmiş ruhumuz ve kolektif aklımızla, bize ait bağlarla ayağa kalkıp, hayır demeyi istemek zorundayız. (ÖM/NV)
Angela Davis kimdir?ABD'li insan hakları savunucusu, yazar Angela Yvonne Davis, 1944 yılında Birmingham’da doğdu. Komünist Parti’ye üye oldu ve ırkçılık karşıtı eylemlere katıldı. 1960-65 arasında özellikle Martin Luther King’in öldürülmesinden sonra devrimci şiddet ve silahlı mücadeleyi savunan Siyah İktidar hareketi yükselmeye başlamıştı. Angela Davis Şubat 1970’te Kara Panter Partisi militanları Soledad Kardeşler’i Kurtarma Komitesini kurdu. FBI tarafından dağıtılan “ABD’de en çok aranan on suçlu” listesinde adına yer verildi. 1970’de yakalandı. Angela Davis’i kurtarma kampanyası dünya çapında ilerici bir hareketlilik yarattı ve sonunda 4 Haziran 1972’de kurtarıldı. Davis, bugün hâlâ ABD’deki siyah ve sosyalist hareketin simgelerindendir. Çalışmalarını feminizm, Marksizm, popüler müzik, tarih, felsefe üzerine yoğunlaştırdı. 10 kitabı var. |