“Bir arkadaşımızın tahliyesi ‘eşinin öldüğü ve bundan pişmanlık duymadığı’ biçiminde ek bir gerekçeyle 6 ay ertelendi. Arkadaşımız siyasi olduğunu, cinayet hükümlüsü bir adli mahpus olmadığını idare, mahkemelere, en son da AYM’ye yaptığı başvurularda ısrarla belirtmiş olsa da sonuç değişmedi, Kurul kararı aynı haliyle onayladı.”
30 yıllık hapis cezası bitmesine rağmen tahliyesi engellenen tutuklulardan Sermin Demirdağ, İdare ve Gözlem Kurulu’nun nasıl çalıştığını, kimlerin tahliyesinin hangi gerekçelerle engellendiğini bianet’e anlattı.
Sincan Kadın Kapalı Cezaevi'nden mektupla sorularımızı yanıtlayan Demirdağ, “İroniktir, DGM’ler kaldırmakla övünen iktidarın, hukukta- yargıda geldiği nokta bu. Bir gün DGM’leri daha demokratik bulacağım hiç aklıma gelmezdi ama o da oldu” diyor.
“HDP’den belediye başkanı seçildiğin için pişman mısın?’ diye soruyorlar”
Sincan Cezaevi’ndeki İdare ve Gözlem Kurulu'nun uygulamaları neler?
İdare ve Gözlem Kurulu uygulaması, üç yıldır yürürlükte olmasına rağmen, en azından burada nasıl işlediği halen açık değil. İlgili mevzuatta bir kuruldan, Cumhuriyet Savcısı başkanlığındaki Gözlem Kurulu'ndan bahsediliyor. Ancak her geçen gün uygulamanın farklı boyutlarıyla karşılaşıyoruz.
Genel uygulama şu: koşullu tahliye tarihimizden bir-iki hafta önce görüme için idareye çağrılıyoruz. Kurum müdürünün nadiren bulunduğu bu görüşmede; yardımcı müdürler, eğitim ve psiko-sosyal birimlerden birer memur, başgardiyan ve kurumun talimat işlerini yapan bir teknisyen yer alıyor.
Sorulan neredeyse terk soru, pişman olup olmadığını veya neden siyasi koğuşta kalındığıdır. Görüşülen kişi siyasetçi ise sorular “HDP’den belediye başkanı olduğuna pişman mısın?” veya “HDP’de siyaset yaptığına pişman mısın?” biçimine dönüşüyor. Israr yok başka sorular yok.
'Görüşme taleplerlerimiz reddediliyor'
Tam tersine öylesine toplanılmış gibi, tamamen kayıtsız tavırlarla bu bir kaç dakikalık görüşme geçiştiriliyor.
Yaklaşık on gün sonra da, “Cumhuriyet Savcısı başkanlığında toplanan İdare-Gözlem Kurulu’nun “uygun değil” kararı getiriliyor bize.
Bu ikinci kurula, henüz hiç birimiz çağırılmadığımızdan orada kimlerin yer aldığını, dahası böyle bir kurulun gerçekten toplanıp toplanmadığını bilmiyoruz.
Kararın altında yetkilerin ne fikri, ne ismi ne de imzası bulunuyor. Adeta hayali bir kurulla karşı karşıyayız. İlginç bir şekilde, idarenin görüşmesine katılmamamız tahliye edilmememize gerekçe olurken, Savcı'nın bulunduğu Gözlem Kurulu ile görüşme talebimiz ise hep reddediliyor.
Yakın zamanda getirilen kararlardan öğrendiğimiz kadarıyla uygulama bu kadarla da sınırlı değilmiş. Sürecin daha en başından, yani güya tahliyemizin görüşüleceği idaredeki görüşmeden yaklaşık iki hafta önce hakkımızda, kimlerin katıldığı bilmediğimiz bir toplantıyla “Koşullu tahliyesi uygun bulunmadı” gibi karar peşinen alınıyormuş meğer.
'Hukuki bir yanı olmadığının herkes farkında'
Sonrasında ‘tahliyemizin görüşüleceği idare görüşüne çağırılıyoruz. Oysa karar çoktan verilmiş bile. Bu, idaredeki görüşmede hazır bulunanların kayıtsızlığını da açıklıyor. Orada bir prosedürü yerine getirmek için bulunuyorlar çünkü.
Kısacası, tüm süreç en baştan verilmiş bir kararın mevzuata uydurulması için gerekli prosedürün tamamlanmasından ibaretti. Yoksa “sayım ve aramalarda kayıtsız kaldı” dezenfektan istemedi”, “idare kütüphanesinden yeterince yararlanmadı” ya da “ hakkında olumsuz veri girişi var” vb. gerekçelerle tahliyelerin aylarca, yıllarca ertelenmesinin hukuki bir yanının olmadığını herkes farkında.
Mahkemeler de aynı prosedüre tabi gibi görünüyorlar. İki yıl içinde her birimizin yaptığı onlarca itiraz başvurusundan hiçbir sonuç alamadık.
Dahası, İnfaz Hakimliği’nin ve Ağır Ceza Mahkemesi üyelerinin dilekçelerimizi okuduğundan bile emin değiliz. Aksi durumda Kurul kararlarındaki usul ve maddi hatalar giderilirdi en azından.
Örneğin, burada bir arkadaşımızın tahliyesi, “eşinin öldüğü ve bundan pişmanlık duymadığı” biçiminde ek bir gerekçeyle 6 ay ertelendi. Arkadaşımız siyasi olduğunu, cinayet hükümlüsü bir adli olmadığını idare, mahkemelere, en son da AYM’ye yaptığı başvurularda ısrarla belirtmiş olsa da sonuç değişmedi, Kurul kararı aynı haliyle onayladı.
"Asgari temiz hava asgari gökyüzü..."
Siz bu anlamda ne gibi hak ihlallerine tanık oldunuz?
Her bir hak ihlalini ayrı ayrı ele almak yerine sisteme bakmak daha net görmemizi sağlayabilir. Zira mevcut infaz sisteminin kendisi başı başına hak ihlallerinin kaynağı durumundadır.
İdarelere olağanüstü yetkilerin tanıdığı bu ultra tecrit sisteminde hak ihlallerini tekil düzeyde değil, hakların sistematik biçimde ihlal edildiği bir ‘normal’i yaşıyoruz asında.
Asgari temas, asgari sohbet, asgari telefon görüşmesi, asgari aile görüşü, asgari mektup, hatta kimi yeni tip cezaevlerinde olduğu gibi asgari temiz hava, asgari gökyüzü…
Ve bu son Kurul uygulaması ile birlikte asgari umut!’ Ne zaman tahliye dileceğinizi bilmemek, umut etmek hakkının, dolayısıyla yaşam hakkının ihlalidir.
Bunun ötesi yok. “Biat etmezsen burada çıkamazsın, seni onlarca yıl daha içeride tutabilirim” deniyor ki, idarelerin bunu yapması teknik olarak mümkün ve hâlihazırda bunu yapıyor da.
Örnekleri her geçen gün artıyor. Mesela yakın zamanda buraya, cezaevine bir-iki saatliğine giriş çıkış işlemleri için gelen adli bir kadının ‘iyi halli değil’ denilerek iki yıl Kurul tarafından içeride tutulduğunu öğrendik. İşlemlerin yapıldığı o kısa sürede ne gibi bir “kötü hal” görüldü? diye sormak istiyor insan.
Tüm bunlar bir yana, esas sorun şu; infaz yasasınca tanınan yetkileri zaten sonsuz olan idareleri; yeni infaz yasasıyla Gözlem Kurulu başkanlığına bir savcının atanmasıyla birlikte yargı sistemine de dâhil edildiler.
Amir memur hiyerarşisi dâhilinde hakkımızda iddianameler hazırlanıyor. Hükümler oluşturuluyor ve üst mahkemelere onaylattırılıyor. Kısacası; idari bürokrasi ile denetleyici olması gereken yargı birleşmiş görünüyor. İki yıldır yüzlerce itiraz başvurumuzdan hiçbir sonuç alamamamızın belki de esas nedenidir bu.
Kişisel olarak siz de etkilendiniz mi bu kararlardan?
Kişisel olarak da hukukun temel bir ilkesinin ihlali ile karşı karşıyayım. 1990’ların DGM’ince verilen müebbet hapisliğim 6 ay önce bitmesine rağmen tahliyem, örneklerini yazdığım absürt gerekçelerle ertelenmiş durumda.
Aradan geçen 30 yılda bildiğiniz gibi gerek mahkemelerin yapısında gerekse ceza yasalarında temel değişikliklere gidildi. Dolayısıyla, hukuk ilkesi gereği lehte olan değişikliklerden yararlanmam gerekirken, aleyhimde olan uygulanıyor.
Yani 20-30 yıl geriye doğru bir işleyişle DGM’lerin verdiği ceza daha da ağırlaştırılmış oldu. DGM’ler ve dönemin yasaları halen yürürlükte olsaydı çoktan tahliye edilmiş olacaktım. Ancak mevcut duruşmada 6’şar aylık ertelemelerle, toplamda 6 yıl daha içeride kalmam sağlanmaya çalışılıyor.
İroniktir, DGM’ler kaldırmakla övünen iktidarın, hukukta- yargıda geldiği nokta bu. Bir gün DGM’leri daha demokratik bulacağım hiç aklıma gelmezdi ama o da oldu.
"Kendimizi bir distopyada bulduk"
Tahliyesi engellenen kaç mahpus var?
İki yıldan bu yana peyderpey tahliye edilmeleri gereken ancak bırakılmayanlar olarak toplamda 14 kişiydik. Birkaç gün önce iki arkadaşımız-ceza süreleri tamamen bittiğinden- idare tahliye etmek zorunda kaldı. Şu an sayımız 12, ancak yakın zamanda koşullu tahliye zamanı gelecek olan arkadaşlar var. Onların da tahliyelerinin erteleneceği kesin gibi.
"Politik devrimci insanlarız, moralimizi bozamazlar"
Mahpuslar bu duruma nasıl tepki gösteriyor, ne hissediyor?
Uygulama başladığında kendimizi adeta bir distopyada bulduk desem abarttı olmaz sanırım. Düşünün; 10-15-20-30 yıllık bir tutsaklığın ardından tam da tahliye edileceğiniz günlerde devlet gelip size “önceki kararımı iptal ettim.
“Gözünün üstende kaşın olduğu” için seni tahliye etmekten vazgeçiyorum. “Ama pişman olup biat edeceğine beni inandırırsan belki çıkma şansın olur” diyor açıkça. ‘Devlet aklı” dedim ya; aslında öyle bir aklın artık bulunmadığını, yerini çoktan irrasyonelliğe bırakmış olduğunu anladık birden.
“Vazgeçtim, bırakıyorum” hoyratlığı, hele de tahliyenin pişmanlığa bağlanmasının olaya akıl dışılığı üzmekten çok öfkelendirdi hepimizi.
Hiç kuşkusuz, irademizin, inancımızın, umudumuzun, kırılması hedeflenenler arasında ama neticede politik- devrimci insanlarız. Moral bozukluğu yaratsa da üstesinden gelecek donanım sahibiyiz.
Ancak ailelerimiz açısından bunun kolay olmadığını belirtmek gerek. 10-20-30 yıl boyunca dört gözle bekledikleri tahliye gününde devletin “vazgeçtim çocuklarınızı eşlerinizi, annelerinizi, babalarınızı bırakmıyorum “tavrı ile karşı karşıyalar aniden. Bir şok durumu yaşadılar doğal olarak.
Ailelerimizi teselli edip durumu açıklamaya çalıştık bir taraftan. Belli bir politik kavrayışa sahip olduklarından bu zor olmadı ama çocuğu olan arkadaşlarımızın neden çıkmadıklarını küçük çocuklarına anlatmaları kolay olmadı tabii.
"Demokrasi güçlerini harekete geçirmek etki yaratabilir"
*Surunun çözümü için ne yapmak gerekir?
Buradan, hele de pratik yaşam boyutu ile tamamen yabancısı olduğum dışarıdaki dünyada yapılması gerekenlere dair çözüm yolları önermek haddimi aşmak olur. Belki bir noktaya dikkat çekebilirim ki. O da yukarıda belirttiklerimle bağlantılı aslında.
Hak ihlallerini gündeme taşımak, kamuoyunun dikkatini çekmek önemlidir şüphesiz. Ancak bu çabaları tekil sorunlarla sınırlamak yerine ilgiyi dikkati sorunun köklü bir çözümüne kanalize etmek daha sonuç ola da bilir. Hak ihlallerini doğuran anti demokratik yasal zeminin değişimini hedeflemek, bunun için tüm demokrasi güçlerini harekete geçirmek bir etki yaratacaktır muhakkak.
"Yeni infaz uygulamaları sadece bizim değil dışarıdaki tüm demokrasi güçlerinin sorunudur"
İnsan hakları savunucuları ve avukatlara ne gibi görevler düşüyor?
Gerek insan hakları savunucuları gerek avukatlarımız bu süreçte ilgilerini ve çabalarını eksik etmediler. Bunu belirtmemek haksızlık olur. Hak ihlallerini, Kurul uygulamasını ve bağlantılı olarak tahliye hakkının gaspını sıkça gündeme taşıyıp kamuoyu oluşturmaya çalıştılar.
Ancak uğradığımız tekil hak ihlallerini aşan ve sistemden kaynaklanan bir sorunla karşı karşıyayız. İmkânlarımız sınırlı da olsa dışarıdaki politik gelişmeleri yakından takip etmeye çalışıyoruz. Devlet sisteminin hızla otoritelikten daha öteye taşıdığını görmemek mümkün değil artık.
Dışardakiler hapishaneleri ve biz tutsakları; yardım edilmesi, destek verilmesi gereken, izole-dezavantajlı bir grup olarak görüyor. Bu doğru olmakla birlikte, tüm iyi niyetlere rağmen eksik bir bakıştı.
Tam da bu dezavantajlı konumumuz değişen devletin yeni yapısını inşası için uygun bir zemin oluşturuyor. Faşizmin yükselişe geçtiği ülkelerde devletlerin ilk uygulamalarından biri olarak koşullu tahliyeleri iptal etmesi tesadüf olmasa gerek.
Dolayısıyla yeni infaz uygulamaları salt biz tutsakların değil, dışarıdaki tüm demokrasi güçlerinin sorunudur. Yoksa bugün bize uygulananlara çok değil bir iki yıl sonra dışarıdakilerin de farklı biçimlerde maruz kalmaları ne yazık ki uzak bir olasılık değil.
Tahliyelerin engellenmesinin politik olarak karşılığı ne sizce? Bu bir devlet politikası mı?
Sorunuza ikincisinden başlayalım. Evet, bu bir devlet politikası kesinlikle. Böl-kuşat-etkisizleştir taktiğinin bir parçası olarak yürürlüğe konduğunu düşünüyorum.
Kürtleri ve iktidar karşıtı tüm kesimlileri belli siyasal, toplumsal ve cezaevine koyarak mekânsal sınırlara hapsederek birbiriyle ortaklaşmalarını engellemek, her kesime ayrı ayrı yönelerek pasif kılmak gibi bir politikanın yürürlükte olduğu açık.
Bu arada teslim alınabilenleri biat konumuna çekmek, direnenleri hapsa atmak, orada bulunanları ise çıkarmamak da paralelinden atılan adımlar oluyor.
Atılan her adımın, dolayısıyla tahliyelerin engellenmesinin de bu politikayla bağlantılı olduğuna inanıyorum.
(Lİ/EMK)